ROMAN: Süreyya Köle; Sığınak Romanı Üzerinden Yazarının Otobiyografik İzini Sürmek

Sığınak Romanı Üzerinden Yazarının Otobiyografik İzini Sürmek
Süreyya Köle

“Günün birinde yazdıklarımdan bir perde çekeceğim hayatıma. Herkes kâğıt üstüne yazılanları benim hayatım sanacak, ben de hayatımı saklamış olacağım böylelikle. Saklanmanın en iyi yolu fazla görünmektir, biliyor musun? Herkes seni gördüğünü sanır, sen de rahat edersin. Kasada oturan kız gibi! Herkes kasadaki kızı görür, ama kimse tanımaz.”

Yazarla okur arasındaki girift ilişkinin varlığını gözler önüne seren bu sözler Murathan Mungan’ın Üç Aynalı Kırk Oda’sındaki yazar karakterine ait. Tam da söylendiği gibi, okurun gözünde yazarlık yaşadıklarını aktarmaktan başka bir şey değildir çoğu zaman. Öyle olunca da -işin temelinde yaşanmışlık varsa eğer- kime sorsanız hayatı bir roman, bir başyapıt adayıdır; ah, hele bir de yazılabilse, yazabilseler… Hoş, bunda bugüne kadar verilegelmiş referansların da etkisi yok değil hani? Yazdıklarında tamamen gerçeğe bağlı kaldığının altını ısrarla çizip bunu bir marifetmiş gibi gösteren kimi yazarın karşısında, okurun zamanla peşin hükümlü hale gelmesi kaçınılmaz olandı belki de kim bilir?

Ya anlatım dilinizi birinci tekil şahıs üzerinden kurduğunuzda başınıza gelebilecekler? O zaman hiç kurtuluşunuz yok işte. Yaşadığınızı yazdığınız düşüncesinden kendini bir türlü kurtaramayan okurun karşısında “Ben, ben,” deyip durun da sonrasında aksini iddia edin, hadi, mümkün mü?

Sadık Aslankara’nın Ankara Öykü Günleri’nde, edebiyatseverler önünde okuduğu bir öykü sonrasında, bir dinleyenin verdiği tepki bu yerleşmiş yargının gün yüzüne çıkması anlamında görülmeye değerdi doğrusu;

“Siz bu öyküyü yazmadan önce eşinizden izin aldınız mı?”

Sebep? Öykü birinci tekil şahıs anlatımla yazılmıştı ki öyle olunca yazar kesinlikle başından geçen bir olayı anlatıyor olmalıydı; işin içinde bir de “yüceltilen” metres ile “aşağılanan” eş varsa şimdi sayın “dinleyen okur” o eşin hakkını savunmasın da ne yapsındı?

Bir yanıyla yazarı baskı altına alan bir tutummuşçasına örneklediğimiz bu durumu Ernest Hemingway yazarın başarısı olarak görür aslında ve şöyle der: “Birinci ağızdan öyküler yazmaya başladığında, insanların inanacağı kadar gerçekçi şeyler yazarsan okuyucular neredeyse her zaman yazdıklarının senin başından geçmiş olduğunu düşünür. Bu gayet doğal, çünkü o öyküleri uydururken onları anlatıcının başına gelmiş gibi yazman gerekir. Eğer bunu yeterince iyi kotarırsan, okuyucuyu da olayların kendi başından geçtiğine inandırabilirsin. Böylelikle asıl hedefine yaklaşır, öykünü her türlü gerçekliğin ötesinde gerçek kılarak okuyucunun yaşantısına dahil olmaya ve hafızasının bir parçası haline gelmeye başlarsın.”

Okuru neredeyse günah keçisi ilan edeceğimiz bir anda Hemingway’in yaklaşımı kantarın topuzuna sıkı bir müdahale olmadı mı sizce de?

İtiraf etmek gerekir ki bir yazarın dumanı üzerinde yapıtında “gerçek” avına çıkanlar her zaman “dedektif okur” grubuyla sınırlı kalmamakta, edebiyatçı çevresi de ilginç bir şekilde bu sürecin ayrılmaz bir parçası olarak üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmektedir. Bir yerden sonra yapıttaki bir karakter gerçek yaşamda kimdir, başa gelen olay yapıta aktarıldığı kadarıyla mı sınırlıdır, yazılanın ne kadarı gerçek ne kadarı uydurmadır, soru üstüne soru, merak üstüne merak.

Oysa yazar gerçekten çok, sahiciliğin peşindedir, yazdıklarına okuru inandırmanın; sıradan olanı “sıra dışı” hale getirmenin; değiştirmenin, dönüştürmenin. Yani yazarın işi aktarmak değil yaratmaktır. Bunu yaparken yolunun kendinden geçmesi, yaşanmışlıklarına uğraması elbette son derece doğaldır; ancak yaşamın gerçekliğini yapıtın gerçekliğine dönüştürüp okuru ikna edecek sahiciliğe ulaşmak koşuluyla.

Tüm bu bilgiler ışığında, Ankara, Babil Cafe’de, yazarın biyografisi üzerinden gerçekleştirdiğimiz masabaşı söyleşisinde, M. Sadık Aslankara’ya, sanırım biraz da yapıtları içinde bu anlamda diğerlerinden ayrı tuttuğu var ise öğrenmek adına, sormadan edemedim, “Yazdığınız kitapların hangisinde geçmişinizin izini sürmek, sizden çok daha fazla şey bulmak mümkün?”

Hiç çekincesiz, “Sığınak, kesinlikle Sığınak, evet…” diye karşılık verdi Aslankara; öyle olunca da bu romanı bu gözle tekrar okumak, bu yanıyla değerlendirmek kaçınılmaz hale geldi.

Bilmiyorum, M. Sadık Aslankara Sığınak üzerine çalışmaya başladığı günlerde herhangi bir hemşehrisine Sarayköy’ü yazmakta olduğunu veya yazacağını söyledi mi? Düşünsenize, aman ne büyük bir mutluluk, duyan için. Denizli’nin Sarayköy’ünden, içlerinden çıkan birisi usta bir yazar olmuş da doğduğu yeri ve insanlarını anlatacak; sözcük marifetiyle ölümsüz kılacak her birini, öyle mi?

Halbuki bir yanıyla nasıl da “tehlikeli” bir girişimdir bu. Yazar, seni yazacak da nasıl yazacak? Yazarın kaleminin konusu haline geldiğinde kâğıda dökülen halinden hoşnut kalacak mısın bakalım; elbette öncesinde, yazar, bu sensin dese dahi, kendini tanıyabilecek misin? Dedik ya, yazarın işi aktarmak değil yaratmak…

Örneğin siz tarafınıza ve şehrinize methiyeler düzülmesini beklerken roman karakterlerinden biri çıkıp şunu derse ne olacak peki? Ki diyor;

“Sarayköy, işte karşındayım, yalansız, riyasız, nasılsam öyle, sen de benim gibi yap, olanca yalınlığınla çırılçıplak çık karşıma! Hesaplaşalım teke tek seninle, şeytan istasyonu kentim benim! Her şeyi senin için yaptım, ama sen her seferinde sırtını döndün bana. Ne değerini verdin Alaattin’in, ne tanıdın onu, tersine hep sattın, hep sattın, sattın… Hazır ol, belgelemeye geldim seni, geçmişin, şimdin, geleceğin benim elimde artık! Hadi bakalım, göster gücünü, engelle elinden gelebilecekse beni, yolumdan çevir yetebilecekse hünerin, cinliğin.” (s. 54)

Roman karakteri açısından bir çeşit “Odi et amo…” durumu olmalı, “Seviyorum ve nefret ediyorum”un dışavurumu; karşılık görmemenin, anlaşılamamanın üzüntü ve kırgınlık yüklü seslenişi.

Bu elbette romanın bütününü kapsayan bir düşünce değil, çok sayıdaki karakterden yalnızca birinin, şenlik belgeselini hazırlamak için Sarayköy’e gelen Alaattin’in içinde olduğu ruh halini yansıtan bir bölüm. Sırada kaç karakter var daha var, bir bilseniz. Çok yönlü bir sanatçı olan M. Sadık Aslankara onu, o yapan tüm yönleriyle doğduğu yer, Sarayköy’e yarattığı karakterler üzerinden çıkartma yapmıştır sanki. Gazeteci, yazar, belgeselci, tiyatrocu… Bir eleştirmenliğini almamış içlerine ki, onu gerçek yaşamında da dillendirmekten kaçınır çoğu zaman.

Aynı zamanda sinematografik yapısıyla da dikkat çeken Sığınak’ta Alaattin’in dışında kimler yok ki; önce Hüsnü (Bu adın Aslankara’nın,Yahya Kemal olmak üzere pek çok şairden ezbere şiirler okuyan Fatih Medresesinden icazetli amcası Hüsnü Aslankara’dan geldiğini varsaysak çok mu kolaycı davranmış oluruz?) Besim Bey sonra, Küçük Muhabir, Oğuz, Ziya, Göksel, Yılmaz Bey, Ercan, Müşerref Hanım, Aysel, Asu, Gülümser, Ülkü Öğretmen, Ömer, Meral, Kerim, Hacı Mustafendi, Sermin, Kadir, Nihal, Aylin, Kent Ruhu, hatta Hırkalı Ayı ve dahası…

Bunlar elbette romanın kurgusal gerçekliği içinde belirlenmiş adlar; ancak öyle adlar var ki, yazar onları hiçbir değişime uğratmadan -sanırım biraz da haklarını teslim etmek adına- birebir kullanmayı tercih etmiştir:

“İnsanların ne çalgıya dönmüş yüreğiyle Oğuz Öz’den, ne tablolarında Sarayköy’ü yeniden yaratan Ziya Yazıcı’dan, ne de bütün bunları tek tek belgelemişTarhan Toker’den haberi vardır.” (s.17)

Bir ya da ikiyi geçmeyen sayıdaki başkahramanlı türdeşlerine göre Sığınak, okurunun işini bir hayli zorlaştıran, olay örgüsü ve karakterlerinin özelliklerini öyle hemencecik ele vermeyen bir roman. Ya otobiyografik iz sürücüler? Onların işi okurlarınkinden de zor. Aslankara’nın sözcükler marifetiyle oluşturduğu alan derinliğindeki belli belirsizin peşine düşmeleri gerekmekte; kimi zaman belleğe yer etmiş bir sesin, bir görüntünün, kimi zaman çocuksu bir korkunun, heyecanın, iç seslenişin, kendiyle ya da karşısındakiyle hesaplaşma halinin…

“Ne işim var şimdi Sarayköy’ün bağ aralarında, sabahın bu tenha saatinde? Sana soruyorum anne, sana!”

***

“Haa hazır gidiyorsun bağ aralarına, biraz da taze nane yeşil soğan toplarsın artık. Bahçemizden topluyoruz, oh, söylemesi kolay Müşerref Hanım, gidip hırsızlık yapan sen değilsin elin bağından, bahçesinden.” (s.26)

***

“Geri kalan işkenceyi pazarda uyguluyor annesi, buna fit olmamak elde mi? Hırsızlıktan yakalanma korkusunun yanında pazar alışverişindeki utanca söz etmesin artık!

Neymiş, badem salatalığın sap tarafını ısırıp tadına bakmalıymış, acı olmamalıymış, bakıp tükürmeliymiş hemen, mikrop falan kaparmış… Hadi kimseye sezdirmeden tadına baktım; Anneciğim Pazar yerinde nasıl tükürebilirim ben? Yok yok, öyle yapmalıymış ille, hadi mendiller ceplerinde, bu salatalık mendili, bu bakla mendili, iç bakla çıktığında bebenin tadına da bakacak kesinlikle.” (s.28)

Küçücük bir kalbin heyecanla atışı, yaşanmış bir korkunun, kaygının yıllar sonra bir romanda kendini göstermesi… Oysa kırsalda, kim, annesinin bu türden bir isteğini yerine getirmemiştir ki, üzerine hiçbir düşünce geliştirmeden. Olgaç oğlak her zaman bildiğiniz şekliyle belli olacak değil ya, kimi zaman da duyarlılığıyla ayırır kendisini sürüden; sorgulamadan iş gören, emir yerine getirenden.

Bir ses… Yolu Bakırcılar Çarşısı’na düşmüş küçük bir çocuğun kulağında yer etmiş ve bir daha silinmemiş tık tıklar, bakırın dövülme sesi, “Eğer bir gün buralardan söz edersen beni unutma sakın,” dercesine satırların arasından boy gösteren… Ya da çakırtılı tulumbadan foşurtuyla yüze çarpılan o su… Belki de serinliği bugün bile yazarı tarafından duyumsanan…

Yazarın kendi kaleminden özyaşam öyküsüne bakmakta yarar olduğunu düşünüyorum artık; peşine düştüğümüzü, karşılaştırmalar üzerinden doğrulamayı… Aslankara, ki tam da bu noktada yaşadıklarına uzaktan bakmayı, dışarıdan bir gözle değerlendirmeyi başarabilmiş bir yazar olarak çıkar karşımıza. Nasıl mı? Bir anda sizi “Çocuk Sadık”la yüz yüze getirecek, yaşamıyla yazarlığı arasına koyduğu mesafeyi gözler önüne serecek kadar.

“Sinemanın çıkış kapısı aralıydı, daldım içeriye, film bitmek üzereydi ama ben o büyüyle yüz yüze gelivermiştim kıpkısa anda. Bu, yaşamımın silinmeyen görüntülerinden biridir, o çocuğun büyülenmiş halde perdeye bakışı gitmez gözlerimden.”

Başa dönme zamanı şimdi, bir romanda onca karakteri yaratan Aslankara’nın işin özüne, neredeyse karakterlerin çıkış noktasına işaret eden sözlerine…

“Yazarlığım sonradır. Ondan önce yayıncıydım ben, gazete kurucusuydum hatta. Bunları anlatmalıyım ilkin. Ancak yayıncılığımın, gazete kuruculuğumun yanına iki öğeyi daha eklemeliyim, yoksa eksik kalır; tiyatroyu ve sinemayı…”

Sadece bu mu? Karakterlerini ete kemiğe büründürürken onlara biçtiği rolün, yüklediği görevin temelinde ne vardır dersiniz?

“1960, hatta 61, ortaokula başlamıştım artık. Evimize Cumhuriyet giriyordu, cumhuriyetin o ilk kuşağından gerçek Kuvayı Milliyeci öğretmen babacığım Cumhuriyet’ten başka gazete sokmazdı eve…”

Sadık Aslankara’nın Sığınak’taki karakterleri hele de “kadınları” cumhuriyetin nimetleriyle yetişmiş, cumhuriyetin nitelikleriyle bezeli, ilerici, yol gösterici, bir anlamda örnek kadınlardır. Ülkü Öğretmen karakterinden “Cumhuriyet’in kadın varlığının simgesidir,” (s. 63) diye söz eder örneğin ve onu şu şekilde betimler:

“Saçları hep yapılı, kısacık bir etek bacaklarında, yine de dizlerinden iki parmak aşağıda, kaçığı olmayan ince çorap, ayakkabıları pırıl pırıl, çantasıyla uyumlu. Ama göğüs hatlarını yumuşatan, kalça kabarıklığını düzleştiren üst giyimini hiçbir zaman ihmal etmez.” (s. 62)

Ve devamında şöyle sürdürür anlatımını:

“Çarşı içinde gezinir, kitapçısına uğrar mutlaka, o da bir Cumhuriyet okurudur elbette ama Fetih Kitabevi’nin sahibi de yürekten saygı gösterir ona.” (s.63)

“Kentin halk müfettişidir, devrimlerin bekçisi, mesai yapıp karşılığında ücret alan değil, gönüllüsü.” (s.64)

“Nereden bulur bu gücü, sorar kendisine; Babamdan herhalde, der, Atatürk’ten.” (s.64)

Romanın bir başka kadın karakteri Eczacı Gülümser de benzer referanslarla çıkar karşımıza. Ondan da “… cumhuriyetin kızıdır o, babası bu devleti kuran partinin yanında yer almış hep,” diye söz eder yazar. (s.56)  Ve sonrasında romanın bir yerinde Gülümser’e şunu söylettirir: “Ah sevgili Ülkü Hanım, Ülkü Öğretmenim benim, inançlı, idealist ablam…” (s.58)

Aslankara’nın roman karakterlerinin cumhuriyetin örnek tipleri olması çok da rastlantısal değil yani; içine doğduğu ailenin vazgeçilmez değerleriyle yakından ilgili; babası gibi Cumhuriyet Gazetesi okuru olmaları, Kuvayımilliyeci yanlarını korumaları vb. Bu seçimde elinde yetiştiği eğitimcilerin katkısı da yok değildir.Yazarın değerbilirliğinin bir göstergesi, farklı farklı adlarla çıkar bu öğretmenler okurun karşısına; Sığınak’ta Ülkü Hanım, Ömürdeğer’de Nilüfer Özmen…

Romandan romana sıçrıyor olmak istemem ancak değinmeden geçemeyeceğim, Nilüfer Özmen, M. Sadık Aslankara’nın yaşamına çok şey katmış gerçek öğretmeni Murat Özmen’den başkası değildir aslında. Yazarın sözcüklerden gökkuşağı yapıp altından geçirdiği, erkekken kadın kimliğine büründürdüğü bir isim; yaşamının kıymetlilerinden…

Eleştirmen, yazar Çiğdem Ülker, Ömürdeğer üzerine kaleme aldığı inceleme yazısında, “Bertrand Russell’ın ‘hayatta karşılaşabileceğiniz en büyük şans çocukken gerçek ve iyi bir öğretmenle karşılaşmaktır’ sözünü kanıtlarcasına romana girer Nilüfer Öğretmen,” der, Nilüfer Özmen’le ilgili olarak; M. Sadık Aslankara’yı, M. Sadık Aslankara yapan tüm öğretmenlere teşekkür yüklü bir selam gönderircesine. Ne gurur, bir yazarın hayatında anlamlı bir yere sahip olmak!

Sadece yaşamının kesiştiklerine, kendisine emeği geçenlere duyulan bir vefa duygusu mudur Aslankara’ya romanlarında bazı isimlere yer açtıran? Elbette hayır. Yazara romandaki Ercan karakterini yazdıran, bir ara “Müdür Bey”li banka kartı reklamıyla yıldızı parlayan oyuncu Önder Açıkalın’dır örneğin. Oyuncunun hızla parlayıp sönen yıldızı, ölümcül bir hastalığın pençesindeyken olanaksızlıklar nedeniyle memleketi Denizli’ye dönmek zorunda kalışı derinden etkiler Aslankara’yı ve hemşehrisi Açıkalın’ı Ercan karakteriyle ölümsüz kılar.

Peki, yıllar önce intiharıyla Sarayköy’ü derin üzüntüye boğan aşk mağduru genç bir kız ile yıllar sonra o kızın intiharına sebep olduğunu kartvizit gibi kullanan sözüm ona bir erkek ne şekilde yer almıştır dersiniz Sığınak’ta? Hangi ada ve karaktere dönüşerek?

Salt karakterlerle sınırlı kalmaz Aslankara’nın değerbilirliği. Cumhuriyetin eseri olarak gördüğü her türlü değere karşı da benzer duyarlılıklar gösterir. Bir okulun inşa ediliş hikâyesi de çok önemlidir onun açısından, mirasyedi mantığıyla kültürünü har vurup harman savuranı, kültürüne hor gözle bakanı uyarmak da. “Bu okulun taşlarını cumhuriyeti kuran o ilk idealist kuşak koydu,” (s.171) dedirtir Ülkü Öğretmene kürsüden örneğin, Harf Devrimini, Köy Enstitülerini, Hasan Âli Yücel’i anmayı ihmal etmeden.

Şimdi sanılmasın, baştan sona propagandist bir anlayışla oluşturulmuş bir yapıttan söz etmekteyiz. Aksine, ikili ilişkilerin (O ikili ilişkiler ki yaşama muhafazakâr bir yerden bakıyorsanız anlayış sınırlarınızı zorlayabilir) ve taşra sorgulamasının merkezde olduğu, insana özgü sıkıntıların son derece başarıyla ortaya konduğu bir roman Sığınak.

“En zor yanı taşranın, yaşamın ağdalanıp taşınmayacak hale gelmesi… Taşrada yaşamak bu, her gün azar azar ölmek… Taşra bulanık su… Ya taşrada taşralı olunur ya da hasta… Konuşma taşranın tek kültürel etkinliği… Taşra yaşanmaz değil, ama bir başka seçeneğiniz yoksa, çaresizseniz, zorunluysanız, ne olmuş, ölüm yok ya ucunda yaşar gidersiniz…” (s.84- 96-197)

Romanda, reklam şirketi sahibi Ömer’le karısı Meral’in, bankacı Metin’le karısı Aysel’in, yanı sıra sevgilisi Aylin’in ilişkisi öne çıkadursun, salt karşı cinsler arasında şekillenmez Aslankara’nın ikili (kimi zaman üçlü) ilişkileri; kendi doğallığında gelişir kimi zaman, gerçek yaşamda olduğundan farksız, sorgusuz, hesapsız. Yine tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi, mümkün olduğunca gözlerden uzak, içten içe yaşanmak zorunda kalınır. Peki, şimdi bu “sıradışı” ilişkinin tarafları gerçek yaşamda kimler midir?

Bazı isimler üzerine M. Sadık Aslankara ile görüştüğüm, hatta kendisini sıkıştırdığım doğrudur; ancak bu konuda herhangi bir merakımın oluşmadığını söylemeliyim. Ne olacak şimdi? İş “dedektif okur” grubuna mı kalıyor bu durumda? Uğraşmayın, derim. Karakter zengini Sığınak’ta öyle yaşamlar saklı ki onları aşıp, bu ilişkilere gelebileceğinizi hiç sanmam. Hele de romandaki yazar Kerim karakterinin kitabın yazarı ve belki de tüm yazarlar adına söylediği, yeniden yaratma becerisine işaret eden şu sözlerinden sonra:

“Merhabalar sayın kahramanlarım, merak etmeyin, sizi de yazacağım, sizi de, ah sizi yazmaz olur muyum sayın bayan, siz olmazsanız romanım varlık gösterebilir mi hiç sayın bayım, kuşkulanmayasınız, hepinize de çok özel yer ayırdım sayfalar arasında size, size, tek tek… Okuduğunuzda siz de beğeneceksiniz eminim, belki biraz eksik bulacaksınız, biraz fazla belki, ama sizde kabul edersiniz ki, sizin tıpkı tıpkınızı yaratamazdım, bunu Tanrı yapmış nasılsa, ben onu biraz bozarak, biraz değiştirerek yeniden yaratmaya çalışırım, yazarlık hüneri bu değil midir; öyleyse izin verin, sabırlı olun, sonuna dek bekleyin, bir de yaratılmış halinize bakmak için hoşgörülü olun, olur olmaz yerlerine kızmayın suretlerinizin, bunu yaratan ya da yapan, o da bir yaratılmıştır deyin en iyisi, boş verin, ne bileyim umursamaz davranın, hah, evet evet umursamayın, bakın ne kadar kolay olacak katlanması buna, ha ne dersiniz?” (s.183)

______________

Aslankara, M. Sadık, Sığınak, Can Yayınları, İstanbul (2003, 1. Basım)