NURSEL DURUEL’İN, M.SADIK ASLANKARA İLE SÖYLEŞİSİ…
º Edebiyat, tiyatro, sinema… Farklı alanları bir arada yürüten, her birinin de çeşitli dallarında çalışmaları olan bir sanat adamısınız… Yaşamöykünüze bakıldığında hepsinin -bugün için- kocaman bir öykü parantezi içinde yer aldığı söylenebilir. Yayımladığınız ilk edebiyat ürünü öykü, 1965’te Denizli’de Pamukkale gazetesinde çıkmış (“Beyaz Atkılı Kadın”). Otuz yedi yıl sonra yayımladığınız ilk öykü kitabı Uykusu Sakız‘la 2002 Yunus Nadi Ödülü aldınız. Bu süre içinde iki oyun (Kevser’di, Ev-Ses), üç roman (Kör Memdali’nin Çınar Ağacı, Bin Yüz Bir Giz, Selgesus’ta Buse) çıkardığınız halde öykü dosyalarınızı elinizde tutmayı yeğliyorsunuz… Neden, öykü türü üzerinde yazılar yazıyor olmanızın bununla bir bağlantısı var mı?
İnsan, kendisini tek bir sanat dalının sınırları içinde kalmak yerine bütün sanat dallarında ifade edebilmenin peşine düşüyor yaşamı boyunca. Yalnız sanatçılar için değil, herkes için geçerli bu. Çünkü bu, insanın doğasında var, önüne konulanla veya verilmiş ya da verili olanla yetinmemek! Klasik sanat türlerine yenilerinn eklemlenmesi, ileride eklemlenebilirlik olasılığı da bunun göstergesi bir bakıma. İnsanın yetinmezliği onun doğasında, doymazlığı da elbette… Ancak bu, iştahla ilintilendirilmemeli! Yani insan, birinde doyup ötekine yöneliyor değil; çok iştahlı, obur da bu yüzden her alana el atıyor da değil! Bu, olsa olsa insanın doğasındaki yetinmezlikle, doymazlıkla ilintilendirilebilir herhalde…
Ne var ki sanatçı pek çok alanda ürün verse de bunların kalıcı olmasını, sanatsal değer taşımasını sağlamayabilir bu çabası. Bakarsınız, tek bir alanda tek ürün bırakmış sanatçı, hemen her alana el atıp yapıtlar vermiş birine oranla çok daha fazla kalıcı olmayı başarmış… Bu tür örneklerle sıkça karşılaşılmıştır. Burada karıştırılmaması gereken yan, insanın doğasında farklı sanatlara yönelme tutkusuyla bu alanlardaki başarı arasında doğru bir orantı olmayabileceği gerçeği… Öyleyse birinin, diyelim bir yazarın farklı sanat türlerinde ürünler veriyor olması, onun çalışkanlığının kanıtıdır kuşkusuz ama başarısının değil!
Peki romanlar, oyunlar, öyküler, denemeler yazan biri olarak ben kendimi nereye koyabilirim? Sonra yüzü aşkın belgesel metnini ve senaryoyu, yönetmen olarak imza attığım oyunları, belgesel filmleri nereye koyacağım? Ya oyunculuk deneyimlerimi? Gerek yakınlık ve içlidışlılık gerekse üretim bağlamında öne çıkan bir tür var mı bunlar arasında?
Eğer izniniz olursa burada alanı daraltmak zorundayım öyleyse… Eylemli tiyatro ile eylemli belgesel sinema çalışmalarımı, bu alanlarda yönetmen olarak üretimlerimi dışta tutarak söyleyeyim, bugüne dek yazı ve yazın üretimimde sizin dile getirişiniz, kuşkusuz bir gerçekliğimi vurguluyor benim… İlk yayımladığım öykü, son yayımladığım öykü demeti Uykusu Sakız; arada yazdığım ama yayımlamadığım onlarla öykü… Yayımlamadığım onlar değil yalnızca; ama öyküde konumumu öne çıkaran bir farklı yan var: öyküler üzerine yazarken, eh hadi diyelim romanlar yayımlamış, oyunlarının varlığı bilinen biriyken günün birinde birden bir öykü yazarı olarak çıkıyorum ortaya…
Burada bir itirafta bulunayım… Günlerce kararsızlık geçirdim; öykülerimi bundan böyle yaşamım boyunca hiç yayımlamama düşüncesi yönünde gidip geldim… Çünkü yüreğime sıvanmış duran insanları kandırmışım, kandırıyormuşum duygusunu bir türlü söküp atamadım içimden… İnsanlar benden öykü üzerine yazı beklerken, benim öykü yayımlamam doğru olacak mıydı? İşte o zaman, Memet Fuat’ın bir açıdan yazıklanması olarak alınabilecek sözleri yetişti imdadıma: “Bu oldukça garip bir tutum. Övünerek söylemiyorum bunları, övünülecek bir şey değil. Yazma gücünüz varsa bunu engellememelisiniz. Yazmak, yayımlamak gerekir. Ama ben kendimi hep engelledim.”
Öykülerim yayımlandı, ben de bu işkenceden kurtuldum. İşte herkesin önündeydim ve çıplaktım… Meğer kendi öyküleri de ortalarda dolaşan biri olarak öykü üzerine yazılar yazmak ne denli rahatmış böyle… Öykü yayımlamadaki bu çekinikliğimi aşmış olmak, içtenlikle söyleyeyim beni çok rahatlattı. Öyküler üzerine yazmaya, düşünceler üretmeye daha da ağırlık verdim, çünkü rahatlamıştım… Yeni öykü dosyam da hazır, büyük olasılıkla 2003’te bunu da gün yüzüne çıkaracağım sanıyorum.
º Uykusu Sakız‘daki on üç öyküyü, üç ara başlık altında toplamışsınız. Bütün öykülerin anlatıcısı aynı kişiymiş gibi gözüküyor. Özellikle ilk öykülerde anlatıcı çok küçük bir oğlan çocuğu; sonlara doğru artık yetişkin birisi. Tek anlatıcıyı öyküler arasında bağ kurmak için mi seçtiniz?
Uykusu Sakız, tek anlatıcılı bir öykü değil elbet ama öyle gözüküyor… Aslında her bir öykünün anlatıcısı farklı, ama bakıyorsunuz bu anlatıcılar tek bir anlatıcı imgesi altında bir araya geliyorlar yani “tek”leşiyorlar. Yanılmıyorsam eğer, bunu sağlayan iki yaklaşımından söz edilebilir öykülerin: Değişen dönemlere karşın, isterseniz on yıllar boyunca deyin buna, değişmeyen idealler; değişen anlatılara karşın erdemden, namustan yana değişmeyen ahlak anlayışı onların… Sanırım bu iki temel, öykülerde sanki bir tek anlatıcı varmışçasına yanılsamaya yol açıyor. Birbiriyle kesişmesi olanaksız zamanlarla uzamlara, birbirleriyle örtüşmeyecek kişiliklere karşın bu böyle… Buna bir üçüncü yan olarak yazarın dünya görüşü de eklenebilirmiş gibi geliyor bana…
Böyle olunca okurun, öykülerin tek anlatıcısı olduğunu düşünmesi doğal. Kaldı ki öykü adları da bu yönde kışkırtıyor okuru, okuma eyleminde tek bir ad çıkıyor öne herhalde: “Uykusu Sakız”. Nitekim bu da bir imge.
Neden böyle bir yol izledim? Kırılmalar, yansımalar da binlerce ışığın yarattığı oyunlar değil midir? Aynı bir olgunun binlerce etmeni olabilir, ancak temeldeki olgu aynıdır yine. Örneğin çocukluk… Herkesin kendi çocukluğu ayrı ayrıdır elbette, ama bütün bu çocukluklar tek bir “çocuk” imgesi çevresinde bir araya gelebilir. Ama bu da yine binlerce kırılmayla, yansımayla oluşur… Başka başka çocuklukları yakalayabilmek olanaklı olabilir miydi yoksa? Nitekim bana aktarılanlar yanıltmıyorsa eğer beni, Uykusu Sakız‘daki öyküleri okuyan değişik yaş gruplarının üyeleri, anlatı zamanı ile denklik içinde olmasa da kendi çocukluklarına gidebilmişler öykülerin eşliğinde…
Böyle bir yol izlemeseydim, kimbilir, belki bu denli üzerinde de durulmazdı Uykusu Sakız‘ın.
º İlk öyküde çocuk neredeyse meme çağından yeni kurtulmakta. Duyular yoluyla annesinin gizlerini paylaşıyor ve yetişkinliğinde o ilk izlenimleri yeniden yeniden harmanlayarak farklı sonuçlara gidiyor. Anne ise sürekli verdiği şaşırtmacalarla işi daha da bulandırıyor. Bu öykü sanırım sonrakilerin de belirleyicisi durumunda. “Çocuklar Diller”le bakışımlı bir öykü bu…
Uykusu Sakız‘daki “Anneler Gizler” ile “Çocuklar Diller” adlı öykülerin bakışımlı öyküler olduğunu bana ilk siz söylüyorsunuz. Söyleşiyi yapan çok usta bir öykücü olunca öyküdeki her adımınızda yakalanıyorsunuz böylece. Evet, ben de tam böyle olsun diye art arda koydum bu öyküleri…
Bu öyküler başkaları için bir önem taşır mı, taşırsa bu ne boyuttadır bilemem, ancak annelerin gizlerinin hem çok önemli olduğu, hem de bunun temel bir izlek ve işleme anlamında sanatçı için uçsuz bucaksız br verimllik taşıdığı kanısındayım ben. Herkesin, kendi payına annesiyle yaşayacağı gizler bulunduğuna inanıyorum. Yeter ki dürüstlük göstersin, kendisine karşı açık sözlü olsun! Nitekim çocukluğumuzda annemizin bizden kaçırdığı gizler olmamış mıdır? Annemizle babamız arasında kavramak isteyip ama bir türlü anlamlandıramadığımız o ilişkiler boyutunu, derinliğini düşünelim; hâlâ berraklığa kavuşturamadığımız o kaygan gerçeklikleri anımsayalım, daha iyi anlaşılacaktır bu durum. Öyküler, bu yanıyla annelerin gizleri, gizlemeleri; babalarınsa ya da genelde erkeklerinse bunları araması, aralaması olarak da özetlenebilir belki…
º “Çocuklar Diller”in anlatıcısı bir drama eğitmeni. Böylece çocuk dünyasında oyunun, tiyatronun sağaltıcı etkisine girilmiş oluyor. Zaten kitaptaki öykülerin çoğunda tiyatroculuğunuzdan izler var…
“Çocuk dünyasında tiyatronun sağaltıcı etkisi” teknik bir konu… Bunu saptamış olmanız ne kadar iyi! Öte yandan tiyatro, yalnız yöneldiği insanda değil, onu yapan insanda da sağaltıcı özellikler gösterir. Benim yazarlık yaşamımı besleyen damarlardan biri de tiyatro.Böyle bir olanağa kavuşamamış yazarlar adına hep üzüldüğümü söylemişimdir öteden beri…
Yunus Nadi Ödülü açıklandığında Hikmet Altınkaynak, “Yıldız’da Sahbet” başlıklı TV programına beni konuk etmiş, “Edebiyatın yanı sıra tiyatrocusunuz ve belgesel sinemacısınız, bunlar da yer alıyor mu öykülerinizde?” gibisinden bir soru yöneltmişti bana…
Tiyatro ile belgesel sinemada da yazarlığımın etkleri söz konusudur kuşkusuz ama yazarlığımda tiyatronun, belgesel sinemanın etkleri neler olabilir, buna değineyim bir iki satırla… Uykusu Sakız‘da, doğrudan tiyatronun, sinemanın konu edildiği öyküler de var; ama yazarlığımda tiyatronun, sinemanın etkisi bunlarmış gibi alınmamalı; bunlar konu, izlek bağlamında her yazarın öyküsünde de görülebilir. Tiyatronun, belgesel sinemanın benim yazarlığımdaki etkisi bu türlerin kendi iç dinamiklerinde gizli yanılmıyorsam… Tiyatroda, sinemada neler öğrenmişsem, neler uygulamışsam, bunların birikim bağlamında edebiyata kaymaması düşünülebilir m? Diyelim bir oyunda yönetmen ya da oyuncu olarak bir karaktere çalışıyorsunuz, bu karakterle ilgili yazarın vermediği ipuçlarını yönetmen olarak siz çıkarıyorsunuz, diyelim yönetmenin görmediği kimi ayrıntıları da oyunculuğunuzla siz bulgulayıp yaratıyorsunuz. Hatta kimileyin oyun sahneden indikten nice sonra, günün birinde birden, “Ah, o karakter şöyleydi,” deyiveriyorsunuz… Böyle bir zenginliğin öykü kişilerini belirginleştirmede nasıl büyük olanaklar yaratacağı ortada! Aynı durum belgesel sinema için de geçerli! Bir yandan konunuzu çok iyi bileceksiniz, belgeselinizi, daha çekimler bitmeden bitmiş gibi gözünüzde canlandıracaksınız öte yandan bunu besleyen gerçekçi ayrıntı planları tasarlayıp bunları çekeceksiniz… Bir yandan mekân araştırması yapıp mevsim, ışık hesabı tutacaksınız, öte yandan bunları zamana yerleştireceksiniz. Hem bilime, verilere bağlı kalacaksınız, hem sanat yani kurgu yapacaksınız… Bunun da yazarlığımı besleyeceği kuşku götürmez…
Ben kendi payıma bunlardan büyük kazanç sağlıyorum, buna seviniyorum, ama umarım okur, edeyibat tadının ötelendiği, tiyatro ve sinema tadının baskın çıktığını düşünmez öykülerimi ya da romanlarımı okurken… Eğer elimde olmadan edebiyat tadını yeğnileştirmişsem yazdıklarımda, üzülürüm doğrusu; çünkü ben yazdıklarımda tiyatro, sinema değil edebiyat yapmaya çalışıyorum, nasıl ki sahnede tiyatro, perdede sinema yapmaya çalışıyorsam…
º Öykülerin ana kişisi ve anlatıcısı çocuk olunca, ev içlerindeki yaşam, kendiliğinden öne çıkıyor galiba. Bu açıdan bakıldığında Uykusu Sakız, aynı zamanda aile içi ilişkilerin toplamı… Memduh Şevket Esendal’ın öykü dünyasına götürüyor bizi. Çok sıcak, duyarlı ve bol ışıklı ortamların öyküleri bunlar… Barındırdıkları onca hüzne ve acıya karşın… Ne dersiniz?
“Uçurtmalar Ağlar”da şöyle bir tümce var: “Evler avlu içinde Sarayköy’de, avlularsa ova. Aştık mı avlu duvarını, ovadayız.” (122) O yıllarda Sarayköy, elip biçiminde anacaddenin çvresine yerleşmiş ilçeydi. Bu caddeden giren biri için görünen yapılardı belki ama, neredeyse hangi evinden girseniz, ovaya çıkardınız sanki… Sonradan Denizli’ye taşındığımızda da yaşadım bu gerçekliği…
Kocaman, uçsuz bucaksız avlular içinde tek tek evlerdi, kapıları, pencereleri birbirine açık… Kimse kimseye küs değildi, kimsenin kimseden gizlediği bir yanı da yoktu. Çocukluğumda girip çıkmadığım ev, gezinmediğim avlu kalmadı… Gizlilikleri yoktu benim için, her yanlarını, her hallerini gördüm evlerin, insanların… Özellikle de benden büyük kadınların… Ev içlerinin yaşamlarına öyle çok tanıklık yaptım ki, zaman zaman yazdıklarıma sızdığında bu, açık söyleyeyim, utanıyorum. Hiç kimseler tanımasa da ben biliyorum ya onların kimi gizlerini kırıntılar biçiminde yazdıklarıma serpiştirdiğimi… Kızıyorum kendime, ihanet ettiğimi düşünüyorum onlara… Böyle yapmaya hakkım olmadığını… Sanki onların yaşamlarını çalmışım gibi bir eziklik duyuyorum içimde. Şimdi düşünüyorum da, ne çok şey borçluyum aslında ben o kadınlara. Yazarlığımın gerçek ebesi belki de onlar…
Uykusu Sakız, bir açıdan bu kadınlara, o ev içlerine sunulmuş bir minnet borcu belki de… Uykusu Sakız‘la ilgili olarak “aile içi ilişkiler toplamı” saptamanıza bakarak söylüyorum bunları. Öykülerimi Esendal’ın öyküleriyle ilintilendirmiş olmanızdan ise onur duyuyorum yalnızca…
Uykusu Sakız‘daki öykü evreni de, öykü kişileri de bire bir örtüşme içinde. Dikkat edilirse tıklım tıkış bir yoğunluk göze çarpmaz bu öykülerde. İnsan azdır, mekânlarsa geniş. Böyle olunca, ne denli rekabet içinde olsa da o genişlikle başa çıkabilmek için dayanışmak zorundadır insanlar. Bu yüzden acılarda bunu paylaşıp dayanışırlar, mutluluklarda ise bunu üleşip sevinirler… Öyküleri “sıcak, duyarlı ve bol ışıklı ortamlar”la ilintilndirmeniz de onların bu özelliğinden kaynaklanıyor herhalde. Bir de yaydıkları iyimserlikten… Yazarın iyimser dünya görüşünün dışında öykü kahramanlarının yaşama bakışlarından kaynaklanıyor bu. Bakıyorsunuz, hepsi yoksul, acılar içinde yaşıyor; ama onca çözümsüzlük, sorunların birikmişliği karşısında küsüp bir köşeye çekilmiyor, yaşamdan el etek çekip kendi içine kapanmıyor. Yaşadığı mutsuzluk, olumsuzluk nedeniyle diğerinden utanmıyor, çünkü öteki de bunu yaşıyor, birbirleri arasında bir uçurum yok bu anlamda.
Saklısız, gizlisiz bir ev içi yaşamı bu! Her şey, herkesin gözü önünde olup bitiyor çünkü. Gizleri olan tek varlık belki kadınlar yine… Güçlü olanlar da…
º Çocuğun dünyasını belirleyen yalnız toplumsal ilişkiler değil, aynı zamanda Sarayköy’ün doğası ve geçmişi… “Uçurtmalar Ağlar” başlıklı öyküdeki deyişle “haritaya yerleştirilmiş bir yeşil küfe”, “kayalaşmış denizyıldızlarının bile yüzeyde göründüğü” bir toprak parçası…
Sarayköy’den söz açarken evlerin bir yüzleriyle yapı olarak görünmekle birlikte gerçekte avlularla, sonuçta ovayla bütünleştiğini söyledim.
Uykusu Sakız‘daki öykülerin doğayla bütünleşmeleri de bunun olağan sonucu olmalı. Çünkü insanlar yapay bir evren içine çekilmemişler henüz. Çocuklar işte bunun verimini sürdürüyorlar buradaki öykülerde. Adım attıkları yer doğanın bağrı, geçmişin izleriyle örülü kalıntılar. Her çocuk, deyiş yerindeyse eğer, kendini doğayla sınıyor. Aileler denli önemli bir belirleyen bu, sizn de çok yerinde bir vurguyla belirlediğiniz gibi… Doğa karşısında bu sınamadan geçmeyen, başarılı sınav veremeyen kim varsa, özellikle çocuklar arasında bir tür aşağılanmayla karşılaşıyor… Bu, bugün yalnızca kırsal alan çocuklarına özgü bir yan olarak kalmıştır belki, kembilir bu da kalmamıştır belki…
Oysa bu yan çok önemli! Çünkü yalnız insan değil, hayvan da böyle bir sınamayla deniyor kendini, oyunlar kuruyor; çünkü doğa karşısında bu yönde sınavı kazanamayanlar, kendilerini besleyip var edecek bir değerler dizgesi de oluşturamıyorlar ne yazık ki! Günümüz insanı, plastik bir evrenle kuşatılmasına karşı beklenilen tepkiyi vermiyor, bu nedenle olmalı, yapılan edebiyatı anlamakta da güçlük çekiyor. Öyle ya onun edebiyatı da plastik olacaktır. Ancak buradan yola çıkarak kıra, doğaya dayalı bir edebiyatın, ötekilerin üstünde olacağı anlamına gidilmemeli! Ama şu da var: İnsanı bütünleyen ilişkiler yumağı içinde doğayı, onu var eden katmanları göz ardı ettiğinizde, kim ne derse desin, sonuçta eksikli bir edebiyat ürünü çıkar karşınıza.
º Kitabın adı, anlatıcı konumundaki çocuğun algılarını, dünyasını çok iyi iletiyor bize. Bunun içinde, dünyayla, bedensel hazlar aracılığıyla kurulan ilişkiler de var. Özellikle annesiyle, büyükannesiyle, teyzesiyle kucak kucağa yaşarken… Günümüz yaşam biçiminin eksilttiği bir sevgi ağını mı hatırlatmak istediniz okurlarınıza?
Uykusu Sakız‘daki öykülerde yer alan “bedensel haz”ların erosal birer anlatı biçiminde alımlanmasını istemem doğrusu. Çünkü bunları birer varoluş öğesi olarak serpiştirmeye çalıştım ben. Doğa karşısında insanın kendisini sınamasının bir parçası ya da… Öyle ya, yaşamımızın en önemli yönlendiricisi değil mi yaşamı sürdürme dürtüsü? İşte bedensel hazların keşfi, yaşamı sürdürme isteğinin keşfi aynı zamanda… Bunu kim yapacak? Anneler, kadınlar yani… Annelerin ya da onların konumundaki kadınların, bu öykülerde çocukların cinsel anlamda da ebeliklerine soyundukları görülür… O yıllarda, o yaş erkek çocuklarına, kadınların sanki bedenlerini gizlemeden, tersine bir anatomi dersinin canlı modelleri gibi gösterdikleri yönünde bir kuruntumu da açayım bu arada. Bilmem doğru mudur bu gözlemim, ama kadınların, erkek çocuklarının cinsel organlarıyla şakalaştıklarını, çırılçıplak bedenleriyle onları kucakladıklarını, bu arada memelerini, karınlarını (ama kasıklarını asla değil!), sonra bacaklarını gösterdiklerini biliyorum. Yaşdaşlarımın da bunu çokça yaşadıklarını… Kimbilir, belki olanaksızlıkların, yan yana yaşama zorunluğunun getirdiği bir dayatmaydı bu!
Ama bir kez daha altını çizeyim; kadınların bu oyunu, erkek çocuklarına cinsel kimlik kazandırma amacı taşıyordu herhalde, belleğimi onca zorlamama karşın, hiçbir sapkınlık boy vermiyor bu görüntülerde! Burada şunu da söylememe izin verin lütfen; sanatsal açıdan olağanüstü bir zenginlik sunabilecek böyle bir izleğin ve konunun, yukarıda dile getirdiğim bayağılıktan da kendini kurtarması gerekir. Bizde, alaturka bir kafayla, bunun anne-oğul arasında yaşanan bir cinselliğe kaydırılabileceğini düşündüğümden, bu yönde daha en başta uyarıda bulunmayı görev sayıyorum!
Günümüzde, artık böyle bir yaşama biçiminin izlerine rastlanmıyor! Erkek çocuklar, kendilerini sevgiyle kuşatan anne-kadın ellerinden öylesine uzak, öylesine yoksun ki, onlara cinsel kimlik kazandıran anne-kadınlar öylesine çıkıp gitmiş yaşamlarından, öykülerin bu yanı çok ilgi çekti, epeyce duruldu üzerinde… Sanırım biraz da inanılmazlıkla bakıldı olup bitenlere…
İşin gerçeği şu: o kadınlar, yani o anne-kadınlar yok artık, onların sevgileri de! Şimdiki zaman dilimine böyle anne-kadınlarla erkek çocuklar yerleştirmenin olanaksız olduğunu düşünüyorum bugün.
º Öykülerinizde kadınlar başat durumda. Kocasının “Ruhum,” dediği büyükanne, anne, cumhuriyet öğretmeni Sara Hanım, sosyalist Zehra Hanım, ut çalan yenge, komşu Esin Hanım ve diğerleri… Neden? Aynı zamanda öykü kişisinin en çok hesaplaştığı da onlar…
Bütün bunların ardından Uykusu Sakız‘da kadınların başat konumda bulunması olağan artık. Bu çerçevede, kocası tarafından “Ruhum,” diye sevilen büyükanne, gizler olsa da çocuğuna sevgide kusuru olmayan anne, cumhuriyetin ilk öğretmenliğini yapan, yaşamını cumhuriyetle özdeşleştiren Sara, tüm sıkıntıları göğüsleyip sosyalist kalmayı beceren Zehra, aşktaki kırgınlığını uduyla dengeleyen Nezihe Yenge, yaşadığı onca kıstırılmışlığa karşın erdenliğini koruyan Esin, bir başka erkeğe beslediği aşkına sahip çıkan Mine, sonra öteki kadınlar, öteki anneler… Hepsi de birer çığlık bu kadınların. Yaşadıklarını birer “ilk” gibi yaşıyor çünkü bu kadınlar, bu yüzden de kahramanlar. Baştan bu yana anlattığım nedenlerle her biri birer öncü kendi çevrelerinde; yol açıcı, kaba deyişle öykülerdeki erkeklerin yaratıcıları, biçimlendiricileri… Yani hepsi brer ana tanrıça kısaca! Bu nedenle öykü kişilerinin bunlarla hesaplaşmaya girişmesi çok doğal! Öyle ya, öykülerdeki erkekler, kendilerine en yakın olan bu ana tanrıçalarla tartışmaya, onlarla kıyasıya çatışmaya girmeyip ne yapacak? Kendini var edebilmek için, var edici bu bağlardan kurtulup özgürleşmeye yönelecek… Ne var ki, öykülerdeki erkekler kendilerini var eden bağlardan, bunların yaratıcısı kadınlardan ne denli kurtulmaya çalışırsa çalışsın bunu başaramıyor… Başaramayınca da kadınları kutsayan metinlere dönüşüyor öykülerin her biri. Sonuçta Uykusu Sakız‘ın imge anlamındaki karşılığı için, “erkeklerin ana tanrıça kucağı” denebilir belki de…
º Öykülerin toplamı bir dönem panoraması çiziyor. Ağırlıklı olarak 1950’li, 60’lı yıllar… O yılların Anadolu kentlerinde çok önemli bir yer tutan sinemalar ve peş peşe kapanan kitapçılar… Bu açıdan “Gidenler Öyküler başlıklı son öykü, okuru, yeniden önceki öykülere gönderiyor… Bunu özellikle mi istediniz?
Uykusu Sakız‘ın son öyküsü, “Gidenler Öyküler”, “… Benim öykümü kim yazacak?” diye sona erer. Bu tümcenin hemen ardından ilk öyküye dönmek olası. Onun ilk tümcesi de nitekim şöyle: “Biz buraya dışarıdan gelmişiz, İzmir’den.”
Sizin saptamanıza öteki okurlar da katılır mı bilmiyorum, ama tam da sizin saptadığınız gibi düşündüm ben. İstedim ki, son öykünün ardından önceki öykülere gidebilsin yeniden okur… “Uykusu Sakız” hali sürdüğüne göre…
Ama Uykusu Sakız‘daki bu öyküler üzerine açımlayıcı yazılar yazılmadı pek. Kimilerinin yazılı iletilerine, yüz yüze geldiğimizde bana söylediklerine bakılacak olursa, benim öyküler üzerine yazıyor olmam engellemiş bunu, yani yazmaya çekiniyorlarmış. Canları sağ olsun. Bu kendilerinin bileceği iş. Ama ben kendi payıma, öykü yazmayı da, bunun yanında öyküler ve öykü sanatı üzerine yazmayı da sürdüreceğim elbette. Bu da benim seçimim!
Bunu şunun için dile getirme gereği duydum. Nursel Duruel gibi çok usta bir öykücünün bırakalım benimle söyleşi yapmaya gönül indirmesini, öykülerime dönük soru tümceleri bile, Uykusu Sakız için olağanüstü yararlandığım bir değerlendirme olarak çıktı karşıma… Sevgili Nursel Duruel, hem beni onurlandırdığınız, hem de düşüncelerinizden beni yararlandırdığınız için size çok teşekkür ediyorum.