SADIK ASLANKARA’YLA SÖYLEŞİ
(CUMHURİYET KİTAP)
ERDEM ÖZTOP
– Sadık Ağabeyciğim, romanlarınız uzun zaman dilimlerinden sonra okurla buluşuyor. Bunun nedenini merak ediyorum ilkin? Öyküyü küstürmemek için mi (ara dönemlerde öyküleriniz yayımlandı)?
– Kendi payıma üç yazınsal tür üzerinde yoğunlaşmış bir yazarım: öykü, roman, oyun… Bunlara denemeyi ya da genelde düşün yazılarımı ekleyebilir miyim, bunu zaman gösterecek. Andığım türlerle ilişkilerim, on yıllardan bu yana sürüyor. Bu üç farklı dil, üç ayrı evren, üç ayrı yaşama biçimi anlamına geliyor ve ben bunlarla ilişkimi, birbirlerini çiğnemesine, dirseklemesine, birbiriyle yarışmasına izin vermeden sürdürüyorum kendimce. Bu şekilde yaşamak, üç türü birlikte sürdürebilmek, bundan da büyük mutluluk duymak hayatın bana armağanı. Eğer öykü kitabım yayımlanmışsa ötekiler kızakta demektir. Yayımlanan roman ise, oyunlarıma çalışıyorum, oyunlarım gün yüzüne çıkmışsa öykülerimle dopdoluyum demektir bu… Ama dosyalarım biter bitmez bunları yayımladığım anlamına gelmiyor bu söz. Üzerinde tekrar tekrar çalışılmayan, araya uzun zaman bırakılarak dinlendirilmeyen, özeleştiriden geçirilmeyen dosyalar, yıllar sonra da olsa yazarının kafasını yarabilir. Bu nedenle ben, çok çok çok okuyan, çok çok yazan, ama iş bunları yayımlamaya geldiğinde bunları az az kitaplaştıran bir yazarım…
– Kurgusal metinlerinizi ekseriyet Bodrum’a gidip orada kotarıyorsunuz bildiğim kadarıyla? Bu süreci -ya da serüven diyelim(?), anlatır mısınız? Nedir Bodrum’un sırrı?
– Her yılın ekimle ocak ayları arasındaki üç-dört aylık güz-kış dilimini Bodrum’da geçiriyorum. Bu birkaç aylık dönemde çocuklarıyla tatile çıkmış biri gibi yalnızca öykülerimle, romanlarımla, oyunlarımla birlikte oluyorum. Bir de bu türlerde kendime on yıllar içinde çoktan seçmeli yöntemle belirlediğim başucu yazarlarım oluyor yanımda… Bütün yazmalarıma okumayla başlarım. Uçağın havalanması için geçen süre gibi alıyorum bu okumaları. Son beş-altı yıldır yayımlamaya karar verdiğim kitaplarıma son noktayı, evet Bodrum’da koyuyorum. Gündoğan kıyılarında günde bir saatlik gezinti dışında sürekli kapanıp çalışıyorum. Elbette öteki çalışma ortamlarımda da sürdürüyorum bu çalışmaları. Ama Bodrum’un farkı, çocuklarımla arama hiçbir işin, engelin girmesine izin vermeyişim kesinlikle. Bu da benim Bodrum’um diyelim…
– Yeni romanınız Le’ye getireyim sözü. Nasıl us’unuza düştü bu roman?
– Öykü de roman da oyun da bin bir yolla akla düşüyor. Önemli olan daha çiçekteyken dikkat etmek bunlara… Önce sağlıklı tohumlar almak, çimlenmeden fidana, ağaçlaşıp ormanlaşmasına dek bundan her aşamada yararlanmak… Böylece her meyvenin apayrı renk, koku taşıyan, tatlar salan okuma sofralarına taşınmasını sağlamak… Bu çerçevede yalnız “Le” değil bütün sanat ürünleri, yüz kez farklı dölleme denemesinden geçirilmiş, bin ayrı kanaldan beslenerek okur önüne çıkarılmış olmalı. “Le”, 2010’da bitirilmiş, ardından tak-şak diye yayımlanarak ineklere yutturulan hamur topağı gibi okura sunulmuş değil. Son sayfanın son satırındaki 2010 tarihinin “kalite kontrol tarihi” olduğunu belirteyim. Son kullanma tarihine gelince… İşte buna karar verecek olan ben değilim. Daha başka türlü nasıl anlatabilirim bunu Erdemciğim?
– Katman katman ilerleyen Kafkaesk bir roman olarak ön bir tanım yapabilir miyim, katılır mısınız?
-Bu romanı nasıl bir yapılandırmayla yazmaya yöneldiğimi söyleyebilirim de buna dönük başlangıçtaki niyetlerimle ilgili açıklamam ne denli gerçekçi olur? Yaparım yapmaya da doğru olur mu bu? Etkilendiğim yazarlar arasında önemli bir doruğu oluşturuyor Kafka. Onun soyutlayım, dönüştürüm bağlamında getirdikleri, kendisinden önce de bilinen bu tutuma dönük bir çığır açma olgusu aslında. Ona uzak duracağı düşünülebilecek okurun bile ciddi biçimde etkileneceği, okurken tepeden tırnağa titreyeceği bir yazar Kafka. Ve ben, kendi payıma bir Kafka koleksiyoneriyim zaten, ona hayranlık duymasam niye böyle olayım değil mi? Bu nedenle ondan etkilenmemem mümkün değil, ama gözü kapalı bir Kafka konservecisi de olmadım hiçbir zaman.
-Ülkesinin yitik insanı olarak kendini tanımlayan bir anlatıcısı var romanın. Hayata bir yerinde de tutunamamış, içine kapanık, iç seslerinin yolunda ilerlemeyi tercih ediyor… Türk toplumundaki bir dönem erkek karakterine ve haliyle döneme mi vurgu yapma gayesi içinde oldunuz bu romanı yazarken? Okurken hikayeyi ilk anda böyle düşündüm… Ne dersiniz?
-Türk erkeğinin hiç mi hiç değişmediği söylenemez… Öylesine değişiyor ki, hem de nasıl! Bu yeni erkek modeli, kendi kişisel özgürlüğünü önemseyen, evlilikten ya da ikinci kişiyle ortaklaşa sürdürülecek ilişkiden kaçınan, varlığının sınırlarını kendi ekonomisiyle, konumuyla, özgürlüğüyle belirlemiş bir kentli kahraman. Kadın yazarlarımız bu karakterin kadın değişkeleri üzerinde azımsanmayacak örnekler verdi. Hatta bu halkaya kimi erkek yazarlarımızın katıldığı da gözlendi. Ancak buna denk düşecek erkek karakter üzerinde pek durulmadı. Erkeklerdeki değişim, dönüşüm gereğince işlenmedi. “Le”nin kahramanı, böyle bir erkek. Ekonomisi bir ölçüde yeterli, getirebileceği kırılganlıktan ötürü aşka kapalı, genel erkek kalabalığı ile çatışan, hatta daha çok bir kadın azınlıkla anlaşmış görünen biri bu. Cinsel açıdan yanardağ gibi “aktif” olmayışı da bu uyuşumu tetikliyor belki. Genelde öteki erkekler gibi bıçkın, hotzotçu olmadığı, erkek etkinliği yansıtmadığı için kadınların kendilerine yakın bulduğu bir insan. Onun için özellikle metropollerde yeni bir erkek-insan modeli olarak çıkıyor karşımıza bu.
– Selma Baş’ın yazdığı bir değerlendirme yazısı var kitabınıza ilişkin. Orada ana karakteri şizofren olarak tanımlıyor sayın Baş. Ben tümden bu tanıma karşı çıkıyorum, ya siz? Anlatıcının da romanın sonunda sözünü ettiği gibi, neticede ülkenin yitik bir insanı karşımızdaki…
– Erdemciğim, Selma Baş böyle diyebilir, sen başka türlü düşünebilirsin… Yıllar önce Adam Sanat’ta yayımladığım bir yazıda yazar-okur-eleştirmen arasındaki ilişkiyi Bermuda’dan esinlenerek “şeytan üçgeni” biçiminde nitelemiştim. Bu üçgenin köşelerini birbiriyle çakıştırmaya kalkarsak üçgen ortadan kalkar, bir doğruya (çizgiye), hatta noktaya varır. Oysa bu yazınsal geometrinin üçgen olarak kalması çoksesli bir erkenin yaratılmasına da olanak sağlar. Öyle ya üçgenin üç köşesinde üç tanrı duruyor: yazar tanrı, okur tanrı, eleştirmen tanrı… Bunları çatıştırmadan, birlikte aykırılıklarını koruyarak yaşamalarını sağlamak bizim için amaç olmalı. Yazar tanrının işi, roman yayımlandığında biter, bundan sonra okur tanrının işi başlar; beğenir beğenmez, öper başına koyar, tutar yere çalar, yazara laf düşmez burada. Ne ki okur tanrının lafı sözeldir. Eleştirmen ise yazılı, hatta yazınsal bir tanrılık getirir, tıpkı romancı gibi. O zaman da yazar, okur tanrılar saygı göstermek zorunda ona. Eleştirmen de kendi işinin tanrısıdır çünkü. Senin soruna böyle bir yanıt vermiş olayım…
-Bir yerde de anlatıcımız, kendisini küçük yaşantı anlarına bıraktığını imliyor, şehirden uzaklaşıp bir köy yaşantısına yelken açtığından. Evet, şizofrenik bir kişiliğe doğru gidişi var, yaşadıklarından ötürü, ama bunu da hissettiği (ki bu yetisini kaybetmemiş henüz) anda kendini insanlardan ve şehir yaşantısından uzaklaştırıyor… Bilmem katılır mısınız tespitime?
-“Le”nin anlatıcısı, romanda altı çizildiği üzere mutsuz, mustarip biri. Bir tek kendi koşullarında mutlu olabiliyor, genelden ayrılan bir metropol erkek modeli olarak. Kendisini taşıdığı için de gittiği hiçbir yerde huzur bulamıyor. Köyde onu sarsan, beklenti eşiği en düşük düzeydeki bir neneyle onun iki torunu. Bir saflık var burada. Bu saflıkta tuhaf bir ayna buluyor kendisi için roman kahramanı, onu kendine getiriyor bu durum. Kentte böyle değil. Sonra bir yan daha var, kentle köyün ortak değeri olarak kendini gösteren; doğa, köpek. “Le”nin kahramanının köpeği yok, ama kentte de doğayla ilişki içinde zaten o. Anlatıcının bu cep aynasında gördükleri, neden “küçük yaşantı anları” olmasın?
-Yazar-çizer bir kişilik olması anlatıcının (önemli bir sinema eleştirmeni), tüm bu sözünü ettiğimiz durumlarla bir ilgisi olabilir mi peki?
– Hiç kuşku yok, anlatıcı yalnız, mutsuz, mustarip değil, entelektüel anlamda büyük yalnızlık yaşayan biri aynı zamanda. Böyle bir karakterin bütün bunları yaşaması, yaşamayı seçmesi biraz da kendi eğilimlerini yeğlemesi biçiminde alınabilir. “Öteki”leşmiş bütün entelektüellerin başına gelebilecek bir durum bu. Erkek, ama genel erkek kalabalığına uymuyor; entelektüel, ama ötekiler gibi hünerini öne çıkarmıyor. İçine çekile çekile kendini koruyabileceği bir kabuğu, zarı da kalmamış artık.
-Romanın çevresinde dolanalım istiyorum, kitabı okura tanıtmak için biraz da… Romanın özellikle ilk iki bölümünde Gülerguvan karakterinin yaşantısı, siyasi kimliği, anlatıcımıza yaşattığı heyecan dolayısıyla yer yer polisiye unsurları, yer yer de sinemotografik sahneleriyle romana başında sözünü ettiğim çok katmanlılığı katıyor, ne dersiniz?
– “Le”nin kahramanı, Gülerguvan’la tam bir deprem yaşıyor. Karanlıkta ışığa yakalanmış bir tavşan, bir av hayvanı gibi kalakalıyor. Bütün bildikleri, değerleri altüst oluyor. Kendi düşünsel yapısını, erkek olarak cinsel kimliğini, toplumunu, aile yapısını tanımasının ya da sorgulamasının da önünü açıyor bu. Galiba yaşamının önündeki perdelerin tümünün kalkmasını sağlıyor Gülerguvan. Anlatıcının üzerine silinmez bir damga vuruyor. Asıl bundan sonra sorular üretmeye çabalıyor kahramanımız. Olup bitenlerden kalkarak bunlar üzerinde yeniden yeniden düşünmeye başlıyor, bütün bunlardan sağlığı olumsuz etkilense de.
-Aklıma takıldı ve biraz konuyu baş tarafa çekme pahasına gene de sormak isterim: Yaşam serüveninde heyecanı, cinselliğin –ya da erotizmin farklı boyutlarıyla tanışıklığı, kahramanı az önce söz ettiğimiz eşiğe itmiş olabilir mi? Saplantılı ve bir o kadar da bağımlı bir karaktere dönüştürmesi onu Gülerguvan’ın… Mümkün mü bu?
– Cinsellik, yeme içme, barınma, korunma gibi yaşamın en önemli temel edimleri arasında başköşede duruyor. Cinsellik konusunda utangaç davranmak, bunu örtük tutmaya yeltenmek, anlatıyı havasız, susuz, güneşsiz bırakmak gibi bir şey olur… Bu bağlamda ben, kendi payıma romanlarımda olsun, öykülerimde, oyunlarımda olsun cinselliğe geniş yer açıyorum. Erotizm, sanatın olmazsa olmazlarından biri. Erotizm, alımlamalık sanat gibi çakılır kalır bellekte. Pornografi ise makineden yayılan yapay bir saman alevi gibidir, kabadır, sanat dışıdır. Bu da insana özgü bir kültür olmakla birlikte, insanın daha önce bin çabayla kültürleştirdiği cinselliği, cinsel ilişkilerini dışa atmanın aracıdır. Bir tiyatrocu arkadaşımın, birlikte olduğu bir kadın arkadaşı için, “Bu kadın tek bir erkeğin karısı olarak ömrünü tamamlamamalı, her erkeğin biraz biraz karısı olmalı” deyişini unutamam. Gülerguvan’ın bendeki tohumlarının, arkadaşımın bu sözüyle atıldığını itiraf etmekten çekinmeyeceğim burada. Ancak bu kadın karakterin, yaşadığı tecavüzden sonra, cinselliği, biraz da kendisini cezalandırırcasına yaşadığı unutulmamalı. “Le”nin kahramanı, çok aykırı böyle bir Gülerguvan’la tanıştıktan sonra onun büyüsüne kapılmayıp da ne yapsın? Şairlerin sözünü ettiği “evin yolunu unutmak” olgusu şöyle dursun, tüm yaşamı, düşüncesi, değerleri, ilişkileri, elbette cinselliği de altüst olacaktır kahramanımızın.
-Tabii biraz da geçmiş aile yaşantısı, yalnızlığı anlatıcının… Ve özellikle de geçmiş baba-oğul ilişkisi… Anlatıcının geç dönem duygusal ve cinsel zevklere ulaşımında önemli etken hiç kuşkusuz bu, öyle değil mi?
– Aile ortamı, insanın bu ortam içinde boy atması, bu ortamın koşulları kadar bunları kendine uydurması, evirip çevirmesi ya da bunlarla çatışması büyük önem taşıyor. Anne-oğul, baba-oğul, erkek-kız kardeş ilişkileri, bu ilişki temelindeki türevler de buna eklendiğinde çok karmaşık bir yapı çıkacaktır ortaya. “Le”nin kahramanının böyle bir aile yapısı içinde, ama yine de bir yalıtılmışlıkla yaşadığı düşünülebilir. Anne-baba, iki çocuğunu, kökleri toprakta değil de saksıda büyütülen bitki gibi yetiştiriyor. Çünkü o anne babanın da kendi anne babalarından yaşadığı örselenmişlikler var. Burada roman kahramanının aile ocağından aldıklarının, onu hayata karşı dayanıklı kılmaktan çok uzak kaldığı vurgulanabilir. Dolayısıyla en küçük bir olayda-karşılaşmada bile bu insanın şaşıracağı, dağılacağı öngörülebilir. Nitekim yaşamın bir yerinde Gülerguvan’ın anlatıcıyla ilişkilenmesi, kırılgan bir zemin doğmasına yol açıyor, sonrasında gerek ruhsal, düşünsel gerekse bedensel, cinsel bir sapma dizisi romandaki serüvenin tetikleyicisine dönüşüyor. Erkeklerin böyle bir dağılmadan kendilerini koruyabilmeleri çok güç! Velev ki metropol erkeği olsalar, cinsel anlamda yanardağların aktifliği değil de pasifliği içinde yaşasalar da… Burada ceberut baba-silik anne etkileri de göz ardı edilmemeli tabii. İnci Aral’ın “ölü erkek kuş” eğretilemesindeki trajik çökelti düşünülebilir burada…
-Haliyle, son kertede, anlatıcının alıp başını gidişi, bir dağ köyüne (Ömer Lütfi Akad sağolsun!) kendini bırakışı… Metoforik bir teslimiyet -doğaya- simgesi olarak düşünebiliriz sanırım?
– Derin bir korku yaşıyor anlatıcı. Birden yaşamına katılıvermiş Gülerguvan, geldiği gibi bir anda yaşamından çıkıp gidiyor; ölüyor-öldürülüyor. Üstelik onu erkek yapmış bir kadın bu. Hem de ne kadın. Böyle biri yaşadığı travmanın, korkunun ardından başka türlü davranabilir mi? Roman kahramanı anlatıcı, bunu aşabilmenin ilk adımında evini taşımayı düşünüyor çözüm olarak. Uyguluyor da. Ama bu kez de yaşamına katılan öteki kadın öldürülüyor. Pasif yanardağ anlamındaki cinselliğiyle roman kahramanı yeniden taşınmak yerine kentten çıkıp gitmenin daha doğru olacağına karar veriyor bu kez. Sığınacağı yer, minik avlusunun çiçeklerinden sonra uzak yerlerdeki dağlar, ormanlar olabilir ancak. Kentteki o canavarca, barbarca kıyımların ardından en masum yer olarak böylesine bakir bir doğa parçasının seçilmesi anlatıcı tarafından çok doğal sayılabilir. Bunu da ormanlarımızın Sabahattin Eyüboğlu’dan sonraki ikinci belgeselcisi Ömer Lütfi Akad sağlıyor kahramanımıza. Ama yine de anlatıcıyı bir travma karşılayacaktır. Kadınların yaşadığı her ortamda karşımıza çıkabilecek erkek vandallığı söz konusudur çünkü. Bu çerçevede kadınımıza sunulmuş bir ağıt gibi de alınabilir “Le”.
-Tıpkı yılkı insanlar gibi… (Tabii burada da Tahsin Yücel’i analım! Gökdelen romanının finali dolayısıyla…)
– Tahsin Yücel, soy yazıncılığının yanında romanımızın bir doruk adı aynı zamanda. Onun her romanı, ilkinden sonuncusuna dek tümü de gerek yaydığı okuma tadıyla gerekse biçemsel, izleksel açıdan taşıdığı yoğunlukla her zaman dikkat çekici olmayı başarmıştır. Yalnızlaşmış, yabancılaşmış, gide gide yaşam gerçekliğinden koparak yarattığı kendi sanal gerçekliği içinde debelenmeye koyulmuş insan sorunsalı, onda hem çok ince, ayrıntılı bir açılım sergiler, hem de bunların roman evrenine yerleştirilişi her zaman özgün bir yapıyla belirginlik kazanır. “Le”nin kahramanı da bir açıdan kendini yenileme, onarma süreci bağlamında doğaya açılmıştır denebilir… Ama bunu “Le”de ölüm öncesi bir suskunluk, yenilenmekten çok bir sonsuz huzur bağlamında ölüm hazırlığı –ancak nasıl bir ölüm, bütün geçmişi, olup bitenleri kavrama olanağı sunan durak, eşik- olarak almak olası görünüyor bana.
– Yeni romandan uzaklaşarak… Belgesel çalışmalarınıza getireyim sözü… Nasıl gidiyor? Yeni sezona hazırlıklarınızdan bahsedin istiyorum…
– Belgesel sinemamızın entelijansiyası her ne kadar İstanbul’da olsa da biz çalışmalarımızı Ankara’da sürdürüyoruz öteden beri. Bu nedenle İstanbul dışında Bodrum’dan sonra bir ayağım da Ankara’da. Bu yüzden yıl içinde ara ara, kimileyin uzun sürelerle proje temelinde ve kurgu için başkentte oluyorum. Bir de çekimler var tabii, yurtiçinde çeşitli yerlere dağılmış olarak. 15 Ağustos itibariyle iki belgeselimizi daha seyirciye sunmuş olacağız. ilki eski TÖS, Eğit-Der genel başkanlarından Feyzullah Ertuğrul’un yaşamöyküsünden kalkılarak Anadolu aydınlanmasına özgülenmiş bir belgesel: “Yücel ve Tonguç’un İzinde Bir Ömür”. İkincisi ise Tosya’nın Ortalıca belgesinde kurulu SS.Ortalıca Beldesi Tarımsal Kalkınma Kooperatifinin işleviyle, Başkan Şevket Yerli’nin oluşturduğu modelle, halkın yaşamına getirdiği katkılarla ilgili bir belgesel: “Bir Halk Kahramanı”. Çekimleri süren, ünlü şairlerimizle ilgili iki belgeselimizi ise 2011’de seyirciye sunmayı planlıyoruz. Danışmanlığını Güney ÖZkılınç’ın yaptığı Nâzım Hikmet ile danışmanlığını Vahide Bilir Özben’in yaptığı Rıfat Ilgaz belgeselleri bunlar. Bu arada yıllardır çekimleri süren çalışmalarımız da var. Son dönemlerde hep uzun erimli belgeseller gerçekleştiriyoruz. Sözgelimi Feyzullah Ertuğrul’u, yanısıra Anadolu aydınlanmasını anlattığımız belgeselimiz 2003-2010 arasında sekiz yıla yayılan çekimlere dayalı bir görüntü toplamıyla oluşturuldu… Erdemciğim, böyle bir soru yöneltiyorsun da bana, yazın dünyamızın bunları gereksindiğini mi sanıyorsun yoksa? Umarım yanılıyorumdur…