4. Nursel Duruel ‘Tiyatro ve Öykünün Odağında Sadık Aslankara ile Cicoz Üzerine’

TİYATRO VE ÖYKÜNÜN ODAĞINDA, SADIK ASLANKARA İLE “CİCOZ” ÜZERİNE…
Nursel Duruel

º Sevgili Sadık Aslankara, senin öykülerini, oyunlarının ve romanlarının bazılarını büyük bir zevkle okumuş biri olarak “Cicoz”da tutkunu olduğun iki alanın, öykü ve tiyatronun iyice sarmaş dolaş olduğunu görüyorum. Ne dersin?

Evet Sevgili Nursel, senin de söylediğin gibi “Cicoz”da öykü ile tiyatro sarmaş dolaş. Daha öncelerde yayımlanan kimi öykülerim de tiyatroya özgülenmişti, ama “Cicoz” sanki tiyatroya özgülenmek üzere değil de tiyatronun kendisi için var edilmiş gibi görünüyor şöyle kabaca bakıldığında uzaktan. Hoş, kendi kitabım için böylesi değerlendirmeye girişmem doğru bir tutum sayılamaz. Ancak ben bu kitabı bu hale getirebilmek için çok çabaladım. İstedim ki tiyatro öyküde görünebilsin, öykü de tiyatronun içinde görünür kılabilsin kendini… Adından çatısına, evrenlerinden kahramanlarına, birbirleriyle iç içeliğine, bölümlenişine dek hep bunu amaçladım, bilmem nasıl bir sonuç çıktı artık ortaya?

º “Cicoz”, birbirine bağlı öykülerden oluşuyor. Öykülerin ortak merkezi, taşrada Güner sümer’in “Bozuk Düzen”ini oynayan bir topluluk. Neden Güner Sümer, neden “Bozuk Düzen”?

Sahneye çıktığım ilk oyun değildi “Bozuk Düzen”, ama amatör sayabileceğimiz bağımsız bir toplulukla birlikte çalıştığım ilk oyundu. Bu, benim için yalnızca bir çıkış noktası oluşturdu, o kadar. Beni derinden etkileyen asıl Güner Sümer oldu. Profesyonel tiyatro yaşamımın başladığı Ankara’da onu, AST’ta (Ankara Sanat Tiyatrosu) uzaktan uzağa izledim hep. 1968 doruğu AST’ta da büyük çalkantılara yol açmıştı o sıra. Tİ-SEN (Tiyatro Emekçileri Sendikası) grev başlatmıştı, devrimci tiyatrocular sanatın ne olduğunu bir yana bırakmış gibiydi. İşte bu sırada Güner Sümer’in bu kişiler aracılığıyla hedef alındığına tanık oldum. Doğrudan içinde değildim olayların, o sıra HO (Halk Oyuncuları) ile ABS (Ankara Birliği Sahnesi) arasında kendi sanatsal biçemini bulmaya, yaratmaya çabalayan bir yeniyetmeydim ben. Grev nedeniyle AST’a da gidip geliyor, özellikle oyunlarını çok iyi bildiğim Güner Sümer’i izliyordum, kimseler ayırdına varmadan… Kimi kendini bilmezlerce sıkıştırıldığını, yakasına yapışılırcasına üzerine yüründüğünü anımsıyorum. Tanıklığını yaptığım bu acıyı, utancı atamıyorum bir türlü içimden… Sonrasında, kurucusu olduğu AST’ı terk etmeye zorlandı, İstanbul’a yerleşti Güner Sümer, İST’i (İstanbul Sanat Tiyatrosu) kurdu, ama sanırım öylesine yıkıldı ki kısa süre içinde kansere yakalandı. 41 yaşındaydı göz açıp kapayana dek yitirdiğimizde onu. Oysa şimdi büyük büyük ağabeysiyim onun. Canım kardeşim benim…

Bu öylesine derin bir yaraya dönüştü ki içimde, Denizli Tiyatrosu’nda 1986’da, doğumunun ellinci yılı anısına “Bozuk Düzen”i sahneledim, 27 Mart sabahı kenti, ulusal bir yarışma sonucu belirlenen bu oyunun afişleriyle donatıp kendimce bir şeyler yapmaya çabaladım… Sonra işte “Cicoz”a dek uzayıp geldi bu süreç… Aslında bu kitap, ona sunuldu bir bakıma. Nitekim “Cicoz” bana göre, bu güzel, seçkin insanın yaşamöyküsünün anlatıldığı sayfayla sona eriyor. Öykülerde de ölümsüz bir kahraman olarak dolaştırmaya çabalıyorum onu. Ne var ki tiyatro dünyamız, kendi derin suskunluğu içinde bundan haberli değil henüz…

º Kendi adıma söyleyeyim, taşra tiyatrolarının ruhunu yarım yüzyıllık zaman dilimini kapsayarak ortaya koyan, hayatlarını tiyatroya vermiş insanların dramlarını bu kadar içeriden anlatan bir başka öykü kitabı okumadım. Daha önce de tiyatroya ilişkin öykülerin vardı. Ama bu kitapta bambaşka bir şey yapıyorsun. “Nehir roman” denir ya, benim de “nehir öykü” diyesim geliyor “Cicoz”daki öyküler için… Bu kitabın oluşum süreci nasıldı?

Daha önce yayımlanmış olanların yanında, tiyatroya özgülendiği halde yayımlanmamış öykülerim de var benim, henüz gün yüzüne çıkmamış. Ama yayımlanmış olsun olmasın, onların yanında “Cicoz” çok başka. Farklı bir öyküler toplamı olmasını istedim bunun. “Cicoz” uzun bir sürecin verimi. Bu öyküleri altı yedi yılda, pek çok kez değişen çatısıyla, farklı yapılandırmalar içinde yeniden deneyip yazarak oluşturdum diyebilirim. Öyküler için tek tek boğuşmanın ötesinde, birbirleriyle ilişkilenişleri bağlamında da yoğun çaba harcadım. Bu arada Güner Sümer’in “Bozuk Düzen”inin gezintisi de var öykülerde, biliyorsun… Bunlardan iki ayrı öyküyü, farklı yıllarda İzmir, Ankara öykü günlerinde katılımcılarla paylaşıp değerlendirmeler aldım, sınadım yani. Bütün bunların ardından böyle bir yapıyla öyküleri sunabileceğime karar verdim. Son olarak Mehmet Zaman Saçlıoğlu ile Necati Tosuner dostlarımın görüşleriyle eleştirilerini aldım dosya için. Hele Necati, basbayağı editörlüğünü yaptı öykülerin. Kendilerine minnet borcum var, açıkça söylemiş olayım yeri gelmişken. Can Yayınevine teslim ettiğimde dosyayı, aklımda kuşkulu hiçbir yan kalmamıştı artık.

º “Cicoz”u okuyanlar, kahramanlarını unutamayacaklar bence. Biz seyirciler (okurlar), taşrada nice bedeller ödenerek sahnelenmiş oyunları seyrederken yalnızca oyunla ilgileniriz. O oyunu var eden adsız-sansız tiyatrocuların (yönetmeninden ışıkçısına, oyunsundan dekoratörüne) dramlarını hiç düşünmeyiz. Bu öyküler, Türk tiyatro sanatının açık seçik ortaya konmuş, tarihi yazılmış yüzü dışında kalan hiç bilmediğimiz yüzleriyle karşı karşıya getiriyor bizi. Bu nedenle öykü sanatı bağlamında taşıdıkları değerin yanısıra, tiyatro tarihi açısından da büyük anlam taşıdıkları kanısındayım.

Yola çıkarken böyle bir amaç güdüyor muydun yoksa bunu bir doğal sonuç olarak mı görmeliyiz?

Sevgili Nursel bu değerlendirmenin beni nasıl duygulandırdığını anlatamam. “Tiyatro tarihi”nden söz etmen, “kent tiyatroları” olgusundan söz etme fırsatı da vermiş oldu bana… Tiyatro Tiyatro dergisinde on yıl önce sürdürdüğüm bir dizi vardı, “Kentler ve Tiyatroları” başlığıyla. Kent tiyatrosu, tiyatro sanatının birebir yansıtıcısı olarak değil, kentlerde o kentlerin yerleşiği gençlerce oluşturulan bir “sivil” örgütlenme bağlamında alınırsa konuya yaklaşım daha dizgeli hale gelebilir. Öykülerdeki topluluklar, işte böyle insanların çeşitli kentlerde kurduğu tiyatrolar olarak alınmalı. Böyle olunca bilinen Türk tiyatro tarihinin çok dışında bir tarih çıkıyor elbette ortaya. Bunu kendim için amaç yapıp yola koyulmuş değilim, ama sonradan belki sezgi demek daha doğru olur buna, birazcık ayırdına vardım, öyle ya bir “sözlü tarih belgeseli” olarak alınabilir herhalde bu öyküler bir biçimde… Bu nedenle, sezinlemiş olmakla birlikte bir tasarım sonucu değil de “doğal bir sonuç” olarak almak eğilimindeyim ben bunu.

º Öyküleri bölümlerken cicozun bütün çeşitlerini ara başlıklar halinde kullanmışsın: Mazı, gülle, misket, bilye, ceviz…

Cicoz, yan anlamlarıyla da yer alıyor bu öykülerde. Bütün çocukların bütün zamanlarda oynadığı bir oyun olan cicozun kitap adı olması elbette anlamlı… Bana göre oyun ve hayat, oyun ve ölüm ilişkisi vurgulanmış oluyor. Ama yazarına sormalı…

Sevgili Nursel Duruel, sorularını dayandırdığın temel, benim için o kadar önemli ki… Çünkü bu sorularla sen, aslında “Cicoz”u tam bir yetkinlikle ortaya serip değerlendirmiş oluyorsun, müteşekkirim bu nedenle sana. Ama madem “Yazarına sormalı” dedin, o halde benim de bir şeyler söylemem gerekiyor demektir… Cicozu gerek sözcük ya da kavram gerekse eğretileme gereci olarak yeğlerken, bunun tiyatroda “yaşam”ı, “tiyatro yaşamı”nı karşılayabilecek en iyi seçim olacağına inandım. Böylelikle “oyun” temelinde doğumdan ölüme uzanan tüm süreci, yaşama oyununun bir yansıması olarak da aktarabilecektim. Öyle yaptım. Farklı yıllarda, farklı kentlerde, farklı topluluklarda, kişisel tarihleri birbiriyle çakışmayan pek çok tiyatrocu tanıdım, “ölüm yaşı” gelmiş insanlardı bunlar, ama tek sığınakları tiyatroydu yine de. Bir tek “tiyatro” denildiğinde, gözlerindeki ışık parlıyor, birer cicoz halinde döne yuvarlana bırakıp koptukları aile ocaklarından, yuvalarından sonra sanki yeniden bu yuvaya, istersen buna cicozun yuvarlandığı “kuyu” da diyebiliriz, işte bu kuyuya dönmüş gibi rahatlıyorlardı. Yani tiyatro, onlar için hem yaşamı hem de ölümü karşılayan, ama bu arada ölümsüzlüğe ermenin gizini de taşıyan farklı bir evrendi, bunu görüyordum onların cicoz halinde parlayan gözlerinde. Bu da dediğin gibi “oyun” olarak gösteriyor galiba kendini.

º Adı ne olursa olsun, cicoz, misket, yer yuvarlağının camdan, metalden, bitki tohumundan, taştan minnacık maketleri oyunun kuralı gereği çukura yuvarlanır daima. Ölüm bir yana, “Cicoz”daki kahramanlara sürekli çukuru işaret eden yakın çevreleri için de başka kitaplar bekleyebilir miyiz senden?

Senden bir şey gizlemenin pek olanağı yok galiba. Doğru, son birkaç yıldır bütün bunları topluca temele alan bir roman üzerinde çalışıyorum. Birkaç yıl daha süreceğini sanıyorum bu çalışmamın. “Cicoz”daki öykülerden çok farklı tabii, ancak yine de tiyatro odağında yapılanmış bir roman olduğunu söyleyebilirim bunun. Bu kez amacım, tiyatro temeline yaslanan bir roman yoluyla kavramsallık yaratabilmek. Bilmem başarabilir miyim? Ama az önce sözünü ettiğimiz yaşam-oyun-ölüm odağını deşmeye çabaladığımı söyleyebilirim yine de… Sanırım bu benim, tiyatroyu odağa aldığım son kitabım olacak. Kuşkusuz bundan sonra da kimi serpintiler halinde öykülerime, romanlarıma hatta oyunlarıma sızacaktır tiyatro, ancak başlı başına bir kitap oylumunda yeniden tiyatroya döneceğimi hiç sanmıyorum. Yani bu roman dosyamla tiyatro, artık tümden kapanacak, sona erecek bende. Ama tiyatro, yaşamımda hep sürecek, büyük bir aşk olarak, her zaman, kimbilir öldükten sonra da…