Asuman Tümer; ‘Uykusu Sakız’ Söyleşisi

ASUMAN TÜMER’İN, M.SADIK ASLANKARA İLE SÖYLEŞİSİ…

º Uykusu Sakız (Can Yayınları, 2001) adlı öykü kitabınızda bu isimde öykü yok ama, kitap bittiğinde o iki sözcük okunmuş oluyor. Ben kendi payıma öyküleri çok rahat okuduğumu söyleyebilirim ancak sizi siz yapan şeyi kitabı bitirince fark ettim. Sözcükler su gibi akarken o akış içinde sürekli düşündürmeye başlıyorsunuz okuyucuyu. Hayatımda hiçbir kitabı okurken bu denli hızlı düşünmemiştim diyebilirim. İnsanın belleğinde yer eden öyle fotoğraflar var ki öykülerde… Üstelik yazar bunun için hiç çaba göstermemişçesine rahat… Bu ustaca kullanılmış bir teknik mi?

Uykusu Sakız, yayımlanmadan daha, böyle düşünmüştüm; kitabın adı bağımsız bir öyküymüşçesine okunmuşluk duygusu yaratabilsin, böyle alımlansın istemiştim… Şimdi siz bana, bunun sevincini yaşatıyorsunuz, ne diyebilirim size, teşekkür etmekten başka…

Gelelim öykülerin nasıl yazıldığına, bir tekniğe dayanıp dayanmadığına, varsa eğer, bunun ne olduğuna…

Ben, Türkçenin bütün yazarlarına açık biri oldum hep. Kimilerini beğenip başkalarına sırt dönen ya da birilerini, ötekilerine yeğleyen biri olmaktan kaçındım sürekli. Eksiksiz bütün yazarlarımızdan okudum, hepsinden de kendimce bir şeyler aldım… Tutup sorsanız şimdi, kimlerden ne etkiler aldığımı, susar kalırım, yanıtlayamam. Ama içten içe bilirim, bir bileşkesiyimdir onların. Yani ben kendi başına bir yazar değilim, biliyorum; onlar olduğu için varım, bir başka deyişle onların yansımasıyım.

Ama hemen eklemeliyim: bileşkesiniz, yansımasınız, iyi de bunu siz sunuyorsunuz, simgeleyen de imleyen de sizsiniz… Öyleyse siz, yalnız bu yazarların değil, kendinizin de sorumluluğunu taşıyorsunuz… Peki bu sorumluluğu nasıl yerine getirirsiniz? Söz konusu bileşkeyi ya da yansımayı en iyi biçimde aktararak… Öyle çalışmalısınız ki, sizi okuyanlar, yazdıklarınızdan hiçbir şey anlamasa bile bunun güzel olduğunu düşünmeli! Bir yazar, eğer diliyle büyü yaratamıyorsa, bana göre yazar değildir henüz. Anlatımını altüst edip bozacaksa da, ilkin o dilde olağanüstü cambazlık yapabilir hale gelmeli yazar.

Bunu başarabilmenin bir tek yolu var: çok okumak, çok yazmak… Üstüne basarak söyleyeyim, çok okuyan, üstelik her yazardan okuyan biriyim. Ya yazmak? Ah Tanrım, bilir miydiniz, bugüne dek on binlerce sayfa yazıp doldurmuş olduğumu? Ama yetinmediğimi, hiçbir zaman, iyi yazdığım gibisinden bir kanıya kendimi kaptırmadığımı, kaptırmayacağımı…

Kuşkusuz her yazma edimi, yeni deneyler kazandırıyor insana… Gide gide bir büyü de yakalanabiliyor enikonu… Ama sonu yok ki bunun! Bir öyküyle “daha güzel”e ulaşmanız olanaklıdır, ama “en güzel”e ulaşmanız olanaksızdır! Öyleyse yazar, yaşamının sonuna dek, saltık anlamda usta olamayacağını, hep çırak kalacağını baştan bellemek zorundadır bana sorarsanız…

Bütün bunların ardından şunu söylemeliyim… Bir yazar, gereğince dil işçiliği yapmamışsa, yoğun emekli bir çalışma düzenine yaslanmıyorsa, yazarların bileşkesi olmak yerine ille kimilerini yeğlemek hastalığından kendini kurtaramıyorsa bir teknik geliştirebileceğini de sanmıyorum. Profesyonel yazıcıdır olsa olsa, buna kimse karşı çıkamaz ama sanatçı yazıcı değildir; orta malıdır, kullanılmıştır, öykünmecidir, yani sokak yazarıdır, o kadar.

Şimdi bu söylediklerimin ardından “ben nasıl bir yazarım?” sorusunun yanıtını size bıraksam Sevgili Asuman Tümer, bunu siz değerlendirseniz desem, çok mu kabalık yapmış olurum acaba?

º Öykülerde tanıdık durumları anlatmanıza rağmen nasıl bu kadar taze bir söyleyiş var?

Ne yalan söylemeli, sorularınız beni irkiltiyor. Tek nedeni, övülmem! Bu, benim gevşememe yol açabilir, hiç istemediğim halde, büyüklük duygusuna kaptırmama yol açabilir kendimi. Sevilmeyi ben de isterim elbette, kitaplarım beğenilsin, geniş okur yığınlarına ulaşabilsin isterim, ama sizin yönelttiğiniz sorulara, sizi olumlayan yanıtlar vermeye kalktığımda, hem sizi küçük düşürürüm, hem de kendimi… Bütün bunları dikkate alarak yanıt vermeye çalışacağım bu nedenle, bakalım başarabilecek miyim?..

Diyorsunuz ya, öykülerde tanıdık durumları anlatıyorsunuz, ama bunlar nasıl bunca taze olabiliyor; bunu Uykusu Sakız‘dan kalkarak değil, genel bir yaklaşımla yanıtlayayım…

Bir öyküde “tanıdıklık duygusu” ile “taze söyleyiş”, bir madalyonun iki yüzü gibi tıpkı, birbirini bütünleyen iki durum yanılmıyorsam… Yunus’un şiirindeki, “Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin,” dörtlüğünü anımsayalım. Binlerce yıldır yaşayageldiğimiz bir olguyu, Yunus, nasıl oluyor da yedi yüz elli yıldan bu yana, bu sanki ilk kez dile getiriliyorcasına bunu bize yaşatabiliyor? Bunun biricik yanıtı var bana göre: yalınlık, saydamlık! Hem yalın olacaksınız, yani süsten, yapmacıktan arındıracaksınız yazınızı, hem de saydam olacaksınız yani bulanıklıktan, yapaylıktan arındıracaksınız… İster kapalı olsun metniniz, ister üstkurmaca, neyse ne, ama yalınlığa, saydamlığa ulaşmamışsa henüz, diyalektik anlamda birbirini üreten, yaratan metinler de olamıyor! Böyle metinler birbirinin vuranına, yok edenine dönüşüyor. Yani yalın, saydam olmayışı metni kendi içinde öldürüyor.

Son olarak şunu da ekleyeyim… Hangi yazar, neyi anlatırsa anlatsın, bize tanıdık gelecektir zaten; Shakespeare’den bu yana böyle olduğu söylenir bunun, aslolan bunu taptaze bir havada söyleyebilmek her kezinde!

º Öykülerde bütün çıplaklığıyla ortaya konan bir cinsellik var, onu dışlamıyorsunuz, ondan uzak düşmüyorsunuz ve tüm bunlar çok estetik. Bir esere gerçeklik duygusu veren cinsellik midir? Gerçek insan kişiliği bu yolla mı anlatılmalıdır?

Kimi bilimciler, zaten sanatın kökeninde bile cinselliğin bulunduğunu dile getiriyorlar. Bunlara göre birey, cinsel beğenilme duygusunun güdülemesiyle sanat yapıyor. Ama bireyin sanat yapmaya yönelişindeki cinsellikle yapıtında buna açtığı yer çok farklı temelden kaynaklanıyor. Biz, insan olarak cinsel dürtüyle sanat yapabiliriz, ama yaptığımız “şey”, salt cinselliğin yansıması değildir yine de. Çünkü cinsellik dışındaki alanlar da sanatın konuları arasındadır…

Gelelim öykülere… İster Uykusu Sakız’daki öyküler olsun, ister başkalarının öyküleri; bunlarda olaylar, nesneler, ilişkiler vb. ne ölçüde yer alıyorsa, cinsellik de o ölçüde yer almalıdır… Hele hayatın temel güdüleyicilerindense bu, o zaman mutlaka buna yer açılacaktır, bundan kaçılamaz. Burada önemli olan, bunun biçimi… Çünkü cinsellik bir balık, bir orman, bir uçurtma nasıl anlatılıyorsa böyle anlatılabilmeli… İnsanoğlunun en karmaşık sorunsalı da olsa yukarıda değindiğim biçimde; yani yalınlık, saydamlık içinde… Cinsellik, ya da her ne ise anlatılan, içimizdeki güzellik duygusunu kıpırdatabilmeli; cinsel eylemin kendisini anlatsak dahi, saltık anlamda onca kaba böyle bir eylem bile, sanki bir şiirle yüz yüze gelmişiz gibi imgelem dünyamızı sarsıp, içimizde güzellikler uyandırabilmeli! Bu konuyu, ben böyle algılıyorum…

º Nasıl yazarsınız? Mutlak bir yalnızlık mı, yoksa olayların tam içindeyken mi?

Herhangi bir yaşantı anının, yazın içi yaşantıya dönüşebilmesi için zaman gerekir. Soyutlama mantığı da, dönüştürüm mantığı da bizi buna zorlar. Bununla şunu söylemiş olayım: yazar, yazma eylemi sürerken de, yaşamla, ya da ortak paydalarla özdeşleşmiş yaşantı anlarıyla iç içedir. Ama bu an, yaşanan anı göstermez yine de. Bir an’ı aşmadan onu yazamaz kimse, yazılsa da “anı” ya da “günce” olur, olgunlaşmamış şaraptır bu, bozuktur, değilse kekredir… Geçmiş an nerede mayalanır? Zamanda. Eğer zaman içinde tam anlamıyla mayalayabildiyseniz an’ı, yani onu soyutlayıp dönüştürüp, bir yaşantı anından çıkarıp yazın içi kıldıysanız, yazınsal an haline getirdiyseniz artık yazma ediminin önemi yoktur, nerede isterseniz yazabilirsiniz… İçinde bulunduğunuz an’sa, ileride yazılacaktır ancak.

Kuşku yok ki, ben de bu genel çerçeveye uyarak yazıyorum… Bir öykünün, on yıllar içinde mayalandığı oluyor, ama bakıyorsunuz öyle güçlü bir kışkırtıcı giriyor ki işin içine, dönüştürüm aşamasında, bir gün, hatta birkaç saat içinde bile olgunlaşabiliyor… Bu, öykünün sizdeki kökleridir… Öykücü olsun, olmasın her insanda böyle öykü kökleri olduğunu düşünürüm ben… Ama bunlar ancak usta öykücülerde ulu ağaçlara dönüşebilir… Bir öykücünün, içinde taşıdığı köklerden gövde, dal, sürgün, tomurcuk, yaprak, çiçek vb. oluşturabilmesi için her aşamada çok özenli çalışması gerekir. Yoksa bu kökler güdük bir fidan olarak da kalabilir, bozkırda şaşkın bir ahlat olarak da… Ben kendi payıma öykü yazarken “ona bir” uygulamasıyla çalışıyorum… Bu şu demek; eğer bir sayfalık öykü çıkaracaksam ortaya, geride bunun için dokuz sayfa daha çalışmış olmalıyım, diyorum. Bu da yetmiyor, on sayfanın her biri arasına belirli bir zaman eşiği de yerleştirilmeli. Kendi yazdıklarını, on ayrı kez okuyabilmesi için aklın durukluktan kurtulması, eleştirel güce ulaşması gerekiyor çünkü. Ama bütün bunları yaparsınız da, içinizdeki köklerden bir ağaç var edemezsiniz yine de. Tanrı’yla sözleşme yapmadınız ya, böyle bir başarısızlığa da hazırlamalısınız kendinizi…

º Siz öykülerinizin kıyısında mı, yoksa tam içinde mi durursunuz? Yani biraz olsun siz var mısınız öykülerde… yoksa hepsi kurmaca mı?

Sevgi Asuman Tümer, yazarlığının yanında bir tiyatrocu, belgesel sinemacı olduğumu biliyorsunuz benim. Tiyatroda çok sıkça yaşanan bir çalışma anından söz edeyim size… Diyelim provadasınız, hatta artık genel prova aşamasına gelmiştir iş. Yönetmenin aklına bir şey takılır, prova sürerken, sahnede bir şeyleri denetler… Tiyatronun oyun anı sürüyordur ama yönetmen kendi yaratım anında, bir sandalyanın yerinin aykırılığını saptar örneğin, bir kadının saçını öyle atmaması gerektiğini gözler, filan oyuncunun bakışının yanlış olduğunu görür… Bu, olağanüstü bir olanaktır tiyatro için, bir tansıktır hatta! Belgesel sinemada da, bu kadar değil elbette, ama bunun oldukça uzak bir benzeri yaşanabilir. Örneğin çekiminizi yapar dönersiniz, kurguya oturduğunuzda; neyi atmanız gerektiğini gördüğünüz gibi, nelerin eksik kaldığını da çok somut olarak ayırt edersiniz… Oysa öykücünün bu türde hiçbir olanağı yok… Ancak ben, andığım sanatlarla içlidışlı biri olarak öykü yazarken lüksüm olamayacağını iyi biliyorum. Bu yüzden öykülerimin hem en kıyısında durmaya, hem de en içinde olmaya özen gösteririm… Böyle olduğu için de hem hepsinde ben varım öykülerimde hem de hiçbirinde yokum!

º Belgesel yönetmeni, eleştirmen, tiyatrocu olarak da tanıyoruz sizi. Tüm bu zor uğraşlara zaman bulmak zor olmalı. Çok disiplinli, programlı bir yaşamınız mı var?

Bir açıdan bakıldığında, sanata ayrılan zamanlar yaşanmamış zamanlar; böyleyse, hiç yaşamamış biriyim ben neredeyse. Oysa bana sorsanız, bin kez gelmemi bağışlasa Tanrı, ben her kezinde yine de sanat yapmayı dilerim… Çünkü yaşamı, dahası tüm hayatı, ancak sanat yaparak tanıtlayabiliyorum kendime. Haa, bu elbette çalışmayı gerektiriyor… Eh, benim bundan bir şikâyetim yok! Eğer çalışma ortamımdaysam yani yazı evimdeysem, günde en az on beş saat çalışıyorum… Bir ara belgesel çalışmalarımla öteki etkinliklere (oturum, tiyatro, sinema, konser, sergi vb…), tatillere vb. ayırdığım zamanları bundan düşmüştüm de yine de 365 gün x 6 saate uyan bir çalışma düzenim olduğunu bulgulamıştım… Bu süreye sığdırdığım salt yazın işlerini ise şöyle özetleyeyim: roman, öykü, oyun türünde her gün 60-80 sayfa okuyorum, denemelerimin dışında 1-2 sayfa da yazıyorum. Bunu bir ortalama bağlamında söylüyorum elbette. Yoksa her gün altmış sayfa okurum, ille de bir iki sayfa öykü, roman, oyun yazarım diye bir durum yok! Bakarım, bir ay boyunca tek sayfa ne okumuşumdur ne de yazmışımdır. Ama sonra kapandığımda, aradaki eksikliği giderdiğim gibi ötesine geçtiğim olur. Önümüzdeki birkaç yıl içinde bu hızı, artık yavaşlatmak kararındayım, bunu da eklemiş olayım.

º Bazı yazarlar tek bir sözcüğün, melodinin, TV veya gazete haberinin kendilerini yazmaya yönelttiğini söylerler. Siz de yazılarınızı bir anda mı yazmaya başlarsınız, yoksa çok önceden planlanıp, çatılmış mıdır öyküler?

Hiçbir yazarın, bir anlık birikimle yazmaya koyulabileceğini sanmıyorum… Bir anlık dürtüyle yola çıksa da, yazarlar bütün geçmişleri, birikimleriyle vardırlar yazma edimleri boyunca… Değilse, zaten bu, hemen belli eder kendini… Tek bir sözcük, ezgi, haber, im bir dürtüdür yalnızca; yazar eğer buna var olan tüm birikimini ekleyip onu mayalamazsa, tadı tuzu olmayan yavan bir anlatı çıkar karşımıza…

Ben, öykümü tasarlayıp çatmak şöyle dursun, her an her an onları değiştiririm. Hem çok geç başlarım yazmaya, bırakırım demlensin; bu arada ben de içimdeki kökleri tarar geviş getiririm çünkü, hem de tüm birikimimi her anlamda yazacağım öykünün hizmetine veririm… Birikimden kaynaklanmayan, yararlanmayan tek öyküm yoktur diyebilirim…

º Ülkemizde öykü yazarları büyük kitlelere ulaşamıyor. Yeni tabiriyle popüler yazarlar arasında değiller. Edebiyat dergilerini ve ciddi yayın organlarını izleyenlerin dışında pek çok değerli yazarı toplumun büyük kısmı tanımıyor bile. Hafif, kolay tüketilebilen değerlerin peşinde koşan milyonlarca genç yaratılmış ve bu acı tobloyu izliyoruz. Bu durum bir yazar olarak sizi nasıl etkiliyor?

Ben de sizin gibi hüzünle izliyorum yaşanılan bu mutsuz günleri. Ama yine de şunu demekten geri durmayayım: aydınlar, toplumlarının bilincidirler, yarına bu bilinç kalacaktır… Bu yüzden hiçbir bilimci, sanatçı, düşünceci işini yapmaktan vazgeçmiyor… Dünyanın bozulacağını da bilseler vaçgeçmeyeceklerdir, kuşkunuz olmasın bundan. Çünkü, geleceği, yapıtlarıyla, ürünleriyle, çalışmalarıyla kendilerinin kuracağını biliyorlar…

º Ortalama bir kitabın bir yılda ancak bin adet satabildiği bir ülkede bir insan neden yazar?

Tek kitabım bile satılmasa ben yine yazacağım… O on binlerce sayfayı, kitap yapıp yayımlayayım diye yazmış da değilim zaten. Hoş, mutlaka okunacaktır, yazarlar okuyacaktır en azından. Bizler, ağustosböceğine niye cırladığını, kuşa neden öttüğünü soruyor muyuz? Demek ben de yazmak için varım… Öyleyse var olmayı, böyle sürdüreceğim, okuyup yazarak… Dilerim, başkaları da ağustosböceği gibi cırlamanın, kuş gibi ciklemenin erdemini öğrenirler de bir gün, bu sorun sona erer…

Öykülerim için yüreğinizde yeşerttiğiniz sevgi nedeniyle Asuman Tümer, size; bu arada sayfalarında beni konuk eden The Best dergisine teşekkür etmeyi de görev sayıyorum.