ATÖLYE’DEN
Terazisi Hımhım
Esra Şen
Bir varmış bir yokmuş. Hisarın kapısı köşe bucak kaçarken, ahırın yoncası bağrını açarmış. Tüysüz çoban koyuna dil dökerken, sakallı keçi söğüt tepesinden nanik atarmış. Kalabakçı saka, çıngırakla kulaklara çın çın ederken, dört atlı faytonlar asfalta dıgıdık salarmış. Dündâneler dürdâneyken, nehir hamam yolundan çığıl çığıl akarmış. Ağustosun orta yerinde yaz biter, otuz şubatta, sümük burunda donarmış. ‘Şubat otuz demez,’ diyene, manav soyu ‘Otuz şubat iki martın kestirmesi,’ deyip parmak hesabı yaparmış. Derken ne saka kalmış, ne çıngırak. Fayton öte dağın berisinde atsız beklerken, asfalttaki dıgıdık izleri teneke trampete fa diyez olmuş.
Evlatlar torun sevmiş, zaman tespihte dönmüş. Gün bugün olmuş.
Yokuşta koşan düz yolda şaşan neslin, burnunu deldirip kulağını tıkadığı bir kent varmış. Nehrinde gondollar git gel ederken, sessiz treni de insanı insana, çarşıyı camiye katarmış. Hamamı bol, pasaklısı gırlaymış. Bozaya leblebi, söze yalan katanı varmış ama garibanı sır eyleyen mıhsıçtısı da pek çokmuş. Şıboreği çiğ böreğe, lüle taşını dünyaya devşiren kentin, atçısıyla avcısının sözü bitmez, ‘Kuyruk koptu toza bak,’ deyince herkes dikkat kesilirmiş.
Sonbaharın harında, helvanın kürekle karıldığı kestanenin dalda yarıldığı, yaprakların düşmeye rüzgârın esmeye üşendiği bir vakit uzaklardan bir düşleyim ustası gelmiş bu kente. Omzu heybeli, gönlü yongalı, yürüyüşü tez, zihni pürmüş. Ense kıvırcığı tepe saçından hallice, eli dilinden gözü gizinden emareymiş.
Hızlı adımlarla dalmış, durgun nehre bakışlı binaya. Ardından dündâneler sırayla. Tanış olmuşlar, hâl hatır sormuşlar. Dili damağı yakmayan kahveler içip kırk yıllık hatıra gönül indirmişler.
İlk dersimizin konusu ‘Hını-nını’ demiş usta.
Ayağa fırlamış. Ellerinin içinde birer kurşun gülle varmışçasına hımlayıp olduğu yerde yekinmiş. Dündâneler irkilmiş. Usta başlamış manâyı kelimeye yüklemeye. Avuçlarındaki boşluğu anlamlandırdıkça gülleler görünür oluyormuş. Avuçlarıyla alttan kavrayıp sımsıkı tuttuğu boşluğu doldurdukça doldurmuş. Anlam kattıkça manâyı hak eden kelime büyüyüp gelişiyor, dimağ rahlesinde yerini alıyormuş. Ustanın alın damarları şişerken kolları kasılıyor, boş avuçlardaki yük zor taşınır görünüyormuş. Aklı fırfır yüreği pırpır yedi dündâne, ustayı beldirboş bakışlarla seyrediyor, yellimpür kulaklarla dinliyormuş. Ustanın parmakları kartal pençesine nazire büyümüş de büyümüş. Beldirfer gözlerle ustanın ellerine bakıp, hep bir ağızdan ‘Gaç gııız bu niymiş!’ demişler. Kelimelerle doldurduğu avuçlarını el mizanıyla aşağı iner biri, çıkar yukarı öteki yapıyormuş.
Akılla duyguyu, ruhla bilinci harmanlayıp zihin bunları nasıl bir araya getirir de önce görünür eder sonra da o görünüre ad takar onu belletiyormuş.
Kelimeler avuçlarımda. Ardı ardına dizdiğim kelimeler. Ve cümleler. Birbirinden kıymetli cümleler. Bakın tartıyorum. Kelimelerimi yan yana diziyorum. Cümlemi söylüyorum, söylüyorum. Tekrar söylüyorum. Tekrar tekrar söylüyorum. Dışımdan söylüyorum. Düzgün boğumlayıp her harfin layığını vererek söylüyorum. Söylediğim her kelimeyi kendi cümlesi içinde tartıyorum. Hımm, hımhım.
Yokluyorum, varlıyorum. Kelimeleri birbirine tanıştırıp, uyumları var mı duymaya, ölçmeye çalışıyorum. Hımhımm.
Ahenkleri renklerine buluştururken, hımmm. Dizilişlerinde büyü var mı hissedin. Kulağa işleyişlerinde melodi var mı arayın, duyun. Tartın. Hımm.Yanına başka kelime getirip tartın. Kendine ek yapıp tartın. Tartın. Kelimeye sorun. Gönlü var mı, sorun. O cümlede yeri var mı sorun. Söylemese bile fısıldar. Tartın. Ona sorun. Cevabını dinleyin.
Usta, ellerindeki sihirli güllelere doğru sakince eğilmeye başlar. Yavaş yavaş büker belini, ürkütmeye korkar avucundaki kelimeyi. Usul usul dinler, sessiz. Sessiz.
Sessizlik.
Yekinir, biraz daha büker belini, başı eline doğru eğilirken kulağı avucundaki kelimeye doğru, biraz daha ve biraz daha. Kendi zihnindeki teraziye kulak kabartıp elindeki kelimeleri mizan eder. Bakın tartıyorum, siz de kendi kelimelerinizi tartın. Üşenmeyin, defalarca tartın.
Avuçları.
Kelimeler kurşun gülle.
Aşağıya iniyor biri, yanındayken diğeri.
Tartın. Hımhımm. Bakın tartıyorum. Hımm? Hayır, diyor. Yanına başka kelime getiriyorum, ‘ehh,’ diyor.
Değiştiriyorum. Hımm, hım. Tartıyorum. Yukarı aşağı, daha aşağı, aşağı.
Olmadı. Olmaz, dedi.
Tartın, duyun. Söyler, mutlaka söyler.
Usta, birden fişek gibi doğrulup orta yere zapırdadı. Sırtını kambur edip, çenesini gemeledi. Dündâneler hepten şaşırıp pişirgeç kızılına döndüler. Usta, kollarını yenine yapıştırmış, omuzları kulaklarıyla bir hiza sarı deve yürüyüşü yapıyordu. Bir yandan da hını-nını, hını-nını diyordu. Dündâneler gülsek kârda mıyız diye düşündüler. Sükûna kıymet verdiler.
Kelimelerin ağırlığına hâkim olamaz, onları deve yürüyüşü gibi dizerseniz, yan yana hını-nını hını-nını diye, metniniz deve toynağı izi bırakır. Ama cümleleri ahenkle buluşturursanız okurunuzu kuşun kanadında uçurursunuz deyip sakız leblebiden bir avuç aldı. Teker teker ağzına atıyor, çiğnedikçe hımhım ediyordu. Leblebinin lezzetini tartıyordu. Ezberindeki eski lezzete yakın bulup yüzündeki gülümseyişle onu sakızlı anılara götürdüğünü anlıyorduk.
Sonra günler içinde gördük ki usta boşuna usta olmamıştı. Terazisi onun varoluş biçimiydi. Göğü, rüyayı, günü bir kere hımhımlarken, kendini bin kere hımhımlıyordu. Derse gecikmelerimize kendince bir hoşluk yakıştırsa bile kendinde gördüğü herhangi aksi duruma affı yoktu.
Derslerimizin son günlerinde gülümseyişin otuz dört, kahkahanın battal beden olduğunu konuşur hâle gelmiştik.
Eğitimin son günü durgun nehre karşı duran binamızın önünde dizildik. Her bir kelimenin anlamı artık çok katlı ama söyleyecek söz bulamıyorduk. Kaldık öyle.
Usta, durgun nehre şöyle bir bakış attı ve ‘Bu nehre deh diyen biri çıkmamış mı yav!’ deyip hızlı adımlarla geldiği yoldan tısılaya tısılaya yürüdü.
Yazı gönlümüze birer yonga iliştirdi.
Herkes yongasını bağırlayıp, kösüleye kösüleye evinin yolunu tuttu.