Çok Sevgili, Vefalı Kardeşimiz, Dostumuz;
Sevgili Sadık Aslankara!
Sekiz yıl kadar oluyor; Duygun torunumu, Temmuz’un kızı Duygun’u Fethiye’ye götürdüm, o zaman orada yaşayan Temmuz’a yakın olsun, çocuk yavaş yavaş babasına yaklaşsın, sıfırdan alıp dokuz yaşına getirdim, artık benden uzaklaşsın.. diye. Hemen ayrılıp Ağlasun’a dönemedim, bir beş yıl daha Duygun’la birlikte orda kaldık, o ayrı konu. İkimiz için bir kulübe kiraladım. Kapının yakınına bir boyaynası astım, çocuk artık gençkızlığa adım atıyor, ayna karşısında üstünü başını, kendi kendini düzeltmeyi öğrensin.. diye.
Bir gün, beni görmedi, boyaynasında süsleniyor, sokağa çıkacak, baktı baktı kendi kendine ve söylendi:
-Kahretsin, çok güzelim!
O gün bugün (Duygun artık 17 yaşında ve babasıyla ikisi yaşıyorlar), aile, eş dost arasında şaka konusudur, çok hoşnutsak kendimizden, Duygun’a gönderme yaparız: Kahretsin, bu çok iyi, bu çok güzel!
Böylece “kahretsin” sözcüğü, her kezinde, asıl anlamından soyutlanır öyle anlarda; yumuşar, sevimli çocuksu ‘Duygunsu’ bir anlama bürünür…
İşte, 15 Mart 2007 Perşembe akşamı; kızım Barış, eşi Cem, senin yazını bir kez de birlikte okuduk ve ben yüksek sesle ortaya şöyle dedim:
-Kahretsin, bugün kendimi çok iyi hissettim, hâlâ da öyleyim!
Gülüştüler.
Ne güzel; o gün, hiç ama hiç beklemediğim bir andı ki; Barış’la sabah sabah hastaneye, ‘tahlil’ sonuçlarını almaya gidiyorduk ki; arabadayız, yanımdaki Cumhuriyet Kitap Eki’ni açtım, karıştırıyorum, birden, “Hasan Hüseyin Derler Adıma” başlığıyla karşılaştım!
İnan bana; o sıra, hani Nâzım, … bugün pazar / bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.. diye başlayan şiirinde der ya, ne şu ne bu, yalnızca yaşıyor olmaktan, yani gökyüzünden yani günışığından bahtiyarım.. diye (çok eskiden belleğimdeydi, bu imgelerle kalmış bende); ben de işte, attım sağlık vb. kaygılarımı, hiçbir şey umurumda olmayarak, yalnızca senin o güzel, o değerbilir, o dost seslenişini yudumladım, herbir tümcenin ve tümce aralarının da hakkını vere vere.
Sağol!
Bu sana, sanıyorum ikinci mektubum: On yılı geçti; Denizli’den Ağlasun’a telefon ettin; Türküleri Yakanlar’ı okumuşsun, kutladın, tanıtmak istemişsin, kimi bilgiler istedin benden. Yanıt olarak şuna benzer bir şey dedim ben: Şimdi kalsın; Ağlasun Ayşafağı’nın yaratılışını bir yerlere oturtmak istiyorum; bunda Ağlasun’un tarihsel vb. yerini saptama ve günlüklerimi tarama gibi bir çalışma gerekiyor, bana zaman tanı…
Çalışma uzadıkça uzadı, toparlayamadım; Duygun çok küçüktü, ben artık altmışımı geçmiştim, sıkıntılarım vardı ve çocuk bütün zamanımı – gücümü alıyordu. Hattâ o sıralar çalışmam için beni sıkıştıran bir arkadaşıma şöyle dediğimi anımsıyorum: ..Sen ne sanıyorsun, bir çocuk yetiştirmek, on kitap yapmaya bedeldir!
Gerçekteyse, birşeylerle yüzyüze olmaktan kaçıyordum, Kandan Kına Yakılmaz’ın önsöz gibi’sinde demeye çalıştığım gibi, kederi aşamıyordum, 1983/84 şokundan kendimi kurtaramıyordum, duygusallıktan nedense korkuyordum, Türküleri Yakanlar’dan sonraki çalışma bu yüzden başsız sonsuz uzadıkça uzadı, bin sayfayı geçti. Bir yandan da; Ağlasun’a Ankara’dan kitaplığı ve arşivi taşımıştım ama; babamın ölümüyle köprülerin altındaki sular değişmişti, babaevinde kendime yetecek bir köşeyi bir türlü ayarlayamıyordum, küçük kardeşime düşen payda eğreti duruyor, Duygun’un sorunlarıyla ayrıca boğuşuyordum. Geçtiğimiz Aralıkta yitirilen Zeki Göker, bir yerlerden seslendi: Kitabının yeni baskısını Ceylan istiyor; ede edeceğimiz para ile de sen, düşündüğün gibi Hasan Hüseyin Evi’ni Ağlasun’da sana düşen pay’da gerçekleştireceksin! Eh.. dedim, bir ışık belirdi, bana da ‘motivasyon’ olur.
Olmadı. Kitabın adı için bana baskı yapıldı. Hayhay dedim ve Hasan Hüseyin’in bir dizesini kullandım: …gökmavisi bir türkü dolanmış yüreciğime… Ardından İkinci Kitap’ı istediler. Elimdeki bin sayfa kadarın ivedileyin 400’ü aşkın bölüğünü ayırdım; günlüklerde yıllara yayılmış olan Ağlasun faslını ayrıntılardan ayırıp birleştirip sanki 40 günlük bir kesiti, ikinci kitap olarak düzenledim. Hemen bastılar; ama çok sonra ayrımsadım ki, kitabın bir yerinde Mustafa Kemal’le olan, anneme ilişkin sıcacık bir paragraf yok olmuş.
Bu, midemi bulandırdı ve kırılma nedenim oldu. Zaten, Ceylan’cılar kimlerdi, Zeki Göker, aracı olarak verdiği sözü neden tutamadı, sözkonusu paranın tek kuruşu bile neden Ağlasun’a verilmedi.. hiç bilmedim. Meğer Zeki Göker de onlardan kopmuşmuş ve hele, hastaymış…
Sonuçta, ben de sana Ağlasun bilgilerini ve 2. kitabımı ulaştıramadım.
Fethiye faslı ayrı öykü…
Ha, İkinci Kitap, yalnız Ağlasun kesitini veriyor ama; 20 yaz boyunca bizim Ağlasun’da birlikte yaşayıp gördüklerimizin çok küçük bir bölüğüdür. Benim kaygım, Ağlasun’u 1964 yazındaki gibi vermekti. Yoksa; 1989’da arkeolojik kazı başladı. Ayrıca ve hızla, Ağlasun’a da elbet, Türkiye’ye olanlar oldu; çarpık makineleşme ve ticaret, köylülükten uzaklaşma, yüksekokulculuk, yayla turizmi, ev pansiyonculuğu vb. Şimdilerde hele, o eski kerpiç evleri 1 milyara satın alıp herifçioğulları yıl sonunda 60-70 milyarlık beton ev durumuna getiriyorlar.
Sana, İkinci Kitap çıkar çıkmaz, bir mektupla ulaşmaya çalıştım. Cumhuriyet’te yazmaya başlamıştın. Zarfımı oraya gönderdiğimi, yıllar sonraki karşılaşmamızda ya da telefonda söyledim. Eline ulaşmadığını öğrenince, Bilgi’nin İstanbul kesimi adresini kullandım. Demek o iki kitap eline geçmiş ki, şimdi sözünü ediyorsun.
Ne diyeyim? Kucaklıyorum. Eline kafana yüreğine diline sağlık.. diyorum.
Hasan Hüseyin’den sonra, onun için yazılanları, bir son kitapta toplayacağım. Şimdi, Ağlasun’a döneyim, 3. cildi temize çekeceğim.
Bu mektup, denetimsiz bir mektup, yani acele yazılan türden. Perşembeden beri yazmaya oturamadım. Çünkü 13 yıl önce, önce ‘anjiyo’ oldum, o sıra CHP Burdur delegesiydim, iki ay sonra Eylül 93’te Büyük Kurultay vardı, onu da atlatayım derdine düştüm. Kurultay’dan sonra acele ‘anjiyoplasti’ yapıldı. Bugüne dek iyi kötü getirdim kalbimi; şimdi, Bayındır Tıp’a yatıyorum. Anjiyodan sonra damarı açamazlarsa, baypas dedikleri şey için ayrıca gün alınacak. Sonucu ben ya da Barış sana bildiririz.
Şimdilik teşekkür etmekle yetineyim.. dedim.
Ha, bir de, vakit fırsat bulduğun zaman okuyasın diye, ekte bir yazı yolluyorum, dilerim bu kez alırsın, taahhütlü vereceğim: Bu yazı benim, mektup türü dışında ilk denediğim bir şey: Ozanın yalnız bir şiirini alıp irdelemek gibi bir şey yaptım.
Kendini yormadan, iyice sabırlı olabildiğin bir gün okumanı rica ediyorum.
Bir de şu: Yazında, bu iki kitabım için, yaşamöyküsüne dayalı ‘roman’ diyorsun! Bilmem ki? Roman, önemli bir şey! Birinci Kitap’ı, Hasan Hüseyin’in kendi elyazılı mektuplarından alıntılarla örmüş; kendi mektuplarımın içlerini boşaltıp, kronolojik gereci, olayın örülmesinde yardımcı olarak kullanmıştım. İkinci Kitap’ta anı-notlar, günlüklerim ve yazarken dilime gelen şiir parçacıkları kullanıldı. Senin de dediğin gibi, ozanın kendisine sesleniyorum; roman değil de, uzun tutturulmuş, umutsuz bir MEKTUP sayılabilir mi? Ben, Ehrenburg’un ‘üçlü’sünü ya da Romen Rolan’ın Jan Kristof romanını ‘Roman’ saymıştım, gençliğimde…
Neyse…
Hiç unutulmayacak bir selam oldu bana, yazın.
Şimdilik hoşça kal. Selam sevgi saygı.
Azime (Korkmazgil)
Ankara, 01.4.2007