Çocukluğun Don Kişotluğu
M.Sadık Aslankara
Anneciğim anlatırdı da, yıllar geçtiği halde üzerinden yine de sırtım ürperirdi dinlerken.
Dört beş yaşlarında olmalıyım. Bir köşeye siner, herhangi motorlu araç yaklaştığında saklandığım yerden çabucak fırlar, önünde dikilirmişim göz açıp kapayana dek… Annemin aklı gidermiş tabii. Kolumdan tutup ev içlerine kaçırır, odalara kaparmış beni.
Sokağa çıkmayagöreyim, gözü üzerimde olurmuş hep, bir an bile yalnız bırakılmaya gelmezmişim çünkü…
Sözünü ettiğim, 1950’lerin başları, yani çocukların kaygısızca sokağa salınabildiği günler. Yarım yüzyıl geçmiş üzerinden. Babacığım Sarayköy Gazi İlkokulu öğretmenliğinden Babadağ’a verildikten sonra yaşamışız bunları.
Ben Sarayköy doğumluyum. Sarayköy, Denizli’nin ilçesi. Dört beş yaşlarındayken ben, babam, iki yıl kadar şimdilerde ilçe ama o sıra nahiye olan Babadağ’da öğretmenlik yapmış, ailesi olarak bizler de peşinde tabii. Ardından Sarayköy’e dönmüşüz hep birlikte.
Bu dönüşten sonra anılarım öylesine canlı ki, çocukluğumun ilk cennet çayırları orada duruyor hâlâ. Geriye kalan bir avuçluk cennetimse Denizli’de, hiç eskimeden, yıpranmadan, en güzel yerde. Uykusu Sakız adlı kitabımdaki kimi öyküleri, Buralardaki anılarımdan demeyeyim, ama devşirdiğim görüntülerden yola çıkarak yazdığımı söyleyebilirim.
Kuşkusuz sizler de biliyorsunuz, yazarlar yaşadıklarından yararlanırlar ama, bunları olduğu gibi yazmaya kalkışmazlar yine de, çünkü yazın sanatı, bütün öteki sanatlarda olduğu gibi bir “kurma-yapma” sanatıdır, yapbozdamihe benzer biçimde.
Babadağ’a dönersek, orada yaşadıklarımdan belleğimde kalan pek bir şey yok. Akşam alacalarına bulanmış, gökyüzünü biçe biçe evlerine dönen kırlangıç sürüleri, birbirine bitişik gibi duran evleriyle yokuş yukarı çıkan daracık sokaklar, annemin kardeşliğinin oğluyla birbirimizin kapılarını taşlayışımız, sonra Kızılderili kabile reisi görüntüsüyle o “kadın adam”.
Öyle denirdi. Entarisinin üzerinde upuzun bir erkek paltosu, burkulmuş bir yüzle tüttürdüğü sigarası dolaşır da dolaşırdı Babadağ sokaklarını. Biz çocuklar arkasından bağırırdık: “Kadın adam!”, “Kadın adam! Eh, sen misin alay eden, bir gün ablamla yalnızken önümüze çıkıvermesin mi? Ablam dediğim, benden iki yaş büyük, Kadın adamın hiçbir söz ettiği yok aslında, yalnızca bakışları kalmış belleğimde, ama biz şıır işeyiverdik tabii korkumuzdan.
Evet, bütün bunlar capcanlı duruyor belleğimde, duruyor da annemin anlattıklarını anımsayamıyorum bir türlü… Benim fırlayıp çıkışlarıma getirdiğinde sözü, gözümün önünden geçen resimler, acaba annemin anlatışından ötürü mü böyle diziliyor karıştırıyorum, kuşkulanıyorum da.
O yıllar motorlu araç sayısı devede kulak elbette, hele de Babadağ gibi bir beldede arayın ki bulasınız, bu yüzden bir elin parmaklarıyla sayılabilirdi ancak. İşte bunların içinde bayrak kırmızısı bir Vabis vardı ki, görülmeye değer… Vabis miydi Fabis mi yoksa bir başka mıydı adı bugün bile çıkaramıyorum bunu doğru dürüst. Ama tüm Babadağlılar böyle diyordu.
Vabis, Fabis ya da her neyse işte, Babadağ’ın dışarıya açılan tek penceresi gibiydi… Gibisi fazla, öyleydi. Demiryolu Sarayköy’e uğrayıp Aydın tarafına geçerdi, Babadağ’sa bu tarafta, aynı adla anılan dağın eteklerinde kalırdı. Oysa Babadağ, geçmişten günümüze ünlü bir dokuma kentiydi de aynı zamanda. İnsanlar, dışarıya çıkabilmeliydi ki ticaretini sürdürebilsin, gereksinimlerini karşılayabilsin, bunların ötesinde kültürel alışverişini yapabilsin…
Çocukların, gençlerin okuması da bu araca bağlıydı, çünkü lise yoktu, yalnız Babadağ’da değil, Sarayköy’de de birer kırık dökük ortaokul, o kadar… O Vabis, Denizli’ye doğru yola çıkarken de, Denizli’den dönüşünde de bir hışımla, çalımla gider gelirdi. Her yanı tıklım tıkış dolu olurdu; insan, çuval, balya, denk, sepet ne ararsanız artık.
İşte ben bu Vabis’in önüne çıkarmışım. Sürücüsü babama yalvarmış; “Hocam, senin oğlan, zırt pırt otobüsün önüne çıkıyor olur olmaz yerde, korkuyorum, kulağını büksen…”
Siz anne baba olsanız telaşlanmaz mısınız?
Annem fırlayıp neden otobüsün önüne çıktığımı sorarmış, bilmiş bilmiş, ukalaca yanıtlarmışım onu: “Korkutmak için!” “Ya seni ezerse?” Altta kalmazmışım yine de, dermişim ki: “Nasıl ezermiş? Şöyle bir dikildim mi karşısında, zıınk durur!”
Aradan nice yıllar akıp gitti… Annesi de babası da yok artık çocuğun, ama kocaman bir adam olarak ta yıllar öncesinden bugünlere sürdüregeldiği yazarlığını besleyen en önemli kaynağın Vabis’in önüne çıkan işte o çocuk olduğunu düşünüyor yüreğinde ona açtığı engin yerle birlikte…
Hangi akılla, yürekle yaparmış çocuk, bu donkişotluğu, bilmiyorum. Olacak iş değil! Hem ne kadar da tehlikeli.
Ama bugün sorsanız bana, yazarlığın da bir çeşit donkişotluk olduğunu söyleyebilirim size. Dil Derneği’nin Türkçe Sözlük’ünde donkişotluk, “gereği yokken yiğitlik göstermeye kalkışma durumu, şövalyece düşünüş” olarak karşılanmış. Buna bakarak çocukların donkişotluk yapmaları gerekmez elbette, ne var ki yazarlık için belki bir çimdik de olsa gerekiyordur donkişotluk!
Öyle ya, yazarlar, ama içlerindeki, ama dışlarındaki güçlere karşı şöyle bir dikilip de ürün vermezler mi? Yazarlık yaşamları boyunca dimdik durmak zorunda değiller midir? Susmadan usanmadan yazmaları, eğilip bükülmeden işlerini sürdürmeleri, yılmadan caymadan bildikleri yolda yürümeleri gerekmez mi onların da?
Ben de belli ki ondan öğrenmişim bunu. Ta o zamanlar, bacak kadar çocukken yaptığım donkişotluğu, bugün de yazar olarak sürdürmeye çalışıyorum elimden geldiğince…
Ama bilmiyorum o çocuk kadar yürekli miyim?
Ah, çocuklardan öğreneceği ne çok şey var insanın!
(Hikmet Altınkaynak’ın Ünlüler de Çocuktu-2 [Can Yayınları, 2010] adlı kitabından alınmıştır.)