Cumhuriyet Dönemi Türk Öykücülüğü

CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK ÖYKÜCÜLÜĞÜ

M.Sadık Aslankara

            Sevgili Gençler, Değerli Bilimciler,

“Cumhuriyet Dönemi Türk Öykücülüğü” başlıklı böyle bir söyleşinin tıp fakültesi öğrencileriyle, hekimlikle ne ilişkisi olabilir değil mi?

Ama olmalı… Hekimler, hep öykülerin içinde gezinen insanlar değil midir?.. Hastayla ilişkilerinde bir öykü alışverişi yaşamadıkları düşünülebilir mi? Hekim, hastasınca biçimlendirilip anlatılan öyküyü dinlemez mi ilkin? Bu öyküye göre, kendisi de, bu kez bilimsel olmak üzere bir öykü kurup geliştirmez mi kafasında?

Gerçekten de hekimlerin, mesleklerine ya da özyaşamlarına odaklanarak yayımladıkları anılara göz atıldığında, bunların da hep birer öyküleme gibi kendini gösterdiği kolayca ayırt edilebilir.

Doğrudan öykü yazarı olarak da ünlenmiş Muzaffer Hacıhasanoğlu, Hüsnü Göksel, Taner Akçam gibi hekimler bir yana Tarık Minkari’nin anılarının Tiyatro Ayna aracılığıyla Dilek Türker tarafından Merhaba Hayat adıyla sahneye taşınması, Turhan Temuçin’in Hastane mi Kestane mi? adlı oyunu, bize hekim yaşantısının aynı zamanda öykü gereci olmaya yatkınlığını da ele veriyor yanılmıyorsam.

Tarık Minkari, anılarının bir yanında şöyle diyor:

“Ben, bir cerrahım, yani ameliyat ederek hasta tedavi eden doktor. Elli beş yıldır bu işi yapıyorum. Güzel anılarım var, bunların unutulmasını istemiyorum, bu nedenle onları yazdım. Yazarken hile yaptım. Kötülüklerini, çirkinliklerini, acılarını attım.”

Bu, düpedüz öykü kurulacağının işaretini vermiyor mu bize?

Temuçin’se bir hastasını, büyükaptesle ilgili şikâyetinde şöyle konuşturuyor:

“Bazen su gibi gidiyorum, dök dök iç; bazen de hiç çıkamıyorum, çıksam bile ceviz gibi kır kır ye!”

Görüyorsunuz ya, hastalar öyküleriyle geliyor, hekimlerse onları zaten bir öykünün içinde bekliyor… Gerçekten buraya gelmeden önce de kimbilir hangi öykülerin içindeydik, kimbilir hangi öykülerin içinden süzülerek bu salona geldik, ama şu anda hep birlikte farklı bir öyküyü olşturuyoruz. Çıktığımızda bambaşka öykülere doğru yol alacağız…

Öykü dediğimiz hikâye. Hikâye, “tahkiye”den geliyor, anlatmak demek. Bu çerçevede yaklaşırsak, Türkçe, dünyanın en büyük anlatma dillerinden biri bana göre. Annemizin ya da dedemizin ballandıra ballandıra anlatışında, komşuların dedikodusunda enikonu bir öykü tadı yok mudur? Birer genç insan olarak şiir, öykü yazmaya düşkünlüğümüzü de anımsayabiliriz bu arada…

Diyeceğim bir büyük öykü coğrafyasında yaşıyoruz Anadolu’da… Yüz binlerce yıl içinde insanoğlu gelip konarak, kimileyin de göçüp giderek birbiriyle öyküler alıp verdi hiç durmaksızın. İnsanlar arasında ister istemez bir öykü alışverişi doğdu böylece. Bu süreçte bir öykü ülkesine dönüştü Anadolu…

Hatta bu bereketli yurdun, tam anlamıyla bir öykü toprağı yarattığını düşünmek de olası. Öyle ya şiir, masal, söylen, söylence bir harman yaratıp öykü için olağanüstü yararlı bir toprak oluşturuyor birlikte…

Cumhuriyetten önce de bu anlamda ciddi birikime sahiptik. Örneğin Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay unutulabilir mi? Halikarnas Balıkçısı, daha sonra Sadri Ertem gibi geçiş dönemi öykücüleri de anımsanabilir bu arada.

Demek ki cumhuriyet dönemi öykücülüğü, çok sağlam bir temelden kaynaklanarak kendini koymuştu. Nitekim ilk büyük öykü dalgası, yalnız ülkemizin değil dünyanın da en büyük öykücü topluluğu olarak alınabilir pekâlâ.

Ben bunlara Türk öykücülüğünün yedi harikası diyorum yıllardır. Kim bunlar, sayalım: Memduh Şevket Esendal, Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal, Haldun Taner, Oktay Akbal, Nezihe Meriç… Bu yazarlar neler getirdiği öykücülüğümüze? Esendal, öyküye an içinde atomik bir yapı kazandırdı; Sabahattin Ali, öykü gerçekliğini toplumsallık dokusuyla sıkıladı; Sait Faik, küçük insanın dünyasıza sızdı, bundaki zenginliği gözler önüne serdi; Orhan Kemal, yalnızca konuşma örgüsüne dayarak da öykünün yaratılabileceğini kanıtladı; Haldun Taner, bıyık altı gülümsemeyle bakmanın nasıl ufuk açıcı olduğunu gösterdi; Oktay Akbal, anlatıcı öykücülüğüyle bizleri tanıştırdı; Nezihe Meriç, kadın ayrıntısıyla öyküyü beslemenin, ona nasıl bir derinlik kazandırabileceğini kavrattı…

Ama bilmiyor değilsiniz ya, yedi harikadan söz edilen her yerde bir de sekizinci harikaya değinilir… Türk öykücülüğünün bu yedi harikasından sonra bizde de bir sekizinci harika ortaya çıkmakta gecikmedi…  Türk öykücülüğünün sekizinci harikası da1950 öykücü kuşağı üyelerinin tümü bana sorarsanız… Tahsin Yücel’den Leylâ Erbil’e, Adnan Özyalçıner’den Ferit Edgü’ye, Erdal Öz’den Demir Özlü’ye daha pek çok yazar, bu kuşağın üyelerini oluşturuyor…

Bu kuşak öykülerini üretirken iki farklı kol da öykü yazıyordu; 1940 toplumcu gerçekçi

kuşağı ile köy enstitülüler kuşağı. Ne var ki bunlar, öykücülüğümüzde 1950 öykücülerinin yol açtığı depremi yaratamadı bir türlü. Bu kuşağın öykücülüğümüze getirdiği kazanım, yazınımızı özellikle iki alanda çok derinden etkiledi: 1. Dile bir yandan kurmacı, sıkılamacı bir yapı kazandırdılar, öte yandan doğal savrulma yerine seçmeci, yapılmış bir dil anlayışı getirdiler, 2. Düz değiştirme yerine yazınımızda tam dönüştürüme kapı açtılar.

Bu kuşağın bir önemli yanı da okurun yapısını değiştirmesi, onu zorlayıp sarsması, okuma edimine etkin biçimde katılımını sağlamasıdır.

Doğrusu 1950 öykücü kuşağı, üretime geçtiğinden bu yana yazınımızı derinden etkiledi, bu etkinin bugün de bütün gücüyle sürdüğü dile getirilebilir… Ama en büyük parıltı 1960’larda, onların hemen ardından öykü verimine yönelmiş öykücüler arasında, sözgelimi Füruzan, Tomris Uyar, Necati Tosuner ve ötekilerde çok daha belirgin biçimde kendini gösterdi.

1970’lerde, 80’lerde Selim İleri, İnci Aral, Burhan Günel, Necati Güngör, Nursel Duruel, Pınar Kür gibi çok iyi örnekler görülse de öykücülüğümüz genel olarak siyasal söylemle zedelendi ne yazık ki. Hatta bir ölçüde kendini zehirlediği de öne sürülebilir öykücülüğümüzün.

Derken, özellikle 1985-1995 arasındaki zaman dilimi içinde tam bir suskunluğa büründü. Evet, çok büyük bir geleneğe sahip öykücülüğümüz andığım zaman diliminde, neredeyse ancak yapay solunumla yaşayabilir bir hale düştü…

Sonra sular kabardı, büyük bir öykücülük dalgası tam anlamıyla bir fırtına estirdi. Bir anlamda “patlama” olarak nitelenen genç öykücüler akımı, bugün de bütün etkisiyle sürüyor zaten.

Bu genç öykücü dalgası, Memet Fuat’ın öykü dergisi yayıncılığını kışkırtmasıyla başladı denebilir. Galiba günümüzde bir kuşak oluşturacak denli de bir birikim yarattı. Bunda Özcan Karabulut ve arkadaşlarınca ilk olarak Ankara’da başlatılan, ardı sıra neredeyse tüm Türkiye’ye yayılan “Öykü Günü” etkinliklerinin de büyük payı vardı kuşkusuz.

İşte 1995’ten 2005’e son on yıldır büyük bir görkemle iyice yayılan, yaygınlaşan öykücülüğümüz, Cumhuriyet dönemi Türk öykücülüğünü, başlangıçtaki büyüleyici çıkışına yaraşır bir düzeye yükseltti yeniden…

Bizler, şimdi bu büyük öykücülüğü, derin bir hayranlıkla izliyor, ileride hangi serüvenlere doğru yol alacağını bilmeden, ama merakla öykü yazarlarımızı okumayı sürdürüyoruz…

Hepinize sevgiler, bol öykülü günler…