DENEME-ELEŞTİRİ; ‘BİR GÜNÜN İKİNCİ YARISI’…

Toplumsal Çalkantıyı Bireyle Anlatmak:
“BİR GÜNÜN İKİNCİ YARISI”

M.Sadık Aslankara

 

Toplum kesimlerinden, kimse kim, her birey, içinde debelendiği yaşamın küçücük penceresinden bakarak da olsa ille hayata yönelik yorum getirmeye çalışır. Romanlar, bizi hem bu bakışlarla, bunların sahipleriyle tanıştırır hem de bu türde öteki bakışlarla birbirine teyellenmiş halde bütün hayatı kategorik anlamda kavramımızın da bir güzel önünü açar…

 

Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet yazılarıyla örtüşen yaklaşımla bütünlenik kavrayışla, yaşananları roman evreni içine kurmaca eşliğinde yerleştiriyor Bir Günün İkinci Yarısı (Cumhuriyet Kitapları, 2024) adlı yapıtında. Anlatıcının, yer yer bilimci edasıyla ya da enikonu böyle bir role geçerek örgülemeye giriştiği roman, anne-babalar, kızlar-oğullar iki farklı kuşaktan karakterleriyle döngüsünü tamamlıyor. Bunu tamamlarken yazar, çalışmanın bir “kitap projesi” olduğunu belirtip yazma serüvenine de açıklık getiriyor böylece.

Kuşak üyeleri, anne-babalarına kısa uzanımlarla yarım ağız bakış getirse de kendi sınırları dışına taşmıyor pek. Kaldı ki anlatıcı da bu karakterlere karşın, zaman zaman hepsinin yerine romanın temel anlatıcılığını üstlenen bir dolayımlı anlatıcı olarak da görünüyor. Gelin, bu anlatıcıyla girelim romana.

Anlatıcı Aktarmaz; Sezgiyi Açar, Taşları Yerine Oturtur…

Bizdeki geleneksel hikâye anlatıcılığını bir yakaya bırakalım, romanda “anlatıcı” diyerek ayırdığımız kişi, yazarın yerine geçerek romanı anlatmaya soyunan özne değildir. “Anlatı” olarak kurgulanan bir metin varsa “anlatıcı” da olacaktır ister istemez, diyeceğim bu ikiliyi birer yazın terimi bağlamıyla alıp yapıtın kendi işleyiş çarkı içinde her romanda bunu bir kez daha yeniden anlamlandırmak gerekiyor. 

Bir Günün İkinci Yarısı’nda omurgayı birbirine bağlayan bu anlatıcı kim peki? Girişte kendisini şöyle tanıtıyor anlatıcı: “Ben hiç değişmeyen ‘inatçılardan’, öbür tarafa geçenlerin sevdiği deyimle, ‘dinozorlardan’ biriydim.” (12) Egede, “yirmi beş yıldır her yaz gelme(sine)” karşın kimseleri pek tanımayan, “on yıl boyunca her yaz” kaldığı bu kıyı köyünde yörenin yerlisi bir adamı, sonradan verdiği adla “Z”yi merceğine alıp geliştirecektir romanı.

Nitekim anlatıcı, romana girişte, kendisini gerçekliğin bir öğesi kabul edip okuru uyarır sözümona: “Bundan sonra okuyacaklarınızın gerçek yaşamdaki, gerçek insanlarla bir ilgisi olmayacak…” “…kurgulanan öykünün bir ‘portmantosu’ olacaktır.” (14) Böyle söylerken, anlatıcının, kendisini yazarın yerine koyduğu görülüyor. Nitekim ilerleyen sayfalarda Engin ya da Ergin adıyla anıldığı da oluyor zaten (262, 290, 291, 292 316), birebir örtüşmese dahi onu öne çıkarıyor kimileyin kendi yerine.

Bu, bize romanın “açık biçim” kurulumla önümüze geleceğini gösteriyor aynı zamanda. Anlatıcının “Z”yle başlattığı hikâyeye geçmeden romanın adına da değineyim iki satırla: “Bazen şaşırtıcı bir şey olur. Yaşlı bir bedenin burnu, genç bir bedenin kokusunu alır… Anlıkta bu izler öne çıkmaya, potansiyellerini çoktan kaybetmiş olasılıkların absürt kervanı yola düzülmeye yeltenir… [A]rtık günün ikinci yarısı başlamıştır.”  (20)

Teyellenmiş anılar yumağı üzerinden dikiş geçmek değil, düşünsel geviş de değil, vicdanı Demokles’in kılıcı olarak alan kişinin ezberini bozup kendini sorgulaması… Z, karısı marketi çalıştırırken, bu tutumu benimseyerek işe koyuluyor. Buna göre en azından yer yer denemeyle kol kola giren bir anlatıyla karşılaşacağımız ortada romanda. Eh, hadi girelim o halde.

Kendi Kuşatmasında Çalkalanan Birey… 

Anlatıcı, Z’yi, aile mülkü olarak açtıkları önce bakkal market, ardı sıra bir zincirin yerel şubesi olarak çalışan işyeri önünde hep sigara, bira, kitap üçlüsüyle otururken anımsar, adamın bu konumu yıllara karşın değişmez, kurgu böyle başlar. Z, marketin yan duvarıyla ayrılan “yapının tek odası”na kilitler kendini âdeta; “bir yatak, tahta bir iskemle”, “polyester kaplı bir masa”, kitaplık, bir yanda “Lenin, Stalin, Marx-Engels”ler, yanında Pulitzer’den Avcıoğlu’na, Tütengil’e, Uğur Mumcu’ya, öte yanda Memet Fuat’ın Adam Sanat dergisince Mehmet H.Doğan editörlüğünde (Ergin onca yazar adı geçerken onu anmıyor, ancak değerbilirlik gereği ben altını çiziyorum,) her yıl yayımlanan Şiir Yıllığı, şiir kitapları, ayrıca, “raflarında… yarım bırakıldığı besbelli” kitaplar.

Odaya kendini kapatan, “gözleri… duvara çakılı kancaya gidip gelen” Z, sorar: “Buraya nasıl geldim?” (34) Bu soruyla birlikte “belleğinde ‘flashback’ gibi bir şey yaşamaya başla(r)” (37) Kendi hikâyesini anlatmaya gelir sıra. Ergin Yıldızoğlu özöyküsel, elöyküsel karışımı bir aktarım biçimini yeğliyor. Roman boyunca anlatıcıda, Z’de, öteki roman kişilerinde bunu hep koruyor. Ama şöyle bir tümce de kurabiliyor: “‘Z’, (.)’a sigara vermişti ama kendisi yakmamıştım.” (43) Ama “anneanne”, “babaanne” karışıklığı da göze çarpmıyor değil. (52)

Karısı marketi çalıştırmaktadır, oysa Z, ilk aşkının da derin vurgunuyla yaşadığı kırılmanın çalkantısında boğuluyordur aslında. Z, bu nedenle hikâyesini anlatmaya Nilgün’le başlar. İlerleyen bölümlerde roman zamanının Gezi sonrası 2014 olduğunu öğreniriz ama Z, Nilgün’ü odaklığı hikâyeye çok önce 1977’deki fakülte arkadaşlığıyla girer. Aralarında doğan o büyüleyici aşkla günlerini geçirirken, aynı zamanda devrimci gençlik eylemlerinde de yerini alır ikili.

Ne ki aşk, birden sonsuz bir kopuşla kesilir. Evlenme kararı almıştır ikili, Nilgün, konudan haberli ailesiyle görüşmek üzere yanlarına, Maraş’a gider, “ikinci akşamı ara(r)” Z’yi: “Aşkım, burada hava çok gergin. Kötü şeyler olacak galiba.” Öldürülen devrimci iki öğretmenin ardından karışmıştır kent. Anlatır: “Ben İstanbul’dayken pek farkında değildim. Maraş, büyük resim içinde kaybolmuş anlaşılan (…) Bazı evlerin, özellikle Alevi evlerinin işaretlendiğine dair söylentiler de var.” Z, “Nazi Almanya’sı mı burası? Siz Yahudi misiniz?” diye sorar. Nilgün’ün yanıtı açıktır: “Nazi Almanya’sı değil ama Sünni Türkiye ve biz Aleviyiz.” (87, 88) “Bu son konuşmamız oldu,” der Z. “‘Z’, Nilgün’ü bir daha göremedi, hakkında bir bilgi edinemedi. Nilgün, Kahramanmaraş Katliamının karanlık kuyusunda kayboldu…” (89, 91) 

Büyük bir kırılmadır Z’nin yaşadığı, bir türlü kendini doğrultamayacaktır: “Yaşamak arzum kaybolmuş, ölüm anlamını kaybetmişti.” (93) Kendi devrimci çevresinde neredeyse ölümü aranır hale gelir, bunu kolaylaştırmak için sürekli tabanca taşımaya başlamıştır. Nitekim “beklemekte olduğu an sonunda gel(ir)” Ne ki “mermi kalbinin üstünden omuzuna yakın bir noktadan üstelik kemiğe değmeden geçip gitmiş(tir)”. (94, 95)

1980 sonrasındaysa Z’yi bu kez Almanya’da “siyasi mülteci adayı olarak” görürüz. (101) Sonradan karısı, kızı Deniz’in annesi, market kasasındaki kadın Azra’yla da Almanya’da tanışır. “Nilgün’den sonra ilk kez ilginç bir kızla karşılaşıyordum,” diye anar onu. Bu sırada Berlin Duvarı yıkılır. “Sonunda Azra’nın iradesi önünde eğil(ir), planlarını benimse(r)” (110) Azra “hamile olduğunu açıkla(r)”, “doğumdan önce acilen evlen(irler)” (128, 129). Deniz, Almanya’da doğar, sonradan Ege kıyısındaki o mülklerine yerleşecektir aile.

Roman Z’nin İstanbul’daki öğrencilik yıllarından sonra Ankara’daki üniversite öğrencisi Deniz’e geçer, genç kuşakla bu son çeyrek yüzyıla dalarız.

1980 Sonrası Yaşanan Kuşakları Öğüten Süreç… 

Deniz’i Ankara’da uyuşturucu bağımlılığı aşamasında bir kesit içinde tanırız ilkin. Genç kız, satıcıyı beklerken ders için, anlatıcının değişkesi bağlamında Ankara’da bulunan Hoca, “yeni kuşak bu, akıllı, çalışkan ama inançsız,” (159) diye düşünce yürütürken Güven Park’ta uyuşturucu kuryesini bekleyen kızla aynı ortamda bulunacak, Gezi sürecinden kalan birbirini tanımışlık duygusuyla karşılaşıverip kolayca kaynaşmış olacaklardır. Nitekim Deniz, “adını zaten bildiği” (166) hocayı Ergin çağrışımıyla tanıtır âdeta: “Zaten sizi gazetedeki yazılarınızdan ve şiirlerinizden de biliyorduk.” (162)

Ergin Yıldızoğlu, Deniz bölümüne, sert ama etkileyici bir giriş yapıp, doğrudan uyuşturucu kullanımıyla okuru da kabaca silkelemeyi yeğliyor. Z’nin kızı için bu uyuşturucu da nereden çıktı, diye düşünüyorsunuz çünkü. Böylelikle metne derinliğine dalmaya hazırlanıyor okur.

Bu giriş ardından yine bir geri dönüşle sürdürüyor yazar romanı. Onu uyuşturucuya yönelten çözümsüzlük, yavaş yavaş kendisini duyuruyor. Annesi, Deniz’e göre marketin kasasında oturan, beklediği şefkati bulamadığı bir kadındır, babası da bu yoksunluk ortamında onu hepten terk etmiş, genç kız bunun altından kalkamaz hale gelmiştir. Oysa annesinin acil çağırışına dek yüksek düzeyli entelektüel tutumuyla kendi öğrenci grupları arasında da dikkat çekmektedir. Gizliden ilgi duyan Kenan, Deniz’in ilgisini çekmeyi başaracaktır.

Ankara’nın öğrenci gruplarındaki hareketliliği arasında kendi dünyasında yaşamını sürdürürken günün birinde annesinden çağrı alır, babanın intiharı onu yıkar. Üzerinden henüz üç ay geçmiş, büyük bir boşluğa yuvarlanmaktayken tam o sıra birden parlayıveren Gezi için Kenan’la İstanbul’a giderler. Ne ki Gezi’de bir anda tanıştığı, ama tanıştıkları anda neredeyse birbirlerine âşık olan, “bileğinde sarı, yeşil, kırmızı ibrişimlerden örülme bir bileklik” taşıyan genç kız apansız hayatına girer Deniz’in; “Ben, Filiz.” “Ben de Deniz .” (241)

Filiz, Moda’daki evine götürür onu, aşklarını burada apaçık perçinler ikili. Ne ki ertesinde Filiz’i de yitirecektir Deniz, plakası belirsiz bir araç Gezi’de “kaybedecek”tir onu; “bilekliği bir dala takılı” kalmıştır. (272) Hemen dönmez Deniz, Ankara’ya, günlerce evinde Filiz’i bekler. Roman gerçekliği açısından biraz zorlanır bu bölümce, çünkü ev sahibi dışında ne gelen olur ne arayan, soran, tanıyan Filiz’i. Okulunda kime soracaktır, çünkü tatil başlamıştır, böylece Filiz’sizliğin bunalımıyla yeniden boşluğa düşer. Z’yle Filiz birer hayalet olur artık, sanrılar eşliğinde yaşamına katılır, bulabildiği o “tek” şey uyuşturucudur.

Yine ilginç örtüşmeyle Deniz, Kenan’la dönecektir Ankara’ya, ikilinin ilişkisi bu aşamada daha da yoğunlaşacak, Kenan ona açılacak, sonunda Deniz de bu ilgiye eksiksiz bir yanıt verecektir. 

Nilgün’le Z’nin o büyülü aşk günlerine dönük farklı imgeler de taşır yazar, okura getirdiği açılımla. Z için Nilgün neyse Kenan için de Deniz odur çünkü. O da yine gününün devrimci gençlik hareketi içindedir, Deniz’e de nasıl âşıktır, dut misali. Peki Deniz’in ona ilgisi? Büyük güven duygusu taşır içinde, en başta bu duygu kendisini Kenan’a daha da yakınlaştırır. Babasını, ardından Filiz’i, uyuşturucu kullanımını, tüm bunları paylaşır. Kenan, yaşından beklenmeyecek bir tutumla bağrına basar onu.

Sisifos Olmak; Bunaltıcı O Boşluktan Kurtulmak…

Ergin Yıldızoğlu, yazılarında süreğen biçimde işlediği “süreç olarak faşizm” olgusunu belli ki bu kez roman evreni içinde kurmaca yoluyla alıyor diyebiliriz. Ancak bu kadar değil. Çünkü yazar, romanda altını çizerek işlediği sorunların neden olduğu, sonuçta somut biçimde ortalığı kaplayan, bir kara delik halinde gitgide büyüyen “boşluk” sorunsalına, bunun ürettiği kişiyi öğütücü “bunalım”a yoğunlaşıyor aynı zamanda.

Deniz’le Hoca, rastlantıyla bir araya geldikleri o soğuk Ankara gecesinde saleple ısınmak için sığındıkları pastanede, yazar bizi, herkesin yaşayabileceği bir sorunsalla damardan yüz yüze getirir.

“Bir keresinde, bir kız öğrenci(si)”, herhangi eksiklik duymadan mutluluk içinde yaşadığını, ama “Durup dururken”, “neden sık sık aklıma çok karanlık düşünceler geliyor?” diye sorar. Hoca ne der; “Hani… vardır ya öyle bir zaman işte; kendi içinize dönüyorsunuz ister istemez. Biraz sonra bilincinizin karanlık koridorlarından bir duygu yükseliyor yüzeye. Hayretle bunun bir boşluğa ilişkin olduğunu düşünüyorsunuz. Ama neyin boşluğu bu? Neyin yokluğuna ilişkin?”

Öğrenciler sorar: “Hocam, size de oluyor mu?” Hoca yanıtlar: “Tabii oluyor, hem de sık sık ve neredeyse otuz yıldır.” “Peki, neden otuz yıldır…” “… [O]tuz yıl çünkü o yıllarda ‘zaman kırıldı’, içinden beklenenden başka, daha önce hesapta olmayan ‘yarınlar’ çıktı.” Bunu aşma konusunda, “bir evrensel boyut”, “bir de kişiye özgün boyut” olduğunu söyleyip sürdürür Hoca: 

“Evrensel boyut, bu ‘boşluğu’ doldurması gereken ama ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyin yerine yükseltilecek, onu temsil edecek, yaşamda karşılığı olan bir başka şey bulmaya ilişkin. Kişiye özgün olanın boyutu ise o şeyin kişiden kişiye değişebilmesiyle ilişkili. Bu siyaset olabilir, sanat olabilir, aşk olabilir.” Buna “bilim”i de ekleyen Hoca, görece Deniz’e de seslenir: “Bir de beşinci ama sahte, yanıltıcı bir ‘şey’ daha var tabii.”

“Ekseninden çıkmış (bu) hayatı”(293) yeniden yörüngesine oturtabilecek midir peki Deniz?

Romanın bütünü dikkate alındığında, üzerine oturduğu omurgayı Hocanın şu sözlerinde görüyoruz: “Var olan anlamlar sisteminin parçalanmaya, egemen bilişsel haritaların belirsizleşmeye başladığı bir dönemde bir toplum, yeni bir anlamlar sistemi sunuyor, yeni bir bilişsel haritanın oluşması için olanaklar yaratabiliyorsa bu sürecin parçası olanlar, olmayı başaranlar için o ‘şeyi’ bulmak kolay.” (173-179)

Bu anlatımın ardından yapıtla ilgili olarak romanın, okuma edimi sonrasında bir kavramsal tortu bırakıp bırakmadığı yönünde bir sorguya girildiğinde ne söylenebilir, biraz da bunun üzerinde duralım. Bu yönde yargıya varabilmek için romanda bunların türe özgü bir dil-mantık temelinde ele alınıp alınmadığını, roman çatısı içinde nasıl yerleştirilip söz konusu omurgaya nasıl oturtulup yapılandırıldığını öne çekip bunları göz önünde tutmamız gerekiyor.

Yer yer makale havasında ya da en azından deneme diliyle kurulduğu öne sürülebilecek bölümcelerin varlığı kuşku uyandırmıyor değil bu anlamda. Romandaki kapsayıcı dil-mantık yapısı, Z’nin, Deniz’in, onlarla ilişkilenen roman kişilerinin hikâyelerinde, anlatıcının ya da Hocanın “kitap projesi”ni hikâye edişinde yükselirken, konunun Sisifos söylenine taşınmasının hedeflediği bölümcelerde kurgu düşüş sergiliyor yazık ki.

Oysa Ergin, romanın girişinde alıntıladığı şiirde “Hep yanık plastik kokuyordu gece” dizesindekine benzer sıçramalı anlatıma, eksiltili göndermeye dayalı yaklaşımını tüm romana yayabilirdi herhalde. Nitekim bu parıltıyı yansıtan azımsanmayacak sayıda sıçramalı geçişler, örüntülenmiş yan anlam ağları yok değil. Ancak yapıtta bu açıdan bütünlük gözetildiğinde, yaşanan aşklar da olmasa basbayağı deneme kitabı bağlamında anılabilecek türde algılanabilirlik sergilediği görülüyor diyebiliriz Bir Günün İkinci Yarısı için.

Ya o yazım yanlışlarına ne demeli, hemen her sayfaya yayılmış halde, yüzlerce belki? Bunu nasıl yakıştırayım Cumhuriyet Kitapları’na? Ah, ah…

Ama yine de 1980 sonrasıyla bu son çeyrek yüzyılın toplumsal tarihini okumanın. yüzyıllık cumhuriyet tarihinin ikinci yarısına dönük bir anahtar olarak da kendini gösteriyor roman. 1970’lerden 80’leri de içine alarak Deniz’in doğduğu 1991’e, Deniz’in çocukluğuyla başlayıp günümüze gelen “Siyasal İslam”ın yayıldığı yıllara neşter vuruyor. Bunu da doğru tutumla bireyler üzerinden kurarak yapılandırıp örnekçeye dönüşüyor.

Bu özetlemenin ardından bunun sanatını değil, toplumsal işlevselliğini önemsemiş bir roman bağlamında alabiliriz Bir Günün İkinci Yarısı’nı.

(Yukarıdaki yazının görece kısaltılmış biçimi, ayrıca Cumhuriyet Kitap’ın 23 Ocak 2025 tarihli 1823.sayısında Kitaplar Adası’nda da yayımlanmıştır.)