EDEBİYATIMIZDA
ÖNER YAĞCI ROMANCILIĞININ ANLAMI
M.Sadık Aslankara
Sistematik felsefenin başlıklarından biri de “Ahlak Felsefesi”, bunun benzeri görece edebiyata da kaydırılabilir pekâlâ; o zaman “yazınsal ahlak” gibisinden bir başlık üretebiliriz örneğin. Bunu mürebbi, görevci roman vb. yaklaşımdan farklı biçimde yazarın yazma edimindeki öznel ahlaksallığına bağlayıp bu tutumu doğrudan sorgulamanın önü açılabilir.
Öner Yağcı’nın Çankaya Cumhuriyet Roman ve Öykü Günlerinin “onur yazarı” seçilişi nedeniyle Ankara’da bunu açımlayan oturuma katılmakla yetinmeyip ardı sıra yollara düştüm yeniden.
Ama yolculuk da kolay değil, Yaren Leylek benden oturaklı. Onun bileti gidiş-dönüş; ya ben, önümde yollar, uzadıkça uzayan. Etkinlik için masamı da itekleyip kentten kente savruluyorum.
Ankara sonrası Bursa bekliyor. Nilüfer Belediyesi, Turgay Fişekçi düzenleyiciliğiyle Rıfat Ilgaz’ı 2025’in yazarı seçti. Gideceğim tabii. Turgay’la, Sevengül Sönmez’le birlikte Rıfat Ilgaz’ı konuşacağız (Daha önce yapıtlarıyla adlarını andığım yazarlara da döneceğim ya hangi sırayla, göreceğiz.)
Bu yüzden etkinlik çalışmalarımdan kimini yayın sırama alabiliyorum. Yine böyle, yazınımızın vefa borcu duyacağı bir imza var karşımızda: Öner Yağcı. “Kitaplar Adası”na almayı gerekli gördüm onu da. Rıfat Ilgaz da olacak ayrıca, Bursa’dan.
Yollar, yolculuklar şimdilik duradursun hele yerinde, ama konuşmaları mutlaka yazıya dökmeli, katılımcılarla paylaştıklarımı derli toplu metne dönüştürerek sorumluluk da üstlenmeliyim aynı zamanda, öyle değil mi?
İşte Öner Yağcı, yapıp etmeleriyle, bu bağlamdaki katkısıyla ilk elde gönül borcu duymamız gereken yazınsal açıdan vefa borcumuz olan bir imza. Aşağıda bunu gerekçelendirmeye, ötesinde temellendirmeye girişeceğim diyebilirim.
Neden vefa borcu duymamız gerekiyor peki, elbette bunun üzerinde de durulmalı ayrıca.
Yapıtlarını anıp adlarını sıraladığım, benden haklarında yazı bekleyen öykücülerle romancılara bu kez yayın tarihinden söz etmeyeceğim ama yanı sıra öykü-roman listeye yenilerini de ekleyeceğim bunu da söyleyivereyim şuracıkta.
Hadi Öner Yağcı’ya geçelim biz. Yazın kamuoyunda pek çok kişi, onun kaleme getirdiği romanların, kendi romanyazımı tekniğine, bu yöndeki tutuma dayalı olarak böyle bir düzey yansıttığını düşünebilir elbette.
Oysa kaleme getirdiği romanlar, Öner Yağcı’nın bilinçli yeğleyişiyle ortaya çıkmış yapıtlar olarak alınmalı. Çünkü o, âdeta bunları ya da bu tür romanları yazmak için yaşıyormuşcasına yoğun çabayla edebiyata yaklaşan bir aydınlanmacı. Kendi söylemiyle bir “aydınlanma neferi”.
Sözgelimi Öner Yağcı’nın yazar-roman portföyünün de hep savaş karşıtı, barıştan yana, halkı, emekçiyi gözeten, özgürlükten, demokrasiden yana aydınlanmacı yazarların, bu yazarlar elinden çıkan, bunları işleyen yapıtların yer aldığı bir tablo sergilediği söylenebilir.
Bu, özel bir tutumdur elbet, bu yüzden kendisi de bu yazarlarla kol kola birlikte kavga verir hep.
Nitekim Öner, kahramanlar, kahramanlıklar çağının kalemi. Mitolojik çağlardan bu yana akagelen, modern çağla dünyada, Aydınlanma devrimiyle bizde doruğa ulaşan kavrayışın ardılı bir yazar. Oysa günümüzde bu çağ, üzeri örtülmeye, birer simge anlamında önümüze karşı-kahramanlar sürülüp akıl gözden düşürülmeye, âdeta yok edilip silinmeye çalışılıyor.
Gerçekten de öner Yağcı, bu doğrultuda edebiyat yapmaya girişmiş, hep aklın öne çekildiği, özgür kılındığı kavrayışla romanlar kaleme almaya çalışan bir yazar imgesi uyandırıyor yazınımızda baştan bu yana, ta kırk yıldır.
Biliyoruz ki kuramsal metinler, gazete yazıları, gündelik iletişim diliyle ya da yargılama veya karar verme diliyle toplumsal olayları doğrudan aktarmaya çalışırken roman, farklı dil-mantık yapısıyla bunların düz aktarımından çok daha güçlü gerçeklik algısına yol açıp bunun daha iyi kavranmasını sağlayabiliyor.
Nitekim Fethi Naci, “İnsanımız, olup bitenleri şimdilik romanlardan öğreniyor” derken o tarihlerde doğan Éric Vuillard da bu görüşe katıldığını, şu sözlerle aktarıyor: “Bugün toplumda yaşanan siyasi kaosu iyi anlayabilmek için soğukkanlı analizlere değil, daha çok edebiyata bakmak gerekir.”
Öner Yağcı, bu geleneğin bir ardılı olarak, siyasal tarihimizle koşut iç içe kurduğu anlatı evrenleriyle 1980 sonrasının önemli roman yazarları Mehmet Eroğlu, Kaan Arslanoğlu, Fatih Atila vb. yazarlar arasında yer aldı, hep bu yaklaşımın ardılı bir konum sergiledi.
Bu kavrayıştaki yazarlar, 1940’lardan 50’lere uzanan süreçte kalem oynatan toplumcu gerçekçi 1940 kuşağı yazarlarıyla Köy Enstitüsü çıkışlı imzalardan da etkiler almıştı elbette, hem de geniş ölçekte. Öner Yağcı, 1968 yükselişinde doğrudan Köy Enstitülülerin etkisi olduğunu vurgularken özellikle kendisi de bir açıdan onların içinden gelen konumuyla edebiyat yapmayı sürdürdü.
Ne var ki 1989 sonrası yaşanan savrulma, küreselci, postmodernist kavrayış, algı bu akışta kesintiye yol açtı. Ancak Öner Yağcı, yine de bir yazarın romanda “etik kaygı” taşıması gerektiğini vurgulayıp bu aşamada aydınlanmanın, yine çok eskiden bu yana tanık olduğumuz kahramanlar çağı şövalyeliğini sürdürdü. Yazılarında ya da söyleşilerinde bunu apaçık dile getirdi:
“Yazın, yaşamdan dersler çıkarılması, yaşamdaki yanlışlıkların giderilmesi, doğruların egemen olduğu bir güzel yaşamın yaratılması için bir uzun koşuya çıkan kimi insanların anlamlı bir serüvenidir bence.”; “Dünya yazıncıları geçmiş zamanın kötü yaşamlarıyla hesaplaşarak, bugünün yanlışlarını cesurca ortaya koyarak ve çirkinliklerden arınmış bir yarın arayışının çağrıcısı olarak üzerlerine düşen görevi yerine getirmek zorundadırlar.” (Karşı, Şubat 1996); “Bir sanatçı, bir yazar, kendisine aydın kimliğini sağlayan kimi erdemleriyle var olmalıdır.” ; “Sanatın asıl kaygılarından biri de günlük yaşamın yoğunlaştırılarak ve estetize edilerek aktarılmasıdır… (…)…Gerçeklikleri ya da yaşanmışlıkları somutlaştırmak, romana aktarmak bir romancı için gerçekten riskli bir olay aslında. (…) …Bir sanatçının da birtakım risklere atılması gerektiğini düşündüğüm için bu güncellikte inat ettim.”; “… Hatta bunun sanatçı açısından zorunlu bir görev olduğuna da inanıyorum.” (Karşı, Nisan Mayıs 1996, [Söyleşi: Aydın Öztürk])
“Umut arayışının, sanatın da temel konusu, evrensel konusu olduğuna inanıyorum.” (Cumhuriyet Kitap, 11 Nisan 1996, [Söyleşi: Ruhan Mavruk])
Öner Yağcı, bu düşüncelerden hiçbir zaman vazgeçmedi. Kökeninde bunun, Nazilere dönük yaptığı araştırma çalışmalarının etkisi çok açık. Nazi Kampları (2004) adlı çalışmasına kendisini yönelten nedenlere değinirken şöyle diyor sözgelimi:
“‘Auschwitz’ adına ilk kez Anne Frank’ın anılarında rastlamıştım. Çocukluğumun beni en çok hüzünlendiren kitabıydı. Coşkulu, duyarlı, sevgi dolu bir kızın iç dökmeleriydi yazılan. O zamanlar bilmiyordum Hitler’in kim, Nazizmin ne olduğunu.” (512); “1980 (12 Eylül) öncesinde (de) Nazi Kamplarının pek bilincinde değildim.” “Nazi Toplama Kamplarının irdelenmesi ve en derin ayrıntılarına kadar anlaşılması zorunluluğu, 12 Eylül döneminde yaşadığım Mamak cezaevi yıllarımdan sonra bende neredeyse bir tutku olarak yer etti.” “Sürekli korkutma ve sindirmeyle yaratılan hava Mamak’ı (ve diğer birçok cezaevini) Nazi Toplama Kamplarından farksız hale getirmişti.” “Faşizm her yerde aynıydı ve aynı yöntemleri kullanıyordu.” (17 vd.)
Sonuçta şu yargıya varıyor yazar:
“Çeşitli uluslardan insanlarca yaratılan evrensel bir Nazi Kampları Edebiyatı doğdu. Bu edebiyat insanları Nazizmin zulmüne karşı ve savaşa karşı mücadeleye çağıran bir edebiyat oldu. Barış mücadelesinin en önemli sayfalarını oluşturdu. / Bu sayfalarda, gerçeği süzerek, yoğunlaştırarak, estetize ederek yeniden yaratan; ölüme ve acıya karşı koyan; Nazi Kamplarının insani ve duygusal haritasını çıkaran onlarca roman, öykü, deneme, şiir var; ‘ölümün elinden bir şeyler kurtarmak’ olan anılar, tanıklıklar var; onlarca inceleme var. / Nazi Kamplarının bir daha yaşanmaması için, var oluş temellerinin iyi kavranması gerekiyor)…” (56)
Öner Yağcı, şu yargısıyla yüzleştiriyor okuru:
“Nazizm insanların eşitsizliği üzerine dayanıyordu.” (78); “Nazizmin suçları bir ulusun suçu değildir. Her çağda ve her ulusta var olan vahşiliktir… Bu serüven her ulusun başına gelebilir, propaganda, dehşet, topyekûn askerileşme, polis rejimi altında gençliğe rejimin ilkeleri aşılanarak katiller göklere çıkarılırken ahlak yok edilir. (…) Her halk kapılabilir buna…” (83)
Öner Yağcı, bundan böyle artık bu doğrultuda üretecek, paylaşmak için de roman yazacaktır. İlk romanı Kardelen’le (1987) başlar yolculuğu.
Birbirlerine sevgilerinden, iç güzellikle zenginliklerinden başka verebilecekleri hiçbir şey bulunmayan öğretmen anne babayla, kızları Gülcan’ın anlatısıdır Kardelen. Gülcan, on yaşındadır. Okur, onun çağrışım, anımsama, geriye dönüşlerle kurduğu mektup-anı anlatısıyla hem toplumsal dokuyu tanıma fırsatı bulur hem yaşamını öğrenir. Bu nedenle Kardelen, bir açıdan Gülcan’ın anılarıdır. Öte yandan bir “sevgi manifestosu”dur da. Kaçak ya da tutuklu oldukları için ayrı düştüğü anne babasına duyduğu derin özlemine tanık oluruz. Onun aile, dostluk, yurt, doğa için beslediği sınırsız sevgi derin izler bırakır üzerimizde. Yoksunluklar; yalnızlıklar; bungunluklar; içe atılan kırgınlıklar; bilinmeyen ama hep merak edilen hapishane ve kaçaklık yaşamı; ülkeyi, kenti, evi, aileyi içine alıp bütün bunları yutmuş görünen militarist kuşatma. Buna karşın, çocukça sürdürülen o inatçı bekleyiş, umut, yaşama sevinci.
Turnalar’da (1987) sürdürür anlayışını, şöyle der anlatıcı: “Onlar beynime saldırıyorsa bir iş var bunda demektir. Beynimi savunmalıyım. İzin vermemeliyim arabeskleşmesine, magazinleşmesine, soysuzlaşmasına!” (45)
Düşünsel-etik yoğunluk ‘Yediveren’de de sürecektir. Yapıtta yazma bunalımları içinde kıvranan romancı karakter, “Post-modernist dalgaya kapılmış, kendisinden başka herkese dudak büken, kendisini edebiyatın hakemi sanan, medyatik ilişkiler nedeniyle her yerde, her seçici kurulda, her kokteylde, her toplantıda boy gösteren” yazarların karşısındadır:
“…Türkülerini söyleyenler gerekli bize.” “Herkes bilsin bu toprakların Nâzım’ıyla, Aziz Nesin’iyle, türküleriyle ne bereketli, ne zengin, ne onurlu, ne yediveren olduğunu!” “Alın yazını kendin çizmelisin; aklınla!” “Bizim gibi ülkelerde hepimiz aydın olmak zorundayız.”
Öner Yağcı, kurmacalarına aldığı bütün yapıp etmelerinde okuru sonunda aydınlanmayla, idealize ettiği kahramanlık çağı karakterleri, onların hikâyeleriyle buluşturur. Görevi budur; bu, aklıselime davettir bireyi, kendi aklına döndürmektir Kantvari tutumla.
Sonunda romandaki romancı da bu yönde karar verir:
“Boyun eğmek yakışmaz sana! (…) Bunun için mi direndin bunca yıl? Hayır oğlum, yazmalısın, yazacaksın! İnadına yazacaksın! Gerekirse fotokopiyle çoğaltıp dağıtacaksın! Bir okuyucun bile olması umuttur, ışıktır!” (Yediveren 1995; 16, 39, 53, 129, 162, 165, 213)
Sonuçta edebiyat, hele hele roman, bunu yapmalı, savaşlara, şiddete, faşizme karşı halkın, emekçi yığınların yanında yer alıp, onların refahına giden yolun taşlarını döşeyebilmelidir.
Öner Yağcı, işte hep bu anlayışın ardılı yazar konumuyla romanlar yazdı, bu nitelikleri taşıyan romanların yazarlarıyla aydınlanma yönünde kol kola yürüdü. Onun içindir ki yaptığı edebiyatta, kaleme aldığı romanların tümünde, bunlarda toplumu için kavgalara tutuşup kahırlı savaşımlar veren kahramanlardan biri de kendisi oldu.
Hayır, kendisini kahraman yapmadı, tam tersine bu kahramanlarla birlikte aydınlanma yolunun kahramanlığında salt nefer olmanın onurunu duydu, bunu paylaşıp geniş toplum kesimlerine gösterdi.
Özetle Öner Yağcı romancılığının edebiyatımızdaki anlamı, işte burada ortaya çıkıyor. Böylelikle olgu, aynı zamanda, Öner Yağcı romancılığının, bütün zamanlar için geçerli yanının ne olduğunu, bundaki ana dayanağı gösterirken bu bağlamda bundaki yaşamsal bağı da sergiliyor.
Öner Yağcı’ya duyacağımız yazınsal vefa, bugünde yarına hep sürecektir, bundan kuşkumuz olmasın.
NOT:
Yukarıdaki yazının daraltılmış bir biçimi, Cumhuriyet Kitap’ın 15.05.2025 tarihli 1835. sayısında, “Kitaplar Adası”nda yayımlanmıştır.