DENEME-ELEŞTİRİ; SÖYLENE DAYALI ANLATI DİLİYLE ROMAN KURMAK

SÖYLENE DAYALI ANLATI DİLİYLE

ROMAN KURMAK
M.Sadık Aslankara

Öyküde, geleneksel hikâyemiz aracılığıyla bir ataya sahibiz denebilir ama Ahmet Mithat üstadın onca çabasına karşın romanımızın üvey atayla yol aldığı açık; yok uyarlama yok çeviri, hep çeviri, talim talim, romanda. Bu yüzden roman sanatına dönük çabaların dikkatle izlenip bu bağlamda bir yol varsa alınan, üzerinde durulmadan bunun geçiştirilmemesi gerekir.

Tekin Sönmez’in Erzurum’dan Sarıkamış’a, Kars’a, Ardahan’a uzanıp da yörenin kar-orman kaplı doğal-kültürel döngülerini işe katarak verimlediği iki roman evreninde yol alırken, karlar altındaki Van’ın “Yüksek Güvenlikli Hapishanesi”nden de kardelen misali bir öykü çıkageldi. Sevgiyle kucakladığım Taner Korkmaz, mektubunda demiş ki: “Okuyacak öykü sıkıntısı çekmediğinize eminim ama bunun diğerlerinden farkı hücrede yazılmış olması ve elle çoğaltılmış olması. Dünya Öykü Günü’nde öykülere gönül vermiş ve ömrünü adamış biri için belki anlamlı bir armağan olur diye düşündüm.”

Taner’in bu sımsıcak mektubuna, yanı sıra özel olarak öyküsüne, birkaç hafta içinde sitemizde yer açacağım. Ama yine de çeyrek yüzyıldır tutuklu Bafra T Tipi Kapalı Cezaevinden Metin Turan’ın (d.1967) Hepsi Yalnızlıktan (Favori, Şubat 2024), yine aynı mapusaneden Haydar Demir’in (d.1967) Kokulu Rüzgâr (Favori, Kasım 2024) adlı öykü kitaplarıyla birlikte bu öyküsüne bir kez daha değineceğim “Kitaplar Adası”nda.

Favori Yayınları, iki kalemden çıkardığı bu iki öykü kitabıyla, ilginçtir, âdeta Bafra’da mapusanede yaşayan Metin’le Haydar’ı, yine Bafra’da âdeta dergi çıkarmaya hükümlü yaşayan Celal Karaca’nın kaç yıllardır yayımladığı Edebiyat Nöbeti dergisiyle buluşturuyor bir bakıma. Üstelik derginin Genel Yayın Yönetmeni Semrin Şahin, öykücülüğümüzün önde gelen adlarından biri.

Yeniden döneceğimize göre öykülere, bu kadarla yetinip artık Tekin Sönmez’e, iki yapıtına dönelim şimdi değil mi? Gelin ayrıntıyla üzerinde duralım Nis Medya yayını bu romanların. Hangileri; Gelincik Günler Boğa Dağları ([GG], 2020, İkinci Basım 2024), Erzurum da Erzurum / Her Efsane Ardında Bir Çocuk ([EE], 2025)

Yazar, Yayıncı Olarak Tekin Sönmez…

Tekin Sönmez, yaşamımda farklı yere sahip bir ad, romanlarına geçmeden iki satırla olsun söz etmeliyim ondan. Durma düşünen yazan, koşuşturup bir yerlere yetişmek için çabalayan kültür gezgini, araştırmacı, yanı sıra yazı ya da görsel yoluyla bunları paylaşan bir belgeselci de. Bunları biliyorsunuz kuşkusuz. Ama benim 1965’te Sami Karaören’le başlayan yazarlığımın görece edebiyat dünyasında yer buluşunun, hatta somutlaşıp yayılışının 1973-75 yılları arasında Tekin Sönmez’in Yansıma dergisiyle gerçekleştiğini eklemeliyim ki şuracıkta, yerini bulsun. O birkaç yıl boyunca hemen her sayısında yazdığım derginin yayın yönetmeni Tekin Sönmez’le bağımız kopmadı hiç, İsveç’e yerleşti görüşmelerimiz sürdü hep.

Tekin, şiirle başladı ya şimdilerde romanla sürdürüyor yazınsal etkinliğini. Andığım bu romanları önce kabaca tanıyalım, sonrasında kurduğu anlatı yapısı üzerinde ayrıntıyla durayım istiyorum onun.

Anlatıdan Kalan “Öz”…

Bir yazınsal anlatı, “öz” adlandırmasını açıkça dillendirmese bile yine de böyle bir yaklaşım altında bu, “öz”ün, öteki değerlerin kolayca önüne geçeceği anlamında yorumlamayı kolaylaştıracaktır. Kaldı ki sanatta, edebiyatta öz-biçim tartışmasının hiçbir zaman hız kesmeyeceği de unutulmamalı ayrıca. Sonuçta edebiyat, bir biçimde üzerine gelen her toplumsal etkiyi kusmakta gecikmez çünkü. Dış dünyayla / hayatla bağı koparılmış yapay (zekâ) kurgulama da olsa bu, özün kendini dayatmaktan asla vazgeçmeyeceği unutulmamalı hiçbir zaman.

Öz derken, konu, sorunsal, olay akışı, aktarılan hikâye vb. anlaşılmamalı, ama bu, bütün bunların söz konusu yapıttaki varoluşsal koordinatlarla örtüşmesi yönünde estetik yapılanmayla sağlanan eşdeğerlik bağlamında alınabilir pekâlâ. Edebiyat alanında özden söz edildiğinde bu, her yapıt için çıkacaktır karşımıza. 

Peki Tekin Sönmez, öne çektiğimiz iki romanında bizi nasıl bir özle karşı karşıya getiriyor ya da buluşturuyor? Buluşturacağı o kavramsallık için bizi nasıl bir koordinat dizgesi içine çekip alıyor?

Roman zamanı cumhuriyet dönemi olarak okur önüne gelirken öncesi Osmanlı evresi de, anlatıda birbiriyle örtüşür bir düzlemde bundan pay alıyor. Böylece anlatı, yuvarlama iki yüzyıla yayılırken belli başlı birkaç kent öne çıksa da bir yanıyla Kafkasya, Orta Avrupa, Balkanlar, Karadeniz çevresi, Anadolu anakarası vb. alabildiğine geniş alan roman coğrafyasına katılıyor. Gerek anılan coğrafya gerekse bu coğrafyanın insanları, onların dili, yaşama biçimi, kültürel anlamda üretimleri, buna dönük süreçler vb. elbet yine kendileri aracılığıyla devlet yapısıyla birbirine geçerek erkle örtüşüp bütünleşiyor ki, sonuçta siyasal bağlamda da uzun yıllara yayılan bir etkileşim zincirinin önünü açıyor bu olgu.

İlk roman (GG), Osmanlı yönetiminin Rus işgaline karşı sergilediği beceriksizliğe karşın yöre insanının direnç, dayanıklık, sebat vb. anlamında yapıp etmeleriyle kendi dirliklerini koruyup sürdürmekte gösterdiği hüneri öne çıkaran öz çerçevesinde bir akış getiriyor. Osmanlı ayırdında değildir ama “Erzurum yanacaksa, Anadolu Anguru’ya dek yanacaktı(r oysa,) Osmanlı Sancaklarıyla ve Saklı Paşa da yanacaktı(r).” (GG, 57)

GG’nin ana roman karıakteri 1828’de Erzurum valisi yapılan bu Saklı Paşa’dır, sonraları biz onun türlü don değişimiyle “ermiş” olup Derviş Paşa halinde anlatıyı harlandırdığını da görürüz. Nitekim paşanın, “Us defteri diye adlandırdığı cep boyutunda destelere yaz(dığı)” notların, anlaşılmasını Leonardo benzeri yaklaşımla engellediği çizimlerin de bu sayfalara eklendiğini görürüz.

Osmanlı’nın bu dönemini, siyasasını hep bu ana karakterin kafasından okuruz zaten romanda. Roman kahramanı anlamında Saklı Paşa, bir Osmanlı simgesi olmaktan çok yaşadığı dönemin, yuvarlamayla diyelim 1800’lerin önde gelen ülkelerinin toplumsal kültürlerinin ama bu arada geleneksel Anadolu bütünlüğüyle Türkçenin de tam bir temsiliyetini sergiler görece.

Bu yaklaşımla Saklı Derviş, Sokrates çağrışımına denk bir tür Sokratik metinler halinde anlatıya katılırken Saklı Paşa bir kurgu, matematik insanı bağlamında öne çıkar. Sonuçta yaşananların yer yer çizgiler eşliğinde Saklı Paşa’nın “us defteri”ne yerleştirilişi, farklı bir yabancılaşmanın da önünü açar.

Böylelikle dönemin kültürel gösterenine dönüşen savaş sanatıyla “savaş bilimi”ni (GG, 110) yazar, Saklı Paşa’nın bilincinden akıtıp kurguya dökerek romanı yapılandırmanın adımlarını atacaktır böylece. “Savaş sanatı” denen olguya dönük tam bir kurmay konumundaki Saklı Paşa, romanda işte bu savaşın yaratıcı oyuncusu havasında ana karakterdir. Yabancılaşmada bu da etkin rol oynar elbette.

Tekin Sönmez, araya girip şunları da ekliyor bu arada:

“Örtüşen bağıntılarla, karakterleriyle yol alan öykü kişilerini romanda anlaşılır kılmak için, o kişilerin arka planını da vermek çağdaş roman yazarının görevidir. / Roman sanatının görevi nedir? Var mı böyle bir şey? / Elinizde tuttuğunuz bu kitap tarih anlatısı değildir.” (GG, 98, 99)

Saklı Paşa’nın “saklı zihnindeki en saklı bellek” (62), Anadolu’nun kapısı bağlamında tümel anlamda kavramsal bir eşik olup çıkıyor romanda. Bir yanıyla Mustafa Kemal’dir de bu. Onun da Erzurum’dan başlayıp Anadolu’yu kat ederek Ankara’ya varıp dayanması, orada ayak diremesi böyle yorumlanmıştır âdeta anlatıda, bunun altı çizilir gibi olmuştur.

Nitekim Saklı Paşa, neredeyse bir ulus devlet toplum tasarımı kurarcasına notlar düşer defterine: “Rus ulusçuluğunu oluşturan Napolyon saldırısını yerinde görmek, Saklı Paşa’ya bir ulus bilinci ver(diğini)” (GG, 114) görürüz yapıtta.

İşte bu direnç türbininin topluma da diyalektik dinamizm kazandırdığı öngörüsü, Çatalhöyük’e dek geri giden bir kült bağlamında “Büyük Ana töresi” olgusunun önüne çıkarılır yapıtta. Saklı Paşa’yı “saklı” kılan giz de buradadır zaten. Nedir peki bu? 

“Saklı Paşa’nın içindeki o çocuk”a bakmak gerekecektir o zaman: “Ninesiyle koyun keçi güttüğü yamaçlarda kekik kokularıyla büyüyen bir çocuk vardı(r) Derviş’in içinde. (GG, 130) O da bir büyük ana yetiştirmesidir çünkü, “töreli nine şemsiyesi”dir bu. (GG, 299)

“İlk erkek çocuk ailede en büyük sayılan ana-nine kılavuzluğu ile yola çıkar.” Büyük Ana, “eteklik altındaki kilerin şangırtılı anahtarlarıyla, üretileni, bilinçle tüketme” kültürünü pekiştirir, öte yandan aynı ailedeki iki kardeş “kimi durumlarıyla benzeşen kimi durumlarıyla tersleşen”, “[i]ki ayrık eğilim” sergiler, bu farklılık yaratıcı bir tartışma kadar, kültürün yaygınlığında toplumsal bir dinamizmin de önünü açar. Bu yanıyla “katılımcı erk anlamında düzenli içsel güvenlik, örgün bir otorite, üretileni ocakta ölçülü tüketme yönetimi” aracılığıyla aileyi bir tür “devlet” kılar. Bu şuraya bağlanır: “Kıtlıkta kıranda, savaşta barışta” gösterdiği bu dirençtir ki, tüm yöre Rus işgaline karşı ayakta kalabildiği gibi böylece, “salgın vebadan, koleradan, daha beteri başıbozuk, yağmacı at hırsızlarından” da korunabilmiştir. (GG, 432, 433, 318) Öte yandan “Erzurum çok çok şey bilir ve fakat söylemez…” (GG, 78)

İkinci romandaysa (EE) cumhuriyetle birlikte köyden kasabaya, kente geçiş anlamında çıraklığın yeterince işlenemediğini, oysa kültürel devrimler sürecinde bundan âdeta bir Köy Enstitüleri olgusu benzeri bir yaratıcı kaynak ortaya çıkarılıp yararlanılabilecekken bunun başarılamadığı, o yaratkan insanların bu yönde kötürüm bırakıldığı yansıtılıyor bir “öz” odağında.  Soru şudur işin başında: “Evde iki üç karısı olan birinin çocuk sayısı ona göre bunlar kent yolundadır…” “Kentimize gelen bu çocuk kim?” (EE, 52, 59) “Doğum oranı yüksek köylerden gelen çocuk göçü” sorununda çözüm, “[k]öylük düzeyinden kurtuluşu başaran bir aile oluşu[m]u” mudur peki? (EE, 67, 49)

Bu çerçevede kentli yaşamın etkimesiyle kırlık kapalılığın ya da dar çevre baskılamasının yol açtığı karşıtlıkların gelgitler halinde sürdüğünü görüyoruz anlatı boyunca.

Özsel varoluş yönelimi romana dönüşürken işlenen anlatım açılımlarıyla bunların söz konusu anlatısal koordinatlara yerleştiriminde Tekin Sönmez’in nasıl bir yol izlediğine, anlatısını nasıl yoğurduğuna bakalım şimdi de.

Anlatıyı Biçemsel Arayışla Yoğurmak…

Tekin Sönmez, EE’de, “Bu romanın yazılış süreci”nde “Dil, yazınsal metin dili, felsefe dili ister roman sanatı,” diyor. (224) Dile dönük düşüncelerini, açılımlarını da alabildiğine geniş açılı bir bakışın yansıtım alanı olarak ortaya koymaya girişiyor yapıtlarında. Bu nedenle her sözcüğün, deyişin sere serpe saçılıverdiği bir geniş dil pazarından geçercesine örüntülenen metin düzeniyle giriliyor romana, okuru da kıskıvrak yakalıyor bu dil pazarı rengârenk yanıyla.

Yazar, tozan kar tanesi havasında sözcükler indiriyor metne bakir bir Türkçeyle. Bu yaklaşımıyla dilcilerin de özel ilgi alanına girecek açılımlar eşliğinde farklı bir dil-roman algısının önünü açıyor böylece. Halaya çıkarıyor dili; dil de alıp başını gidiyor anlatı boyunca.

Her iki romanda da yazar, genelde açık biçimli anlatı yapısını yeğlese de dramatik örgüyü akışla birlikte sarmal düzende bütünlüklü yapıda ana omurgaya yerleştirip sonuçta som bir gövde ortaya koyuyor yapıtta. Bu yolla aynı zamanda düşsel kaydırmalara da yer açıp anlatıyı canlı bir şiir akışıyla ilerletiyor.

Bizim geleneksel anlatılarımızdakine benzer bir anlatı düzlemine dayandırılarak yapılandırılıyor romanlar. Açık biçimle dramatik süreçli anlatım birlikte harmanlanırken bu tutum, romanlara bir yandan dramatik halkalanımlar eşliğinde akışkan gelişim kazandırıyor, aynı zamanda okuru doğrudan ana düşünceye, öze kilitlemeye, onu bundan koparmamaya da yöneliyor. Böyle olunca âdeta 5N1K kavrayışıyla örtüşürcesine ama sipsivri ortaya çıkmak yerine dramatik düğüme gizlenmiş halde ne, neden, kim vb. soruların da kimi açık biçim eşiklerinde ortaya çıkışı kaçınılmazlaşıyor sanki.

Görkemli dil işçiliğinin yanında, okuru alabildiğine zengin açılımla yörenin folklorik, etnolojik vb. değerlerinin sergilendiği bir kültür sofrasına buyur ettiğini de belirtelim yazarın. Hele bir “at tanıma sanatı” bölümcesi var ki zevkle dinlenen şarkı hesabı aralıklarla okunsa yeridir. (GG, 237 vd.) 1800’den 2000’e romandaki düğüm de yine bu at sanatı bölümcesinde birbirine bağlanır zaten.

GG’de başlangıç, dramatik aksta sinemasal bir kaymayla başlarken sonraki bölümde hepten açık biçime geçiyor, derken us defterinin kurguda öne çıkışıyla birlikte Saklı Paşa / Derviş Paşa arasında âdeta “zihin kaymasıyla” (129) bilinç içi sanrılar kuşatmasında ama bir üst akılca yönlendiriliyorcasına hızlı akışa dayalı gidiş geliş katılıyor kurguya. “Saklı Paşa’yı burada Saklı Derviş olarak izleyeceğiz,” (105) demesi de yazarın bunu gösteriyor. “Bilgi olarak paşa, içsellik olarak derviş”tir (129) artık o.

Nitekim bu ikinci bölümde defter açımlanıp kurgu bir açıdan ona bırakılır. Yazar, anlatıcı konumuyla deftere göre “savaş bilimi” gerçeğini göz önünde tutup, defter okuma yansılamasıyla Saklı Derviş’le okur arasında âdeta kılavuzluk yapar.

Anlatı boyunca “yarı gerçek yarı yalan söylenceler” de (EE, 34) katılacaktır okumalarımıza. Bu nedenle söylene dayalı yer yer masal edası yansıtan, güpegündüz, oportada büyü kazanlarının kaynadığı, yanılsamalarla örülü, bilinç kaymalarıyla bilinç akışının bunlara eş rol oynadığı bir anlatı bükümüne dönüşmekte gecikmez roman. Bu yanıyla yapıtın, bir başka kapıdan büyülü gerçekçiliğe girip çıktığı da söylenebilir rahatlıkla.

Bizim anlatma, hikâye etme geleneğimiz içinde hamurun karılıp yaydırılışı, kurulan tezgâhta halının kilimin dokunup işlenişi türünde geleneksel üretimlerden kalkarak katmerlenip demlenen, gidip gelen, açılıp yayılan vb. yinelemeli-ritimli hareketlerin bir benzerini her iki romanda da görebiliyoruz. Buna dayalı olarak sözcük, tümce yinelemeleri de sıklıkla önümüze geliyor.

Bu yazınsal tutumu daha önceleri Yaşar Kemal’de, yer yer Kemal Bilbaşar, Abbas Sayar, Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu vb. yazarlarda da görüyorduk zaten. Günümüzdeyse Osman Şahin, Hasan Özkılıç, Lütfi Özgünaydın, Turan Ali Çağlar, Faruk Duman vb. yazarlarda görülen, geleneksel hikâyemizdeki çoğaltmalı anlatım örneğiyle sonraları postmodern metinlere, hem de geniş ölçüde sızan Kaygusuz Abdal’ımızdan mülhem fantezilerdekine benzer kullanım örneklerini Tekin Sönmez anlatısında da görüyoruz. Bunun yinelemeli aktarım gibi anlatı bozukluğu olmadığını, geleneksel anlatıya yol vermek üzere kurulduğunu bilmem söylemeye gerek var mı?

Yapıtın bir yolculuk romanı oluşu bu yönde yazara ayrıca doğal bir katkı sağlıyor. Ne ki özel bir yolculuk bu, bir yanı Tuna’nın öte ucuna ulaşırken bir başka ucuyla da Kafkaslara, hatta Rusya içlerine uzanan, ama Erzurum-Kars hattı eşliğinde bütün bunlarla çapraşıklık da getirip ören bir yaklaşımla. Öyle ya Saklı Paşa, âdeta bir üst akıl anlamında savaşın izleyicisi olmanın ötesinde savaşı teftişe çıkmış müfettiştir aynı zamanda.

Bu doğrultuda roman, geniş evren açılımı getirdiği için bir dağılmaya yol açmasa da iç sıkılamada sığlaşmaya değil ama kimi küçük engebelere yol açabiliyor. Herhangi söze, eyleme yaslanmaksızın bilişsel verilere yer açılan kimi bölümcelerin bir çalım deneme havası yansıttığı söylenebilir bu nedenle.

Bunu bir olumsuzluk bağlamında almak gerekmiyor, çünkü yazınsal türlerdeki bu tür girişmeler, anlatıyı besleyen tutum olarak da alınabiliyor.

Bu çerçevede her iki yapıtta aynı yöreye dayalı evren kurulumundan kaynaklı örtüşen Burma terzihanesi, Aydın Çavuş-Kadir Çavuş kurt ağzı bağlama vb. azımsanmayacak bölümceler bulunduğunu da eklemeliyim. “Ahanda” sözcüğü belli vurguyla daha az kullanılabilecekken bunlara da söyleşimlerde pek çok kez yer açılması gereksizliğe düşmekle kalmıyor, görece enikonu yineleme kusuruna yol açıyor bu fazlalık.

Hoş yazar, Türkçenin yöresel kullanımlarından yansıtımlar getiriyor görünürde ancak bunun yanında dile, Türkçeye, kültüre yönelik açılımlar getirme isteği içinde olduğunu da gösteriyor aslında.

Özetle Tekin Sönmez, sonuçta doğduğu ya da çocukluğunu yaşadığı coğrafyaya, yörenin tüm kültürel değerlerini ekleyip çağıldayan dille, buna yüklediği düşünsel, eylemsel yansıtımla bir borç ödüyor. Yöresinden aldıkları üzerine, elbette yaşam boyunca damıttığı ne varsa tümünü dönüştürüp işleyip bunlara ekliyor, yöreyi görece yeni baştan yaratıyor. Bütün bunları bir kültür harmanı içinde çalkalayıp sonuçta yaratıp bize sunduğu farklı tatlarla sofradan beslenip zenginleşerek kalkmamızı sağlıyor.

Biz gerek Gelincik Günler Boğa Dağları, gerek Erzurum da Erzurum / Her Efsane Ardında Bir Çocuk adlı bu iki romanda geniş açıda çok yönlü açılımlarla, geniş bir yelpazeye yayılı olarak yaratılmış yöreyi yenice, hatta belki de ilk kez tanıma olanağı yakalıyor, böylelikle sunulan yepyeni söylen/destan armağanıyla gönenerek okuma edimimizi sonlandırıyoruz. 

O halde gelin, bu iki yapıtı Tekin Sönmez’in şu satırlarıyla noktalayalım:

“Fakat hiç kimse, Erzurum’daki bu gizemli yaşamı, bu Erzurum’u Erzurum yapan efsane tadında yok oluşu ki, masallar arası geçişlerle ergiyip buharlaşarak tükendikten sonra; o Erzurum yine capcanlı, koşar adım nara ata ata, olmazsa kılıç kalkan oyunu ya da Boğa Dağları ruhuyla ipek yazma sallayıp ‘baş barı’ çeke çeke Erzurum’un geri dönüşünü hiç kimse bilemezdi.” (GG, 264)

NOT:

Yukarıdaki yazının daraltılmış bir biçimi, Cumhuriyet Kitap’ın 20.03.2025 tarihli 1831. sayısında, “Kitaplar Adası”nda yayımlanmıştır.