TURHAN, KARDEŞİM,
DÖNDÜN HA KİTAPLARIN ANAKARASINA…
M.Sadık Aslankara
Turhan Günay’ın ana sayfamızda, Yazarlar Konuşursa başlıklı belge filmimizde yirmi beş yıl önce kameraya aktardığı Cumhuriyet Kitap’ın öyküsü, “Kitaplar Adası”nın çeşitli yazılarında kendisi için kaleme aldığım satırlarla yan yana gelsin diyerek bir araya getireyim istedim bunları. TÜYAP 41. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın yaşanacağı şu 2-10 Kasım tarihleri arasındaki günlerde.
Turhan’ın “tutukluluk” hikâyesi değil anlatmak istediğim, ama o tutukluyken “Kitaplar Adası”na kısa metinler girmiştim ona seslendiğim, işte bunları yedi-sekiz yıl sonra bir araya getirdim, hiçbir yerine dokunmadan, o dönemdeki başlıklarıyla birlikte.
Sevgili Dostum, Değerli Kardeşim Turhan Günay için 24 Kasım 2016’da başlayan kendisi tutukluyken 17 Ağustos 2017’ye dek aralıklarla sürdürdüğüm bu yazıları aşağıda sıralı halde bulacaksınız.
Son olarak bunlara, Turhan Günay’ın ayrıldığı, eylemli yayıncılıktaki yazı çizi ustalığını bıraksa da alanla bağlarını güçlendirerek sürdürdüğü farklı bir sürecin hemen başında kaleme aldığım yazıyı da ekledim. Böylelikle enikonu bir bütünlük çıkmış oldu ortaya.
Sizi, o yılların sıcak satırlarıyla baş başa bırakıyorum şimdi…
Turhan Günay ya da Tutuklu Memleket Edebiyatı!
Önceki yazımı hazırlarken Turhan Günay gözaltındaydı, bu yazıyı gönderirken on iki gündür tutuklu. Giderken savcıya teessüflerini söylemişti. Böyle artık memleketin manzarası… Ya memleket edebiyatı ne durumda? Bunun için Turhan Günay’a bakmak yeterli!
Turhan Günay, ülkemizin önde giden gazetesi Cumhuriyet’in haftalık yayını, yirmi beş yıllık Cumhuriyet Kitap Eki’nin yayın yönetmeni. Cumhuriyet Kitap’ın memleket edebiyatını, hem de tümüyle yansıttığı, üstelik yediden yetmiş yediye bir okur yelpazesine seslendiği göz ardı edilebilir mi?.. Yıllara yayılmış halde genci erişkini, kadını erkeği, ölmüşü yaşayanı, sağcısı solcusu şair, yazar dilimizin tüm yazıncılarını bağrında bir araya getirmeyi başarmış, hepsine de yapıtlarıyla ayrı ayrı yer açmış bir yayından söz ediyoruz. Dünyanın öteki dillerindeki yazarları da bize tanıtmayı kendisine görev edinmiş, çocuk genç yazınıyla, tüm sanat türlerine, alanlarına yönelik açılımla, antikçağ yapıtlarına dönük tutumuyla, ressamları çizerleri de içinde yoğuracak biçimde ufuk açmış ya da genişletmiş bir yayın bu.
İşte böylesi değerli bir yayının yönetmeni Turhan Günay…
Biraz da o insana bakalım… Yirmi yılı aşkın bir süredir tanıdığım, pek çok yazıncı meclisinde, ülkeye yayılmış yazın etkinliklerinde buluştuğum, sıklıkla olmasa da baş başa oturup hemen her konuda görüş alışverişinde bulunduğumuz bir dost aynı zamanda. Zaten estetik beğenisiyle, eleştirel yaklaşımlarıyla, okuma üstünlüğüyle, pek çok alana yayılan görevleri, bunların altından kalkmadaki hüneriyle herkes tanıyor Turhan Günay’ı. Bu görünen yanlarının ötesinde onun nasıl ince, özverili, ahde vefa duygusu yüksek bir insan olduğunu da ekleyeyim yeri gelmişken. Tabii yakın çevresinin de çok iyi bildiği çoksesli, çok yönlü, renkli bir kişilik olduğunu da.
İşte bu iyi yürekli, içtenlikli, engin gönüllü, çevresine hep yarar taşımış güzel insanın tutuklanması, aynı zamanda bütün bir memleket edebiyatının tutuklanması anlamına geliyor.
Yazıncılar duyduk duymadık demeyin; artık hepimiz tutukluyuz! Tutukluyum tutuklusun tutuklu, tutukluyuz tutuklusunuz tutuklular! (24.11.16)
Yeni Yılda Notos’a, Silivrili Yazarlara Merhaba…
Sözcükler’in ardından Notos da Aralık-Ocak altmış birinci sayısıyla on birinci yılına girdi… Turgay Fişekçi ile Semih Gümüş, Adam Sanat’la AdamÖykü’deki birlikteliklerini, bu bağlamda sırtlandıkları sorumlulukları, Adam Yayınları’nın kapanışı sonrasında bir tarihsel görev bağlamında ayrı ayrı ama sanki görünmez bir eşgüdüm temelinde yeni baştan yapılandırarak sürdürmeye giriştiler denebilir. Nasıl da görkemli bir tutum! Elbette bu başarıda her ikisinin, Adam’dan çok önce başlayıp on yıllara yayılan yazın dergiciliğindeki emeklerinin büyük payı var.
Gelin yeni yıla Semih Gümüş’ün Notos’uyla girelim, diyeceğim, ama yazıyı hazırlarken ben, tutukluluğu kırkıncı güne varan, Gırgır’dan Cumhuriyet Kitap’a üstlendiği yayın yönetmenliğiyle Turhan Günay kardeşim düşüyor aklıma… Üçü de yayın yönetmenliğimi yapmış, yapmayı sürdüren sevgili kardeşlerim. E, Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay gibi yazarlara ne diyeceğiz? Ya Silivri’de mukim Gazeteciler Bölüğü muvazzaflarına?
Buna göre yeni yıl dileğinden önce yeni kavrayış dileği gerekiyor bize! Öyle ya bunca sap samanın arasında esamisi okunabilir mi artık yeni yılın?
Yeni yıl için de dilek kararı sayacağız demektir o halde: “Ye-ni yıl-da, yi-ne u-mut-la!” (22.12.16)
Sayı Saymayı Bilmek…
Saymak, bir yanıyla dümdüz işlem gibi gelebilir insana… Oysa yaşam diye geçiştirdiğimiz genel anlamda hayatı da içine alan büyük evren, süreçlerin sayısal açıdan dile getirilişinden başka nedir ki? O halde saymak ciddi bilinç gerektirir diyebiliriz. Çocuklar nasıl sayar? Bir üç sekiz altı yedi… Ama gün sayan cenin ya da asker böyle midir? Hesap şaşar mı hiç? Vakitler de öyledir. Ölenin yedisi, kırkı, elli ikisi önceden bilinir… Ya tespih ne işe yarar, gölgeler?
Şakaya gelmez saymak… Hele gözaltına alındığınızda, tutuklandığınızda daha da acımasızlaşır bu. Sözgelimi ben 1’den 75’e dek saydım kendimce, bir dakika sürdü. Benim bir dakikada saydığım 75’in her birini birer gün olarak yaşayan insan ne yapar? Sözgelimi yayın yönetmenimiz Turhan Günay, bunca gündür gözaltında ya da tutuklu… Bu süre boyunca ben Cumhuriyet Kitap’ta altı yazı yayımladım, otuz kadar da kitap okudum.
Acaba Turhan Günay ne yaptı, öteki yazarlarla çizerler, gazeteciler?
Affedersiniz saymayı bilenler parmağını kaldırabilir mi lütfen… (19.01.17)
Dalya…
Yürekten kaydığında o kan, nasıl sızar bedenin her yakasına? Ya anjiyoda? Yoğunlaşıp yeğnileşerek, baskılanıp daralarak neyi düşündürür acaba adına beyin denen o ansiklopediye?
Daha dündü. Cumhuriyet Kitap, bininci sayıya vardığında bir büyük “dalya”yla kutlamıştı bunu. O ara üç hafta arka arkaya birer yazı başlığı halinde kalem oynatmıştım ben de: “999”, “1000”, “1001”…
Bu kez öyle değil, “bin”li kutlamanın ardından burkuntularla yaşanan bir ağır süreç… Cumhuriyet’in Silivri masası, yüz günü de aşıp ötesine geçti…
Yayın yönetmenimiz Turhan Günay da bir “tersine dalya” yaşamış oldu Silivri’de. O günlere eklenen anjiyoyla birlikte…
Tıp… Tıp… Tıp… Kan nasıl adım atar bedende? Nerelere uçurur insanın düşünce kuşlarını? O kuşlar uçar uçarken ya kendisi nasıl dayanır kafese, nasıl katlanır kan, damarlarda sınırsız bir sonsuzlukta gezinirken? Bir takvimin yapraklarını geri geri yapıştırarak geçmişe dönmek olası mı? Yaşanmamış zamanlardan mı oluşur hayat?
Ama gelin biz bu gidişatı, bir geri sayma eylemine dönüştürelim yine de… Dokuz, sekiz, yedi, altı, beş, dört, üç, iki, bir… ve…
İşte güneş, işte su, işte hava… Özgürlüğün cemreleri… Düştü, düşecek!.. (16.02.17)
“Dağlarına Bahar Gelmiş Memleketimin”…
Zaten kardelenler geride kaldı, çiğdemler de çıktı gitti dünyamızdan… Cemreleri de yolculadık mı bir güzel… Ee, n’oldu diyeceksiniz, kalakaldık duvarlarla, hem de şu bahar günlerinde… Yayın yönetmenimiz, aradan bin yıllar geçmişçesine oradan öylece bakıyor şimdi bize, hepimize…
Alayım dedim, Turhan Günay’ı, Cumhuriyet Kitap’ın sayfalarını kargılara takarak uçurtma yapalım bir güzel… Çıkalım sonra kırlara, bir yanımız süt yeşili Datça çağlası, kır şenliğine çevirelim yaşamı… Aaa, baktım bizim Cumhuriyetçiler de gazetelerini uçurtma yapmış, soluğu yanımızda aldılar, memleket kırlarının o güzelim coğrafyasında yani.
Hep birlikte söyledik: “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin”! Sonra ne mi oldu? Turhan dağlarda kaldı, başında bir tutam gökkuşağı; bense içeri daldım o uçurtmayla, üzerinde özgürlük şarkıları…(16.3.17)
“Kim Var Orada?”…
Bir sesle uyandım, doğruldum yatakta. Sessiz olmaya çalışan birinin tıkırtısıydı. “Kim var orada?” dedim sanki, sesimin çıkıp çıkmadığından emin olamadan. Yanıt gelmedi. Ayakucu adımlamayla salona geçtim. Sırtı bana dönüktü, okuma lambamı açmış, elinde birkaç kitap koltuğa yerleşmiş, birinden ötekine geçerek okuyor da okuyordu. Özleyen birinin tutkusuyla. Ben değildim. Kimdi, ne zaman gelmişti? Usulca yanaştım. Aaa, yayın yönetmenimiz Turhan Günay. Rüya mı görüyordum, anlayamadım. “Yat sen,” dedi bana, “Ben içerde günlerdir uzanamadığım kitapları okuyayım…” Kimbilir kaç saattir okuyordu. Sonra göz kapakları ağırlaştı, o uykuya geçti, ben kitaplara uyandım…(13.4.17)
Kâğıt Hamuru…
Bana sorulsa “kâğıt hamuru” güzel şey derim. Kâğıtla hamur yan yana gelir de güzel olmaz mı hiç? Ama nereden bilebilirdim, kimileri kitap külünden yaparmış bunu meğer. Hani meydanlarda kitaplar yakılır, seyrine dalınır, tapınım havasında, öyle. Kâğıt hamuru bu tür bir amaca hizmet ediyormuş işte. Kitabı hamurlaştırıp taş, tuğla, briket harcı yapıyor, bak sen, duvar örüyormuş.
Rüya mıydı bilmiyorum. Duvarın ardında bir adam… Bu hamurları satır satır okuyup kilitlenmiş taşlar arasından kurtarıyor, yeniden kitap yapıp özgürlüklerine kavuşturuyor sonra. Belli rüyaydı. Vardım yanaştım, dokundum omzuna. “Bunu nasıl başarıyorsun?” dedim. Döndü yüzünü, kurtardığı kucak dolusu kitapla. Baktım, aa, kitapçıbaşı bizim Turhan Günay…(11.5.17)
Efendi ile Bilge…
Efendi dedi ki, Kitap dediğin nedir, alırım da satarım da… Bilge şöyle baktı, Paranıza güvenerek mi söylüyorsunuz, dedi. Efendi dedi ki, Kitap dediğin nedir, içinde sayfalar dolusu yazı, atarım da yakarım da… Bilge baktı yine şöyle, Gücünüze güvenerek mi söylüyorsunuz, dedi. Efendi dedi ki, Kitap dediğin nedir, üç beş baldırı çıplağın oturup yazdığı ıvır zıvır, yazanı da yakalar içeri tıkarım… Bilge baktı şöyle, Erkinize güvenerek mi söylüyorsunuz, dedi. Efendi küçümseyerek döndü Bilge’ye, Ya ne sandın, dedi. O zaman Bilge dedi ki, Kitaplar, Tanrı armağanı aklın işidir. İnsan kendisine karşı oyun eşliği yapabilsin, kendisiyle yaratıcılık oynayabilsin diye yaratmıştır onu Tanrı. Artık ne siz bozabilirsiniz bu kuralı ne de paranız, gücünüz, erkiniz buna yeter. Rüya da olsa seçmeye çalıştım onları. Bilge’yi tanıdım hemen, yayın yönetmenimiz Turhan Günay’dı. Efendi kimdi peki? Altın süslemeleri, bunlara bulaşmış katran rengi lekelerle üzerindeki siyah örtü her yanını kaplamıştı, kimdi çıkaramadım. (8.6.17)
Bayram Duvarı…
Bayramda duvar olmaz, ama oluyor…
Çocuklar, mahallede bayram kutlamasına çıkmış, sıra sıra evler, kapıları çalıp büyüklerin ellerini öpecek, şeker alacaklar. Ne ki kapılar açılmıyor. Evler terk edilmiş. Çın bir sessizlik kapılarda.
Çocukların hüznüne tanıklık yapan biri var bayram duvarının çatısında. Noel Baba mı. Sırtında çuval. Merdiven sarmalına benzer çıkıntıları var çuvalın, ilginç bir görüntü. Kitapların Noel Babasıymış meğer o. Açıyor çuvalın ağzını, çatının tepesinde, bayram için kapı kapı gezinip boyunları buruk toplanmış çocuklara atmaya başlıyor kitapları. Şeker yerine kitap, çocuklar nasıl sevinçli. Beş on diye saydım, biter diye bekledim. Baktım sürüyor. Beş on, elli yüz, yüz elli, iki yüz… iki yüz otuz beş. Aaa tanıdım tabii, bizim Turhan Günay bu, çıkmış çatıya, dışarıda olamadığı her günün kitabını dağıtıyor çocuklara. (6.7.17)
24 Temmuz…
24 Temmuz’da neler oldu diye sorduğunuzda Google, dünyada ya da bizde farklı yıllarda neler yaşandığını bir çırpıda sıralıyor. İkisi bizim için çok önemli; 1908’de basından sansürün kaldırılması, 1923’te Lozan Anlaşmasının imzalanması…
Ama Yayın Yönetmenimiz Turhan Günay’la Cumhuriyet’in öteki yazarı çizeri, yöneticisi, emekçisi bu tarihe farklı bir anlam da yükleyecek bundan böyle. Çünkü öyle anlaşılıyor ki 24 Temmuz, bir “turnusol”.
Ne ki kitap, kâğıtlısı sanalıyla yine yayımlanacak her gün her saat, elden ele yayılıp milyon milyar gözce okunacak, satırlar beynin kıvrımlarında dolaşıp çentikler atacak, sonra dillenecek kitap, konuşacak bir güzel, sesleşip bayraklaşarak dalgalanacak, tabii haykıracak da!
Şimdi kalem oynatırken bilmiyorum ben, ama siz bu satırları okurken ne anlama geldiğini öğrenmiş olacağız 24 Temmuz’un. (03.8.17)
Turhan, Kardeşim, Döndün Ha Kitapların Anakarasına…
Yayın Yönetmenimiz Turhan Günay döndü, ortada kalan eksikliği daha da belirgin kılan öteki arkadaşlarıyla… Kıraç dağların susuzluktan çatlasa da çiçeklenen kırları gibi bitiverdi kitaplar Cumhuriyet Kitap’taki masalar raflarda, iskemleler yerlerde. Okşarcasına uzanıyordu elleri Turhan’ın; sussa da türkü söylüyordu gözleri. Kitaplara, kitaplarla.
Denizden çıkmış da üzerinden süzülen sularla uzanıvermişçesine kıyıya, kitapların anakarasındaydı işte şimdi o. Kitaplar tüterken yanışlar eşliğinde kavuşma sevinciyle, kitaplarla devleşip eli kolu dal saçak kitaplaşıyor, gözleri kök yürek onların toprağına dönüşüyor, böylece anakarasını sevgiyle esenliyor. Hey kitaplar! Turhan Günay kardeşim döndü, hadi, şimdi sıra sizde.
O ara baktım, damla damla bir saksılık kitap da benim için birikmemiş mi? Topladım çiçeklerimi anakarasından Turhan’ın, taşıdım kendi minik adama. (17.8.17)
Bir Uğurlama, Bir Karşılama…
Sevgili Kardeşim Turhan Günay’ın çağrısıyla 20 Şubat 2003’te başlamıştım “Kitaplar Adası”na. Bununla on altıncı yılı doluyor Cumhuriyet Kitap’ta süren yazıların. Öncekileri de dikkate alırsak çeyrek yüzyıla uzanan bir yazarlık diyeyim. Ne var ki Turhan Kardeşim, bu sayıyla birlikte yayın yönetmenliğine veda ediyor.
Yönetmenin çağrısıyla yazmaya başladığınızda, o, söz konusu yayını bırakınca, siz de onunla ayrılırsınız. Doğaldır bu. Bu nedenle ben de “veda”ya soyunmuşken on gün önce telefonda, Sen kal, dedi Turhan, yazmayı sürdür, Turgay Fişekçi geliyor. Böylece “veda”, “Uğurlama/Karşılama”ya bıraktı yerini.
Turgay, Cumhuriyet Kitap’tan önce “Yazıyla Yazınca” başlığı altında sürdürdüğüm yazıların yer aldığı Adam Sanat’ta altı yıl boyunca yönetmenim oldu. Bu kez onun yayın yönetmenliğinde on yedinci yıla giriyorum Kitap’ta. Gücüm ne kadarına yeter, şimdilik kestiremesem de.
Sevgili Turhan, Canım Kardeşim, yeni yayınlarda buluşmak üzere yazılarıma verdiğin emek, kattığın değer için sana bin teşekkür borçluyum, yolun açık olsun. Sevgili Turgay, Sevgili Kardeşim, yeni bir yayında seninle yine buluşmaktan sevinç duydum. Hoş geldin. (07.02.19)
İşte böyle günlerdi, nice acı da yaşansa hep sevgiyle örülen…