Öykünün Gücü Dilinde…
M.Sadık Aslankara
Dilin, parlatılamayıp da düş kırıklığı halinde kalakalmış, sahipsiz çocuk misali kek sönüğü pıstırık, pofurdanık öylece ortaya salındığı herhangi şiir düşünebilir misiniz?
O zaman zaten şiir de demezsiniz okuduğunuz metne, çünkü şiir değildir.
Öykü de böyle bir güce yaslanır işte; önce dilde vardır, dille de sürdürür varlığını, varoluşunu. Hatta bir varoluş kanıtıdır dil, öykü için.
Romandaki kışkırtıcı, höpürdeten iştah, dışa açılma, yayılma, kendini gösterip öne çıkma isteği, öyküde de görülebilir ama dildeki inceliğinden geri adım atmaz yine de öykü. Öykünün gücü o zaman çıkar işte ortaya. Dilindedir gücü de ondan. Öykü, bu yüzden önce dilde gösterir kendini; örneğin bir öykünün giriş, bitiş tümceleri, romandaki tuzaklardan uzak tam bir dilsel işve yansıtır.
Geçmişten gelen roman, öykü kavrayışının, dünyada süregiden doğasal, toplumsal, bireysel dönüşüm, açılım etkisi, yaşamsal farklı baskılama nedeniyle sonuçta diyalektik “zor”la bir değişim haddesinden geçtiği öne sürülse de romana göre tür olarak öykünün bir kuyum, bir simya işi olduğu hiçbir zaman unutulmamalı.
Kendi payıma son otuz yıl içinde kaleme aldığım iki bin dolayındaki yazının büyük bölümünü, sayıları beş yüzü aşan öykücü-romancı yazarımızın binlerce yapıtına özgüledim diyebilirim.
Dili yoğurarak metnini örüntüleyen yazar yok değil romancılığımızda. Ne ki bunların çok büyük bölümü, neredeyse tamamı, eski kuşaktan. Sözgelimi romanda Oktay Akbal, Yaşar Kemal, Oktay Rifat, Nezihe Meriç, Bilge Karasu, Tahsin Yücel, Leylâ Erbil unutulabilir mi? Günümüzde bu çabayı sürdürenler arasında Ferit Edgü, Demir Özlü, Enis Batur, Faruk Duman anılabilir. Adını anamadıklarım da var kuşkusuz. Kendi romanlarımı da ekleyeceğim bunların arasına çekinmeden, dil işçiliği açısından.
Durum ortada o halde.
Romancılarımız anlatmayı, anlatma biçimini, olay dizilişini, kurguyu, karakterleri, ilişkileri. önemseyip öne alıyor, buna dönük neredeyse yarışırcasına çaba harcayıp ter döküyor, ama dili yoğurmak amaçlı çabaya geldiğinde iş, gereken ilgiyi göstermiyor bir türlü.
Oysa öykücülüğümüzde dilin bilincinde olmayan, bu yönde çaba sergilemeyen tek yazara rastlamış değilim. Arada yolun başında, henüz şaşkınlığını üzerinden atamamış yeni öykücülerde bu yönde bir bilinçsizlik gözlemiyor değilim, ancak bu yanlarını da ben görmezden geliyorum şimdilik.
Tek bir örnekle yetineceğim. Son olarak Cumhuriyet Kitap’ta Anlatamıyorum (YKY, 2017) başlıklı öyküler toplamı üzerine yazdığım genç öykücü Emrah Öztürk (d.1986) dile dönük çabasına özel vurgu getirdiğim imzalardan biri oldu. İlk elde gözüme ilişiveren sözcüklerinden bir öbek şöyle sıralanabilir:
Ansıma, sınama, sesleme, bekinme, yalkık, kavurtma, gizlem, kıstırı, salım, belgin, yönelim, dirim, kamaşık, ıramak, sağtöre, üzgü, cümbez, acun vb.
Emrah Öztürk, yukarıda örneklediğim doğrultuda çok geniş yelpazede bir sözcük dağarını öykülerine koşmakla yetinmiyor yanı sıra sözdizimlerinde farklı kanatlar, kapılar aralayıp biçemsel eşikler berkiterek de öykücüye yakışacak tutumla dilsel yoğuruma girişiyor.
Başar Başarır, Murat Yalçın vb. 1990 Kuşağı Öykücülerinin alanda sergilediği verimlerin de anımsanması zorunlu, haklarının teslim edilmesi gerekiyor kendilerine. Verdikleri roman örnekleri için de öngörülebilir bu.
Romancılığımızda dili yoğuran yazarlar şimdilik cılız bir görüntü verebilir belki ama öykücülüğümüzde Emrah’ın yalnız olduğu, tekil örnekler halinde kaldığı asla düşünülmemeli. Öykücülerimizi masama alıp bu yönde bir çalışma yapmaya girişsem buna benzer nice güzel, çarpıcı, aynı zamanda ufuk açıcı örnekle karşılaşacağımızı biliyorum, hiç kimsenin bundan kuşkusu olmasın.
Bu yüzden diyebilirim ki, yazınseverler, güzel Türkçemizin tadını, şimdilik ancak öykülerimizde buluyor, öykücülerimiz aracılığıyla bu güzelim dili sarınıp yazınsal dilsel yolculuklarını sürdürüyor, âdeta masal tadında.
Evet, öykünün gücü dilinde.