DENEME: M.S.Aslankara; Sırat Köprüsünde Aşina Yüzler – Önsöz

Sırat Köprüsünde Aşina Yüzler – Önsöz
M.Sadık Aslankara

Memduh Şevket Esendal’la (1883-1952) Samet Ağaoğlu (1909-1982), iki ünlü siyasacı, iki ünlü öykücü…

İlki, öykücülüğümüzde, sonradan edindiği yerle önemli doruk konumunda bugün. Ötekisi henüz yerli yerine oturtulabilmiş değil galiba.

Ama ikisi de bir noktada buluşuyor: soy yazarlıkta. An içinde birey yalnızlığını işlemede… Esendal, bu yalnızlığı dışa doğru çekerken Ağaoğlu, bunun daha da içine giren bir tutum sergiliyor anlatılarında…

Gerçekten de Samet Ağaoğlu, yalnız öykülerinde değil, tüm ürünlerinde bir yalnızlık anıtı olarak davranıyor, bu nedenle de karamsar bir yazar. Öykülerine, anılarına ya da anlatılarına sinen hava bu. Ama bu, yapıtlarının değerini düşürmüyor yine de.

Aşina Yüzler de böyle işte. Ama farkı, kahramanlarını bir dönemin insanlarından kalkarak yaratması. Yazarın “portre” demesi, anlattığı kişilerin adını vermemesi, bunları dönüştürmesinden, birer öykü kahramanı yapmasından kaynaklanıyor.

Bu nedenle Aşina Yüzler‘i, bir tarih, siyasa felsefesi hatta düpedüz felsefe, uygarlık tarihinin minnacık bir noktasına düşürülmüş ışık konisi gibi okumak olanaklı. Ama satır  arasında toplumbilimin izlerini sürüp, portrelerde kişilik çatışmalarının, derin ruhsal karmaşaların tanıklığını yapıp tüm Türkiye’nin yer aldığı bir öyküler demeti olarak okumak da olası!..

Hatta Dostoyevski kahramanlarından kara kalem birer görüntü de geliyor önümüze. Kimileri tanıdığımız, kimileriyse anımsamakta belki güçlük çekeceğimiz bu kişiler, roman kahramanlarından ipuçları taşıyan birer kişilik olarak da beliriyor karşımızda. Etlenip canlanıyorlar, okurken sırtımız ürperiyor.

Aşina Yüzler, böyle bir güce sahip. Bu gücü o, bir siyasa, tarih, anı kitabı olduğu için değil, “öykü” olduğu için kazanıyor…

Ama ortada bir sırat köprüsü var: öykü sanatının koyduğu ölçüt!

Yapıtın, bu köprüde öylece duruyor olması, yazarın bu anlatıyı eksik bırakışından kaynaklanmıyor. Portrelerin “doğru” okunmasına bağlı bu. “Doğru” derken neyi anlatmak istiyorum? Ağaoğlu’nun ta baştan bu yana, pek çok öyküsünde önümüzü kesen kahramanların serüvenleri biçiminde okunması gerektiğini portrelerin!

Kimileri bunları ya da aşina yüzleri şıpın işi tanımakta gecikmeyecektir elbette. Peki ille tanımak mı gerekir bu kahramanları? Aaa, falanca bu, demenin ne anlamı olabilir? Şu filan kişi olmasın, öteki şu mu yoksa?

Aşina Yüzler‘in yerli yerine oturtulabilmesi için bu insanların ille birebir tanınması gerekmiyor. Ben bu portreleri, kalıbını yansıtan şu ya da bu kişi gözüyle değil, Anadolu harmanının ortaya çıkardığı tipler biçiminde düşünmeye çalıştım. Bu, daha doğruymuş gibi geliyor bana.

Anadolu insanına özgü, canlı modellerden dönüştürülmüş, karakterler müzesi olarak önümüze getirilmiş bu yapıtın, yazınımızda özgün bir yer tuttuğu da savlanabilir. Öyle ya, yazınsal bağlamda Anadolu tipinin canlı örneklerinden kalkılarak yapılmış bir laboratuvar çalışması olarak alınabilir yapıt. Örneğin şu satırlar, biraz da bunu anımsatıyor bize:

“Bazı adamlar vardır, üstünde doğdukları, büyüdükleri topraklara benzerler; yüzleri, vücutları, sesleri, biraz da mizaç ve ruh yaradılışlarıyla… Onların hayat maceralarıyla topraklarının tarih içinde maceraları bir romanın birbirini bütünleyen parçalarıdır. Kederleri, mutlulukları, endişeleri aynı kaynaklardan doğar, biri diğerinin heykeli, öteki bunun resmidir sanki! Adam bu topraktan yaratılmıştır dense yanlış olmaz.”

Ardından şu öne sürüşü getiriyor Samet Ağaoğlu:

“… Bütün bu yüzleri neden bir devrin sembolleri saymayalım? Şu karmakarışık portrelerin dışında kalanlar da onlar gibidir biraz.” “Bu portreler yalnız benim aşinalarım sayılmaz. Bakmasını bilen herkesin… aşinaları.”

İster öyle ister böyle, Anadolu insanından roman kahramanı, öykü kişisi yaratabilmenin gizine de eriyorsunuz enikonu. Bu yönde ufkunuz açılıyor ister istemez… Üstelik Ağaoğlu, roman kahramanlarıyla öykü kişilerini ayrı ayrı koyuyor ortaya.

Ama hayır, siz bu portreleri öykü olarak almaz, yazarın tanıdığı, tanıklığını yaptığı kişilere, olaylara bakışı biçiminde yorumlarsanız ille o zaman geçemez elbette köprüden.

Ben, okurken birer öykü gibi alımladım bunları. Hepsi de teker teker geçtiler öykünün sırat köprüsünden. Doğru okunduğunda, hem Aşina Yüzler hem de Samet Ağaoğlu kolaycacık atlıyor bu çukuru.

Neresinden bakılırsa bakılsın, kalıcı bir yapıt Aşina Yüzler.

Bütün bunları, üç kuşak boyunca acı çekmiş bir ailenin bu yeryüzüne bıraktığı son çığlık olarak da okuyabilirsiniz elbette.

Öteki büyük yazarların da şu zavallı yeryüzüne bıraktıkları, bir koca çığlıktan başka ne olmuştur ki?