DENEME: M.S.Aslankara; Yazarlık Genleri Üzerinde Oyun

Yazarlık Genleri Üzerinde Oyun
M.Sadık Aslankara

                AnaBritannica, “gen” kavramını şöyle açımlıyor: “Bütün canlılarda, eşey hücreleriyle kuşaktan kuşağa aktarılacak kromozomların yapısında yer alan ve taşıdığı genetik bilgiyle protein bireşimini yönlendirerek bireyin kalıtsal özelliklerini belirleyen kalıtım birimi.”

Dil Derneği’nce yayımlanan Türkçe Sözlük, bu tanımı ne güzel toparlamış: “İçinde bulunduğu göze ya da organizmada özel bir etkisi olan, kuşaktan kuşağa ve gözeden gözeye geçen kalıtımsal öğe…”

Andığım ansiklopedi, “gen” maddesi için başka bilgiler de veriyor elbet. Bunlardan seçtiğim bir iki tümceyi daha eklemek istiyorum bu kavramsal açılımın yanına: “Bir hücredeki genlerden çoğunun çok uzun bir süre, hatta canlının yaşamı boyunca hiç etkinlik göstermediği de gene deneylerle anlaşılmıştır. Bu bulgudan yola çıkarak, bir genin istendiği zaman devreye sokulup, istenmediğinde devre dışı bırakıldığı söylenebilir.” “Bir gendeki… eksilme, eklenme, yeniden düzenlenme ya da yer değiştirme biçimindeki herhangi bir değişiklik aktarılacak kalıtsal bilgiyi de değiştirir. Değşinim (mutasyon) denen bu olgu çoğu kez canlının yapısında ve işlevlerinde önemli sonuçlar doğurmaz; ama bazen tek bir bilginin değişmesi bile ölümcül kalıtsal hastalıkların sorumlusu olabilir. Öte yandan, canlının yararına olan bir değşinim zamanla bir topluluğun bütün bireylerine yayılarak türün normal özellikleri arasına katılabilir.”

İlginç değil mi? Gelin bir de “gen akışı” ya da “gen göçü” için söylediklerine bakalım ansiklopedinin. Ne demek bu kavram? “…Bir türün belli bir topluluğundaki genetik bilginin ırk içi çaprazlama sonucunda başka bir topluluğun gen havuzuna aktarılması.” Peki nasıl ortaya çıkıyor gen akışı? “İnsanlardaki gen akışı, genellikle, insan topluluklarının isteyerek ya da zorunlu nedenlerle bulundukları yerden göç ederek başka bir topluluğa karışmasından kaynaklanır.”

“Gen mühendisliği” olarak da bilinen “genetik mühendisliği” ise “var olan canlıların isteğe göre değiştirilmesinde ve yeni canlı tiplerinin türetilmesine yönelik tekniklerin tümü”nü dile getiren bir kavram. Hele günümüzde genetik mühendisliğinin ulaştığı boyutlar da düşünüldü mü, ürpermemek elde değil!

Yazının başlığına geçebiliriz artık.

Soru şu: Ben, gerçekten “bana ait bir ben” miyim, yoksa “başkalarına ait bir ben” miyim? Ya da ben, nasıl, ne türden bir yazarım? “Kendisi olan yazar” mıyım, “kendisi olmayan yazar” mıyım?..

Yukarıdaki bilgiler insanlığın dağarına katılmadan önce de, kişiler, yazarlık mesleğine bu bilgileri doğrulayan bir yönelimle yaklaşıyordu kuşkusuz. Bunun için gen bilgisine sahip olmak gerekmiyordu ille. İlk yazar sayabileceğimiz ve bütün sanatçılarla bilim, düşünce insanlarının atası olarak kabul edebileceğimiz ilk büyücüden bu yana böyle olmalı bu! Yazar ne zaman ayrıldı bu büyücüden? Adı üzerinde, yazının bulunmasıyla…

Başlangıçta yazı yazan herkes “yazar”dı herhalde. Ama sonra sonra ayrışma başladı; felsefe bir yanda kaldı, bilim öte yanda, sanatsa beri yanda… Sanat da kendi içinde ayrışmalar gösterdi; şairlik, dramatik yazarlık ayrı ayrı yazarlıklar olarak çıktı ortaya… Bugün üzerinde anlaşılmış görünen “yazar” kavramına ulaşılıncaya dek yüzyıllar, binyıllar geçti sözün kısası. Bu doğrultuda, bizim yazar olarak adlarını anabileceğimiz ilk ustalarımız, yurttaşımız Homeros (İÖ.8.yy.) ve Hesiodos (İÖ.7.yy.) olmalı…

Söylemeye gerek yok ama; bu yazarlar, “kendileri” olan yazarlardı… Etkilendikleri, içinde yaşadıkları toplumlarıydı yalnız… Hiç kimsenin ve hiçbir gücün onların genleriyle oynama olasılığı yoktu henüz. Bu yazarlara değgin ilk bilgiler, onların, hep “kendileri” olarak yaşadıklarını gösteriyor bize.

Bir yazar olarak da anabileceğimiz antikçağ düşünürü Elealı Zenon, iki bin beş yüzyıl öncesinin bu ilginç filozofu ve konuşmacısı, yaşamıyla apaçık somutluyor bunu bize. Peki nasıl yaşamış bu Zenon?

Kaynaklar, onun pek yüksek bir ücretle ders verdiğini belirtiyor. Hatta Perikles de derslerini izliyor onun. Bu biçimde pahalı dersler verilmesi, bu derslerin seçkinlerce izlenmesi alışkanlığı, Sokrates zamanına dek böyle sürüyor.

Şurası çok önemli: Bu paracı yanı, Zenon’un kimi erdemleri sonuna dek savunmasına engel olmuyor hiçbir zaman. Nitekim Zenon, Neark ya da Diodemon adında bir zalimi devirme girişimine bile katılıyor… Katılıyor ya, düşmanın da eline düşüyor… Öykünün gerisini Cemil Sena’nın Filozoflar Ansiklopedisi’nden aktarıyorum: “… Kendisine suç ortaklarının adlarını söylemesi ve Lipara’ya silah taşıdığını itiraf etmesi emredilmişti. Bunun üzerine filozof, önce müstebidin tüm arkadaşlarının adlarını saymış, sonra da müstebidin kendi adını söylemiş ve nihayet onun kulağına da bazı şeyler söyleyeceğini anlatarak sözde düşmanının kulağını ya da burnunu ısırmak suretiyle bir parça koparmış ve etrafını sarmış olanlara, ‘Yapmak istediğim şeyden sonra, müstebidin köleleri olmaya devam ederseniz alçaklık etmiş olursunuz!’ diyerek kendi dilini de ısırarak koparmış ve düşmanının yüzüne fırlatmıştır. Bu söylenti doğru olmasa bile, Zenon’un yurtseverliğiyle cesaretinin kanıtıdır. Diogène Laêrce’in yazdığına göre, Zenon taşlanarak ya da bir değirmentaşı altında ezilerek öldürülmüştür.” (1)

Sokrates de böyle öldürülmemiş midir? Sokrates’in Savunması, anıtsal bir yapıt olarak o günden bugüne yuvarlanagelmemiş midir bu yanıyla?

Dünya tarihi, haksızlıklara, kıyımlara başkaldıran, hatta bu uğurda yaşamını veren pek çok yazın ve düşün adamının adını verir bize… Onlar, boyun eğmemişler, yaşamlarının karşılığında bağışlanmayı dilememişler; ama insanlığın onur aynasının sırrını oluşturmuşlardır… Eş deyişle, insanlık tarihi, bu onurlu adlarla gelebilmiştir bugüne. Geleceğe doğru da yine bu adlarla yol aldığı görülmektedir üstelik. Pek çok adı anmak olası şuracıkta. İşte onlardan bir öbek size:

Nesimî (?-1404/1413), Thomas More (1478-1535), Pir Sultan Abdal (16.yy.), Giordano Bruno (1548-1600), Nef’î (1572?-27 Ocak 1635)… Hele Hallac-ı Mansur’u (857-922) öldürenler, bu öldürme girişimlerinde ortaya çıkan hırslarını da ele veriyor… İslam kadısının, “kamçılanarak, gövdesi parçalanarak, darağacına asılarak, bütün halka gösterilerek, kafası kesilerek, yakılarak idamı” fetvasıyla öldürülüyor çünkü Hallac-ı Mansur… Varın siz düşünün azıp kuduran bu hırsın ulaştığı boyutu…

İlkçağlarda, ortaçağ karanlıklarında, öteki çağlarda, yüzyıllar boyunca yitirdiğimiz bildik, bilinmedik yazarları da ekleyin bunun üzerine…

Yazarlar, öyle kolayca düşüncelerinden vazgeçivermemiş demek ki… Düşüncelerinden vazgeçmek şöyle dursun, yaşamlarını vermiş pek çoğu… Yani kendileri olmakta direnmiş ortalığı aydınlatan bu insanlar. “Olmak ya da olmamak” sorunsalı olarak görmüşler çünkü bunu.

Düşüncelerinden vazgeçmiş görünenler ya da vazgeçenler olmamış mı peki? Olmaz olur mu? Örneğin Galileo Galilei. Roma’da yakılan Bruno’dan otuz üç yıl sonra engizisyon, kendisini Roma’ya çağırıp da aykırı düşüncelerini yadsıması koşuluyla suçunun bağışlanacağını söylediğinde, bu belgeleri imzalamazlık edememiş Galilei. Gerçi, Yer’in her şeye karşın Güneş çevresinde dönmeye devam ettiğini anlatmak için onun “Eppur si muove” dediği dile getirilir ya, bilim tarihçileri bu kanıya katılmaz. Ancak, Galilei’nin gerçekte düşüncelerinden vazgeçmediğinin bir kanıtı gibi alınır bu söz yine de.

Galilei hadi düşüncelerinden vazgeçmemiş, ya Dostoyevski? 1849’da devrimci düşünceleri nedeniyle tutuklanışının ardından sekiz ay sonra idam cezasına çarptırılıp idam mangasının önüne çıkarıldıktan ancak bir iki dakika sonra cezası hapis ve sürgüne çevrildiğinde, köktenci düşüncelerinden vazgeçmeye yönelmemiş mi Dostoyevski? Ölümü göze alamadı diye suçlayacak mıyız şimdi onu ya da böylesi bıçak sırtı konumda düşüncesinden vazgeçenleri? Olacak iş değil, kimin ne hakkı var bu tür suçlamada bulunmaya? Böyle düşünenlere, İlhan Selçuk’un o güzelim yazısını anımsatmak gerek: “Siz hiç öldünüz mü?..” (2)

Bu arada düşünceleri nedeniyle feleğin çemberinden geçen ama bükülmeyen yazarları da anımsamamız gerekiyor bir değerbilirlik gereği olarak!.. Örneğin Namık Kemal’e, Nâzım Hikmet’e, düşünceleri nedeniyle dünya zindan edilmemiş midir?

Bütün bunlara karşın, yazarların parayı ve erdemi ayırdıkları görülüyor yine de… Neredeyse son çeyrek yüzyıla dek, yazarlık genleri üzerinde neredeyse hiçbir etkisi görülmüyor paranın. Parayı sevmiyor değiller, ama para ile yazarlığı birbirinden ayırıyor bu insanlar. Çok çok paralar kazanıp toplumsal konumunu değişten Shakespeare bile, para ile yazarlığı birbirine karıştırmıyor. İflah olmaz hırsız Jean Genet için de dile getirilemez böylesi bir yargı!

Günümüze dek gelen bin yıllar içinde yazarlar, parayı değil, yazarlık yetilerini ve yazarlık erdemlerini savunagelmiş hep… Bu yazarların genlerinde paranın etkisi, hiçbir zaman günümüzdeki kadar belirleyici olmamış bana göre. Yazarlıklarını, açlığın pençesinde kıvranarak sürdüren Panait Istrati ile Orhan Kemal bile, yazarlık onurunun önünde tutmamış parayı hiçbir zaman…

Ya günümüzde?..

Birbiriyle buluşup örtüşen iki ayrı tutum gözleniyor yazarlarda. Yazarlığa aykırı ilk tutum, ideolojiden ölesiye korkması yazarların. İkinci aykırı tutumsa, parayı çok çok sevmeleri, bunu yazarlık erdemlerinin önünde tutmaları… Sonuçta bu iki tutum, kol kola girmekte gecikmiyor ama: Parayı çok seven yazarlar, ideolojiden korkuyor; korktukları için de yazarlıktan uzaklaşıyor! Yanlış anlaşılmasın, yazarlar ideolojilerin zabıt kâtibi değildir elbet, ama korkmazlar da ondan!

Geçmiş örnekler, yazarların bağımsız ve korkusuz olduğunu gösteriyor daha çok. Parayı sevmeleri, paranın tutsağı olmalarına yol açmıyor asla onların. Ama günümüzde, yazarlık mesleğinin niteliksel bir değişime uğradığı; buna koşut olarak ülküsel çıkara dayalı amaçların yerini bireysel, güncel, maddi çıkara dayalı amaçların almaya başladığı görülüyor. Kuşku duymamak elde değil; yazarlık genlerimiz, biz ayırdına varmadan değişiyor, bizi de değişmeye mi zorluyor yoksa?

Fethi Naci, 1972’de yaptığı Moskova-Tiflis gezisinin izlenimlerini aktarırken, ilginç bir gözlemini yansıtıyor bize: “Bir gün Yazarlar Birliği’nde yemek yiyorduk. Yandaki masada yüksek sesle konuşan, kahkahalar atan, arkadaşlarına ikramlarda bulunan bir yazar dikkatimi çekti. Vera’ya (rehber Vera Feonova) ‘Kim bu?’ diye sordum. Güldü: ‘En çok para kazanan yazarlardan biridir.’ dedi. ‘Ne yazıyor?’ dedim. Gene gülerek: ‘Polisiye romanlar.’ dedi ve ekledi: ‘En çok onların romanları satıyor, en çok para kazananlar onlar.’ dedi.” (3)

Yazarlar, yazarlık genlerinin arasına sızmış; yazarlık onurunu alt edip kendilerini, belki de gizliden gizliye yönlendirmeye koyulmuş “para”nın ayırdındalar mı acaba?

______________

(1)Cemil Sena; Filozoflar Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi, cilt ıv, 1976

(2)İlhan Selçuk; “Sen Hiç Öldün mü Arkadaş…”, Cumhuriyet, 28.10.1999

(3)Fethi Naci; Dönüp Baktığımda, Adam Yayınları, 1999, s.136