SORUŞTURMA
1) İdeolojilerin edebiyatı her zaman için etkilediği doğru mu dur? Bu hâkim ideolojinin lehine bir durum mudur?
İdeolojiler, yalnız yazını değil, tüm edimlerimizi, kısaca yaşam biçimimizi de etkiler. Uygarlık tarihi, geçmişten günümüze, bunun böyle olduğunu gösteriyor bize. Gündelik yaşamda öylesine karmaşık yansımalarıyla karşılaşıyoruz ki bunun … Sözgelimi “nazar değme” inancı da, “ilk adımı sağla atma” göreneği de, 1968’lilerin koka kolaya, pepsi kolaya karşı gösterdikleri sert tutum da, günümüz gençlerinin bütün bunlara gülüp geçişi de birer ideolojik yansıtım biçiminde alınabilir bana göre. Demem o ki, herhangi ideoloji egemenliğini yitirse, hatta yenilerinin egemenliği sürerken başka yeni ideolojiler kapıda görünse bile farklı ideolojik uzantılar aynı bir zaman diliminde etkin halde görünebilir.
Hiç kuşku yok ki yazın, gerek içinde yaşadığı toplumun çok çeşitli ideolojik yönsemelerinden gerekse verimleyicisi olan yazarın kendine özgülük taşıyan ideolojisinden etkiler alarak yola koyulur. Ancak yazın, genelde sanat, felsefe, bilim ideolojilerle ne denli içlidışlı olursa olsun, bundan sıyrılan bir yana sahiptir aynı zamanda. Burada bizim örneğimiz yazın olduğuna göre, onun kurduğu evrene bakarak buna karar verebiliriz kolayca. Saltık anlamda ideolojik söyleme yaslanmasa bile verimleyicinin ideolojik ketumiyeti, yarattığı ideolojik kast sanat yapıtını zedeler. Sonuçta yapıt, çağının bir tüketim nesnesi olarak kalır yalnızca. Nitekim dünya yazın tarihi, bu engelleri aşabilmiş görünen pek az yapıtla buluşturuyor bugün bizi. Diğerleri nerede?
2) İdeolojilerin edebiyat üstüne etkilerinden bahsederken felsefeyi de mi kastederiz?
İdeoloji, bütünü kavramaz, bütüncül değildir yani ya da böyle bir yeteneğe sahip değildir diyelim hadi. Oysa dünya görüşü, bir evren açılımına dayanmak zorundadır. Kaba bir benzetmeyle dünya görüşü bir açıdan “strateji”dir, ideoloji ise bu strateji içinde “taktik” konumundadır. Eğer ideoloji, dünya görüşü boyutuna varırsa, iş değişir elbette. Ama ideoloji, ille bizi bir dünya görüşüne çıkarır diye kestirimde de bulunulamaz hiçbir zaman.
Felsefe, çok çeşitli felsefecilerin katkısıyla varlığını koyarken ortaya, her zaman bir dünya görüşü getiremeyebilir belki, ama ideolojinin dar odasındaki kalıba sokarak da sıkıştırmaz yazını, yapıtı. Bu yüzden ben, felsefenin yazına katkısını, yazınsal evren kuruluşunda, kahramanların yaratılmasında, sonuçta sanat ürününün yapılandırılmasında, bir dünya görüşünün ona içirilmesi bağlamında almak eğilimindeyim. Örnekleyecek olursak Marksçı dünya görüşünü, diyalektik bakış temelinde felsefenin yazına, yapıta katkısı olarak alırım. Ancak böyle bir sav taşısa dahi, falan ya da filan siyasal görüşün, kavrayışın izlerini taşıyan yazın, yapıt, bana göre ideolojinin sakatladığı etkinlikten öteye geçemez.
3) Kapitalist ekonominin dayattığı piyasa koşulları ve buna bağlı olarak ortaya çıkan güdümlenmiş edebiyat karşısında yazarlık nasıl bir tutum, duruş gerektiriyor ya da gerektirmeli günümüz koşullarında?
İlk iki soruya karşı dile getirdiklerim, beni saltık anlamda yazın yapma, yapıt üretme noktasına getirmiş durumda zaten. Günümüzde verimlenen yüzlerce roman, yüzlerce öykü kitabı hiç üretilmese de olabilirdi bana göre. Çünkü gündelik, ötesinde günü birlik ideolojiyle öylesine yoğun biçimde örüntülenmiş izlenimi bırakıyor ki insanda, böyle düşünmekten alamıyorum kendimi.
Bir yazar için bütün bu olumsuzluklardan kendini kurtarabilmenin tek ölçütü, yazınsal verimleyiş sürecinde kılavuz olarak alacağı güzelduyusal kavrayışla, çözümleyişle kıyasıya hesaplaşmaya girişmiş olmasında, verimini kendisine özgü kılmasında yatıyor. Kapitalist ekonominin hizmetine girerseniz, kapitalizmin zanaatçısı olabilirsiniz, çok büyük paralara da kavuşabilirsiniz kuşkusuz, ne ki bu sizi sanatçı yapmaz. Kapitalizmin ya da sosyalizmin sanatçısı olmaz çünkü, zanaatçısı olur yalnızca. Bizde de 1920’ler, 30’lar yazınında, Halkevi döneminde, Köy Enstitüler kuşağının egemen oluğu yıllarda 1960’lar yükselişinde pek çok yazar, kitap çıkmıştır ortaya. Ama bunlardan kaçı kalmıştır günümüzde?
Bugün sağ yayıncılıktaki yükselişe bakarak, kapitalizmin körüklediği, pompaladığı nesneleştirici tüketim yazınına, bunun yansıması kitaplara bakarak da aynı yargıya varabiliriz kolayca.
Bir karşı örnek olarak 1940 toplumsal gerçekçi kuşağa bakabiliriz. Bu yazar grubundan hiçbiri artık aramızda yaşamadığı halde yazınsal etkinlikleriyle, yapıtlarıyla sapasağlam duruyorlar aramızda hâlâ. Çünkü söz konusu yazarların hiçbiri, sosyalist dünya görüşünden sapmamış, ama ideolojilerin yanar dönerliğine de kanmamıştır. Sağdan da örnek verebiliriz. Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Atılgan sağ dünya görüşünün yani idealizmin ardılı yazarlar, ama ikisi de sağ ideolojiye yer açmış değil yapıtlarında Tarık Buğra gibi. Bu nedenle andığım iki yazar senin, benim değil yalnız, hepimizin yazarı. Nâzım, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz vb. yazarların da hepimizin yazarı olması gerektiği gibi. Oysa ötekileri, falan ya da filan ideolojiyi benimseyenlerin (modayla zamanenin de ideoloji olduğunu anımsatayım burada) yazarı olarak kalıyorlar yalnızca. Sonra da yazının kimsesizler mezarlığında sonsuz uykularına çekiliyorlar. Tek eksik, yaşarken bunu göremiyor olmaları…
4) Edebiyatın insan yaşamı ve onu saran koşullardan uzak, salt oyuna dönüştürülmüş bir yazın anlayışı içinde ortaya konulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yazın da, tüm öteki sanatlar da elbet bir oyun, evet yalnızca oyun… Ama bu oyunun ne olduğuna, bunun nasıl yapıldığına bakmadan, geçmiş on binlerce yıldan bu yana yapılanları, bu alandaki deneyimlerle birikimleri bilmeden nasıl oyun kurabilirsiniz? Daha düz bir söyleyişle oyunu bilmeden, oynamasını öğrenmeden kurallarına uygun oyun kurabilmeniz olası mı?
Bu doğrultuda Türkçede üç kaynak mutlaka okunmalı, bilinmeli, içselleştirilmeli yazarlar tarafından: Johan Huizinga (Homo Ludens/ Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme/Çeviren:Mehmet Ali Kılıçbay/ Ayrıntı), Metin And (Oyun ve Bügü/YKY), Özdemir Nutku (Oyun Çocuk Tiyatro/Özgür)
Sözün kısası yazını, toplumsal işlevinden soyutlayıp salt oyun olarak kuramazsınız! Dünya yazını, geçmiş tüm birikimiyle bunun böyle olmadığını gösteriyor bize! Çünkü oyun, toplumsal işlevi için var!