Erkan Tuncay Söyleşisi

SADIK ASLANKARA İLE SÖYLEŞİ
NİÇİN EDEBİYATTA FELSEFE?

Erkan Tuncay

9. Ankara Öykü Günlerine onur konuğu olarak davet edilen M. Sadık Aslankara’yla “ edebiyatta felsefe” konulu yazılı bir söyleşi gerçekleştirmek istedik. M. Sadık Aslankara bu isteğimizi, zamansızlığını gerekçe gösterip canlı söyleşi olması koşuluyla olumlu karşıladı. İmge Kitapevi’nin şirin arka bahçesinde öykü okuma saatleri, paneller sürerken, bir boşluk bulup Babil Kitap Ortamı’nda soluklandık. Ses alıcısına dokunup söyleşimize başladık.

Sadık Aslankara, 1980 sonrasında genç yazarların yapıtlarında felsefeyi bir süs olarak katmak eğiliminde olduklarını söylüyor. Sonra da onlara şöyle sesleniyor:

     “ Felsefeyi önce özümseyin, sonra da yapıtlarınızda dönüştürüp yapılandırın.”

Edebiyatın felsefeyle akrabalığı var mı? Varsa bunun kaynağı ya da temeli ne olabilir?

Felsefe bilgisiyle edebiyat, yazın bilgisi, bunu genel bağlamda ele alırsak, sanat bilgisi farklı bilgilerdir. Hep biliyoruz. Bunlar birbirlerinden katkılar alabilirler. Bu açıdan, belki edebiyattan felsefe çok daha kısıtlı bir katkı alabilir.  Ama edebiyat da, senin felsefenden eğer katkı almazsa zedelenir bana göre. Zedeli bir edebiyattır felsefesiz edebiyat. Yani içkinliği yoktur ya da içkinlik olarak karşımıza çıkan şişkinliktir. Bir edebiyatta yazarın felsefeden yararlanması için  önce edebiyatçı, sonra da edebiyatçı olması gerekir. Felsefe olmasa da olur, ama edebiyat kendi koşullarıyla olmak zorunda. Bu bakımdan edebiyatçıların bu konuda daha duyarlı olması gerekir. Felsefecilerin ise, pek edebiyatçı olmaları beklenemez. Ancak bir edebiyat metni gibi, felsefe metnini yapılandırma yönünde kendilerini geliştirmelidirler. Bazen öyle metinlerle karşılaşıyoruz ki; bilmiyor, yazmayı bilmiyor. Yazmayı bilmiyorsa yalnızca anlatarak da felsefeci olunabilir. Bunu buradan ben felsefe bilimcilerine söylemiş olayım. Yazmaya girişmesinler. Bilmem anlatabildim mi sevgili Tuncay?

Peki. önemli bir soru var; güncel, aynı zamanda tartışılan bir soru. Bir edebi metin felsefeyi ne kadar taşımalı?

Bir edebiyat metni felsefeyi elbette taşımalı. Ama ne kadar taşımalı. İşte bu soru çok önemli. Şimdi bizde hep ilginç olayları aktarma, ya da ilginç kurgularla bir şeyleri yansıtma bağlamında alınageliyor ya edebiyat, böyle olunca  felsefeye sanki sırt dönmüş gibi algılanıyor. Algı zayıflığı var. Oysa bir edebiyat metni felsefeye dayanarak, sırtını vererek, sırtını ondan ayırarak değil, sırtını ona vererek, daha bir sıkılayabilir, daha bir toparlayabilir kendini. Bu yönde edebiyat metinlerinin felsefe için bir vitrin süsü olabileceği kanısını taşıyorum. Vitrin de değil, vitrinin süsü. Ama, onu çerçevelendirecek, biçimlendirecek bir süs. Tam bu noktaya gelmişken hazır, felsefenin sorunsallarıyla bu sorunları ele alışıyla, edebiyat metinlerinin kıvamlandırıcı bir nitelik taşıyacağını söyleyebilirim. Hani doğal maddeler vardır. Keçiboynuzu, salep. Bunlar kıvamlandırıcı olarak da kullanılır. Edebiyatta da felsefe bu anlamda kıvamlandırıcı, yoğunlaştırıcı, ona derinlik katıcı bir nitelik kazandıracaktır.

Bir söyleşinizde, felsefesiz edebi metinlerin gevşek metinler olduğunu söylemiştiniz. Sanırım bu bağlamda buna da değinmekte yarar var…

Evet, doğru. Şimdi bizim edebiyatçılarımız felsefeden yararlanmayınca işte, ne yapıyor, bizi kurgunun dolambaçlarında gezdiriyor. Bizi böyle kurgunun peşinden, bir polisiye romanını örüntülemişçesine bu dolantının ardından sürüklüyor. Ama içerikçe yine zayıf. Görüyoruz. Bir kumaşı düşünelim sevgili Erkan, şöyle bakıyoruz, öteki tarafını da görüyoruz. Oysa biz buradan baktığımızda öte tarafını bunun tek boyutluymuşçasına görmemeliyiz hemen. Başka bir örtü, onun arkasında  başka bir örtü yani doku olmalı.  Bunları görebilmeliyiz. En azından sezebilmeliyiz. İşte felsefe bu işe yarar; sıkılar onu. Bizde edebiyat felsefeden yararlanmayınca tek boyutlu hale geliyor. Derinliği olmuyor. Bazı, tabii felsefeden gelen yazarlarımız, bir örnek vereyim hatta, Gürsel Korat… Gürsel Korat’ın romanlarına bakıldığında Gürsel bunları bir biçimde, felsefe sorunsallarını bildiği ya da felsefeye genel olarak girmiş olduğu içindir ki, onun romanlarında böyle bir derinlikle, böyle bir boyutla karşılaşabiliyoruz. Ancak ben burada bir şeyin de altını çizmek isterim. Felsefeye dayanmak, insani derinlik katmaktır oraya. Sorunsal boyutunda derinlik katmak demektir. Onu çoksesli hale getirmek demektir. Ona yeni bakış açıları, yeni ufuklar getirmek demektir. Yoksa toplumun genel geçer yaklaşımıyla, algılayageldiği gibi, felsefe karanlıktır, felsefe muğlaktır. Eh, ben de bu kitabı biraz şöyle muğlaklaştırayım, bu edebi metni biraz böyle karanlık hale getireyim, biraz edebi metne çözümsüz sorunlar yükleyeyim, biçiminde alınmasın. Bilge Karasu’nun kitaplarını okusunlar, apaydınlıktır. Her şey yerli yerindedir. Ama, felsefeden yararlanmış, felsefeden kısmetini görmüş metinlerdir onlar. Okuyunca edebiyatçılar hemen o tadı alacaklardır. Kendi metinlerine de bu anlamda felsefe yükleyebilmek için, felsefeden uzak durmamalılar öyleyse. Felsefe metinleri, dergileri okumalılar.

Gürsel Korat’ı örneklediniz. Benim de aklıma konuşurken Bilge Karasu gelmişti. Örneğin, “ Gece”de 1980’in o baskı ortamına göndermede bulunur. Adı anılmasa da. Roman karakterinin karşısında bir güç/güçlü varmış gibi.. Alttan alta metni işlerken, örgüsünü örerken metin, bir taraftan da felsefesini, sakin geri planda ince ince vuruşlarla örer. Bunun için ne dersiniz? Biraz da felsefeye yaslanan metinler üzerinden gidersek… “ Hakkari’de Bir Mevsim/O”, “ Tutunamayanlar”…

Evet. Ferit Edgü metinleri de tabii değiştirimleriyle, soyutlamalarıyla bize son derece örnek olabilecek metinlerdir. Bildiğimce Ferit Edgü, felsefe kökenli değil, yanılmıyorsam eğer. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi çıkışlı Ferit Edgü. Ama soyutlayımı, dönüştürümü ustalıkla yapmış bir yazarımız. Bu bağlamda felsefeyi, edebiyata buyur etmiş bir yazarımız olarak da alabiliriz onu. Gerek onun metninde, gerekse Bilge Karasu’nun metninde, buna hatta Oğuz Atay’ın metinleri de eklenebilir, Oğuz Atay’ın metninde bu yoğunlukla karşılaşmak olanaklı. Burada yazarlar felsefeyi kullanırken bunu bir dönüştürüm bağlamında yansıtıyorlar. Felsefenin doğrudan ve saltık olarak bir sorunsal boyutunda edebiyata yumuşak geçişle kaydığını bile görmüyoruz. Biz orada, bir felsefecinin kazanabileceği bakışın yaptığı edebiyatla karşılaşıyoruz. Yani birazcık abartarak söyleyecek olursak, bir edebiyat yazarı değil de, sanki bir felsefe yazarı yazıyormuş gibi görüyoruz karşımızda onu. Aynı zamanda bir edebiyatçı yazar olarak da karşımıza çıkıyorlar. Süslemeleri, bezemeleriyle; yapıtlarındaki sanatsal tutumlarıyla. Yalnızca bir felsefeci olarak çıksalar metinler öyle güzel olmaz, bizi öylesine çekmez. Ama, bakıyoruz, hayır, olağanüstü bir sanat büyüsüyle karşılaşıyoruz. Bizi çekiyor içine. O derinliğin içine doğru. O zaman felsefecinin kendisi gidiyor, o büyücü sanatçı geliyor oraya. Ama, o büyücü sanatçı öyle geliyor ki, o felsefeden aldığı, süzdüğü, kendi içinde artık özümsediği ve sanki ortaya felsefeci değil, edebiyatçı olarak kendini çıkardığı bir zemin olarak geliyor önümüze. Ve o yazar felsefeci, ya da felsefeci yazar –evet bu ikisi de tartışılabilir- romanı öyle örüntülüyor, öyle çıkarıyor karşımıza. Ama, onun içinde felsefe var.

Evet, bir de felsefeye bu metinlerde katı kuru bir şekilde rastlamıyoruz, sizin dediğiniz gibi. Edebiyat dili içinde öyle yapılandırılmış ki, ilk bakışta pek sezilmiyor sanki. Yani bir metindeki felsefeyi, biz okudukça, bir üst kurmacaya yöneldikçe sezebiliyoruz. Peki, biz 1950 kuşağından söz ettik. Felsefeyi iyi bilen bir kuşak olarak karşımıza çıktılar. Yanılıyor muyum?

Evet. Türkiye’de Anadolu Aydınlanmasının hâlâ çok büyük bir canlılıkla varlığını gösterdiği 1950’lerde, bir kere çok yetkin bir dil bilinciyle karşı karşıyayız. Çünkü siz felsefeyi de, edebiyatı da dilde yapılandırırsınız. Alalım Nusret Hızır’ı, Macit Gökberk’i, Nermi Uygur’u, felsefede birer dil anıtıdırlar aynı zamanda. 1950 kuşağını, felsefeden nasibini almış iyi edebiyatçı yapan da budur, dilde gösterdikleri büyük ustalık! O kuşağın tüm üyelerinde gerçekten de, insanın hayranlığını uyandıracak, göz kamaştıracak bir dil bilinciyle karşılaşıyoruz. Yanısıra, bir edebiyat bilinciyle karşılaşıyoruz. Kim olursa olsun, hangi ad olursa olsun, öykücüsüyle, şairi, romancısıyla varlık gösteren o kuşak, gerçekten düşünsel yoğunluk katarak bunları yansıtıyorlar. Alalım Ferit Edgü’yü, Demir özlü’yü. Sonra Orhan Duru’yu, Adnan Özyalçıner’i. Hepsini. Bunlar olağanüstü bir doluluk sunuyorlar metinlerinde. Oysa onun, kötü kopyası olan bazı metinlerle karşılaşıyorum ben bugün. Bu bunalım edebiyatı, iç dökme, insanı sıkıntılara boğan bir anlatım. Sanıyorlar ki, bu böyle yapıldığında, işte 1950 kuşağı bir yanıyla varoluşçu felsefenin etkisinde kalmış bir kuşaktır, biz de böyle yaparsak bu tür bir sonuca ulaşırız. Kendilerini bu biçimde dile getiriyorlar. Öyle ya, onların da metinlerinde bir bunalım var, bir bunaltı var. Ancak o kuşak üyeleri bunu tam bir dolulukla yansıtıyorlar. Hangisinin olursa olsun, onların metinlerine baktığımızda, çok aydınlık örüntü var. Net örüntü var. Aydınlık derken karmaşık demek istemiyorum, berrak. Her şey ortada. O kadar güzel örüntülendirmişler ki edebi metinlerini, o kadar güzel yapılandırmışlar ki… Oysa bugünküler, bunların kötü taklitleri biçiminde anacağımız kimi metinlerde, yok hayır, bunu kavramamış. 1950 kuşağını kavramamış. Kavramayınca da, onun kötü bir taklidi olarak çıkarıyorlar yaptıklarını.

Evet, 1950 kuşağı birey ve bireyin ontolojik sorunları üzerinde yoğunlaşmış…

Çok güzel söyledin Erkan. Gerçekten de bireye ontolojik, varlıkbilimsel açıdan bakabilmiş olmalarını doğrusu yirmili yaşlardaki o delikanlılar için, bu yaptıklarını çok büyük bir başarı olarak düşünüyorum.

Doğrusu biraz açtınız siz ama, 1950 kuşağının felsefeye yakınlığı konusundan sonra ben sözü şuraya getirmek istiyorum. Son dönem genç yazarlarımızın yapıtlarında felsefe ne kadar var?

Genç yazarlar biraz bilincinde görünüyorsa da, ben ilginç bir gözlemde bulundum. Şaşırtıcı geldi bana bu. Felsefeyi bir süs olarak katmak eğiliminde görünüyorlar genç yazarlar. ( Gülüyor…) Bunu gözledim. Evet, felsefeden güç alacaklarını düşünüyorlar. Bundan eminler. Buna kesin karar vermişler. Ama, tabii felsefe donanımları yeterli değil. Bunun kendisi de bir sorun tabii. Şimdi bir felsefe, bir edebiyatta nasıl yer almalı? Bir dönüştürüm olarak yer alacak. O felsefe sorunsalı olmayacak ama, felsefi bakışı kazanmış bir yansıtım olacak. Az önce Bilge Karasu adını andık özellikle. “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”ndan başlayarak bütün metinlerinde, Bilge Karasu’nun bu anlamda, bütün felsefesel ağımlarını tamamlamış ve onu yansıtmaya koyulmuş bir yazar tutumuyla karşılaşıyoruz. “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”… O ne metin öyle?.. Ne çarpıcı metindir öyle?.. 1960’ların sonlarında 1970’lerin başlarında ben onu okuduğumda irkilmiştim. Hâlâ o duyguyu, şu anda bile duyabiliyorum.

Andronikos…

Evet. Büyük bir olaydı bu. Ve o zaman da edebiyatımızda üstünde duruldu. Ama, bir günümüze bakıyoruz. Bu yoğunlukta metinlerle karşılaşamasak da dikkat çekici örnekler var. Genç öykücü ve romancılarda yoğunluk var. Ama, bazıları yoğunluk diye, tuhaf şeyler yapıyorlar. Okuyor, bir şeyler karıştırıyor hemen onu oraya katıveriyor. Örneğin mitolojiyi de böyle katanlar var. Özümsememiş, içkinleştirmemiş. Peki, onu edebiyat metninin gereksindiği şekilde koyabiliyor musun? Dönüştürümlerini yapabiliyor musun? Soyutlayım düzeyi, o düzey yeterince işlenmiş mi? O zaman bu, felsefeyle göstermelik ilgilenmek oluyor. Göstermelik biçimde bir edebiyat metnine felsefe girmez. Göstermelik insan sorunu, kahraman olmaz. Bir roman kahramanı, bizim gibi olmak zorundadır. Biz ne kadar karmaşığız? Biz kendimizin aynı zamanda yazarı değil miyizdir yapıtın? Aynı zamanda kendimizi bir kahraman olarak tartmaz mıyız? Bakıyoruz, yazar hiç öyle bir kahraman çıkarmıyor karşımıza.

Bunu şöyle bağlayabilir miyiz? Gençlerin 1980’den sonra felsefece düşünmeden uzaklaştırılmasından dolayı, o dönem kuşağının yazarı kimse, farkında olmadan karakterini de metne öylece, tıpkı kendisi gibi, felsefesiz koyuyor. Yaşama belli bir felsefeyle bakmayan biri olarak koyuyor.

Çok güzel bir noktaya değindin Erkan. İnan ki, şu konuşmayı tamamladın. 1980’den sonra felsefe, düşünceler, çoksesli yaklaşımlar tu kaka edildi. 1980’lerde yetişenler bugün genç öykücüleri oluşturuyor. 1970’li doğumlular yanında 1980’liler de verime başlamış. Şimdi bunlar bir kere doğru dürüst bir felsefe eğitimi yaşamadılar. Bunun çok etkisi var elbette. Bir de felsefe sevimsiz hale getirildi. Genelde felsefe, felsefecilere karşı hafif bir alaysama var. Felsefecilerin tırnak içinde uçuk oldukları düşünülür. Toplum böyle bir yargıya vardırılmıştır. Yazarlar da bunun etkisinde kalıyorlar sanki. Sevimsiz alındığı için, ona sıcaklık duyamıyorlar. O zaman da felsefe, yapıtlarına yansımıyor. Ancak 1980’den  önce, 1960’lardaki o yoğun Marksist terminolojinin yayımlanmasının da olumsuz etki getirdiğini ben burada doğrusu vurgulamak istiyorum. Bu kez de, bütün yapıtlarda, romanlarda, öykülerde Marksçı bakışın yansımaları aranmaya, bulunmaya, yansıtılmaya çalışıldı.

Bu da, enikonu yazınımızı şematik bir zorlama hissine sürükledi sanki. Tek seslilik ortaya çıktı. Bir edebiyat metnine, yazarı bunun eğitimini almadan da felsefe içirebilmek olanaklıdır. Yani felsefeci olunmadan da felsefi içkinlik taşıyan bir edebiyat metni kurulabilir. Bunun için yapılması gereken ilk iş, bu yönde sağlamlaştırılmış, sıkılandırılmış metinleri okumaktır. Hem ellerin dilinde, hem de bizim dilimizde bu yönde örneklenebilecek çok sayıda yapıt var! Genç yazarlar, bu metinlerle buluşup bunları kılavuz olarak aldığında, yapageldikleri edebiyatın da yavaş yavaş nitelik değiştirdiğini görecektir!