SAYFA YAZISI: İnsanı Yazar Yapan Tutku…

M.Sadık Aslankara (23.03.17 yazısıdır.)

İnsanı yazarlığa yönelten tutkuyu tanıma konusunda romanlarda kurulan evrenlerin anlatısından, canlandırılan karakterlerden yararlanıyor değiliz bir tek. Buna farklı disiplinlerin bilimcileri kadar psikologlar, psikiyatrlar da eğiliyor. Bir insanı durduk yere sanata yönelten tutkuya değgin farklı kuramlara dayalı görüşler, öne sürüşler varsayımlar üretiliyor, biliyoruz bunları. Konuyu dirimbilimle ilgilendirenler kadar genetik bilimine yaslayanlar da var.

Ayrıca biliyoruz ki, sanata yönelik tutkuyu aşkla, cinsellikle ilişkilendirenler de azımsanmayacak öne sürüş getiriyor. Bunu ilk insan toplumlarına dek indirerek, söz konusu olguyu ilanıaşk, karşıdakini etkilemeye dönük cinsel kur bağlamında yorumlayan az değil!

Bilim yapmadığımıza, yazınbilimci de olmadığımıza göre biz kendi çizgimizde buna dönük düşünce üretmeye girişelim, gelin uçkunlar eşliğinde savrulalım biraz…

İlk gençlik yıllarımda Jack London’dan okuduğum o sarsıcı roman nasıl da heyecanlandırmıştı beni. Bugün kimi yayınevlerinin farklı çevirmenlerin imzasıyla yayımladığı romanı, o sıra Varlık yayınları basmıştı. Yazıyı hazırlarken kitaplığımdan çıkarıp masama aldım romanı: Martin Eden (Çeviren: Mete Ergin, Varlık, 1963).

Jack London’ın yaşamından izler taşıyan bu roman, yazarlık yolunda neredeyse tüm varlığını ortaya koyan genç gemi işçisi Martin Eden’le tanıştırıyor okuru. Martin, büyük tutkuyla âşık olduğu kıza, onun çevresine kendisini kabul ettirebilmek için en kolay işin yazarlık olacağını düşünerek büyük aşk duyduğu kıza ulaşmanın yolu bağlamında yazarlığa dönük böylesi bir tutkuyu yaşamına katıyor yavaştan…

Büyük bir sabırla, azimle, kararlılıkla yola koyuluyor genç gemici. Bu yolda kendisinden beklenmeyecek bir sebat da gösteriyor hatta; öyle ya, “eğer kızı kazanacaksa” (s.19), böyle davranmak zorundadır. Ona ulaşmanın yoludur bir bakıma bu tutku…

Oysa aslında Martin’in kendisi sevgi yoksunudur. Bu nedenle de söz konusu yoksunluğu, karşılık bulmayı umduğu aşkla dengelemeye çalışacaktır bir bakıma. Burada biz,  kişinin sanata yönelik tutkusunu geliştirmede sevgi, aşk arayışının, karşı cinse duyulan ilginin, sonuçta bilimcilerin bu yöndeki öne sürüşünün ne denli önemli olduğunu görüyoruz apaçık.

Demek ki tutkuyu besleyen en önemli dayanak olarak, insandaki sevgi arayışını göstermek pekâlâ olası geliyor bana…

Yine gençlik yıllarımda okuduğum Varlık yayını üç roman da bununla ilişkilendirilebilecek bir tutkuyla yüz yüze getirmişti beni, bu nedenle derinden etkilemişti de elbette. Balzac’ın 1969’da “Sönmüş Hayaller” başlığı altında yayımlanan bu üç ciltlik roman şöyle sıralanıyordu: İki Şair (Çev.: Yaşar Nabi), Taşralı Bir Büyük Adam Paris’te (Çev.: Yaşar Nabi), Bir Yaratıcının Çektikleri (Çev.: Nihal Önol).

Biz, genel anlamda bir sevgi gereksiniminden doğduğu düşünülebilecek yazarlık tutkusunun kaynağını, nedenlerini bir tarafa bırakalım, tutkunun kendisine yönelelim…

Ahmed Arif , “Şunun şurasında bir hayatı verdik gitti” der ya hani, öyle. Tutkunun böylesine güçlü olması zorunlu. Tutku, bir hayat yönlendiricisi. Bunu, gelgeç duyguyla, maymun iştahlı yaklaşımla, sıradan hoşlanmayla karıştırmamak gerekiyor. Büyük sabır, sebat gösterilerek, varsa eğer bir karşılığı, diyelim bedeli ödenerek yaşamın tüm zamanlarına yayılacak biçimde kazanılan bir tutkudan söz ediyoruz burada. Oscar Wilde’ın sözünü ettiği biçimde bir tür yavaş intihar yani…

Öylesine güçlü bir tutku ki bu, siz bu tutkuyu, bir hayatı verip geçerek, ölümü bir şerbet misali içerek elde edeceksiniz…

Yazar olmak için gereken tutku bu. Bu tutku zorunlu, ama yine de insanı bütün zamanlarda kabul edilebilecek bir yazar yapmaya yetmeyebilir böylesine güçlü bir duygu bile.

Evet, böylesi tutkunuz olsun hele, bu bile insanı mitoloji kahramanı yapmaya yeter. Yazar olamasanız da mükemmel okurluğun dayanılmaz gücüne ermek yok mu, bunun da az şey sayılamayacağını aklınızdan çıkarmayın hiçbir zaman!