Kemal Bilbaşar Soruşturmasına Yanıt

KEMAL BİLBAŞAR SORUŞTURMASINA YANIT

M.Sadık Aslankara

     º Kemal Bilbaşar’ın Cemo, Memo adlı yapıtlarının Türk romancılığında “kanal açtığı” savını temele alıp düşünce üretmek ne kadar doğru olur, bilemiyorum.

Bana göre Kemal Bilbaşar’ın anılan romanlarını, Berna Moran’ın yaklaşımı yönünde değerlendirmek daha doğru bir tutum sanki. Şöyle diyor Moran:

“Anadolu romanı yazarları (Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Bilbaşar, Fakir Baykurt) anlatacakları öyküye şekil vermek isterken, çoğu kez, destan, halk hikâyesi, masal ve efsane türlerinden yararlanmak eğilimindeydiler. Bu eski anlatı türlerinde ise, mitoslardan miras kalan etkili kalıpları buluruz. Bilerek ya da bilmeyerek bu mirastan yararlanan sözünü ettiğimiz yazarlar yapıtlarına yazınsal bir form kazandırmış oldular.” (Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış-III, İletişim, 1994; 16)

Moran, yukarıda yansıyan, ancak kimi adlar nedeniyle tam olarak katılamadığım görüşünü, bir kez de şöyle dile getiriyor:

“…Sözlü geleneğin çeşitli türlerinden şu ya da bu şekilde yararlanma”, “1950’lerden önceki romanda (Sabahattin Ali dışında) pek görülmez. Ancak 1950’lerden sonra, bize özgü biçimler ve anlatı yöntemleri arayan Yaşar Kemal’de, Kemal Tahir’de, Kemal Bilbaşar’da ve diğer bazı romancılarda görülür.” “Bu yazarlar yerli kaynaklara el uzatırken dönemin sorunsalı gereği toplumcu bir yaklaşımla yapıyorlardı bu işi.” (Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış-II, İletişim, 3.Basım, 1994; 14, 15)

Berna Moran, bu değerlendirmesine, Kemal Bilbaşar’la andığı öteki yazarların “yapıtlarında önemli yer tutan haksız düzen, sömürülen köylü ve kurtarıcı temalarından oluşan üçlü formül” (III, 11) gibisinden yadırgatıcı bir saptama eklese de, aktardığım alıntılar, Cemo ile Memo‘nun “roman değerleri”ne değgin Moran’ın kuşku taşımadığını gösteriyor yine de.

Fethi Naci ise, Bilbaşar’ın bu yapıtlarına değil, Denizin Çağırışı adlı romanına ilgi gösteriyor. Yapıtın “Bilbaşar’ın en iyi romanı” olduğunu belirten Fethi Naci, değerlendirmesinin sonunda şu yargıyı getiriyor: “Denizin Çağırışı, her zaman keyifle okunacak bir roman… yazık ki değeri anlaşılmamış bir roman…” (Yüzyılın 100 Türk Romanı, Adam, 1999; 317, 334)

Cemo ile Memo, Türk romancılığında değeri tartışılamayacak yapıtlar elbette. Yine de bunların değerini, sözlü gelenekle kurduğu bağlar yönünde almak gerekiyor. Kemal Bilbaşar, biçim, içerik açısından sözlü anlatı geleneklerinin tümünden yararlanarak ürün veren yazarlar grubunun önemli bir doruğu idi. Andığım bu yanlarıyla değerini koruyacaktır hep. Nitekim yayımlandığı dönemlerde bu anlamda büyük yankılar yaratan yapıtlar oldu her ikisi de. Gerçi, bunu başaramadığı yönünde görüş öne sürenler olmadı değil; ancak sözlü anlatı geleneğinden yararlanmaya çalışan tutumu herkesin görüş birliği içinde öne çıkardığı yaklaşımı oldu yazarın. (Bu değerlendrmeler için topluca bak.: Cemo, Tekin Yayınevi, 9.Basım, 1978 içinde 263-319)

Yine de “kanal açma” olgusu üzerinde durulacaksa eğer, bu, Kemal Bilbaşar’ın, öteki yazarlarla birlikte var ettiği bir kanal olarak alınabilir ancak.

 

º Cemo ile Memo‘yu tarihsel roman ya da bir döneme tanıklık bağlamında almak, yapıtlara “en zayıf” yerlerinden yaklaşmak olur bence… Çünkü tarihselin dönüştürülmesine değil, tarihin değiştirilmesine tanıklık yaparız bu romanlarda biz… Tarihi değiştirmek, bir döneme damgasını vuran yaşanmışlıkları, yazın’ın içine alamayıp birer toplumsal-tarihsel olaylar, olgular dizisi olarak yazına eklemlemek anlamında alınmalı. Yazarın işi bu olmasa gerek, eğer söz konusu yazınsa tabii.

Sözgelimi Bilbaşar, romanların yayımlandığı dönemde, radyoda yaptığı bir konuşmasında şunları söylüyor:

“… Doğu-Anadolu’muzun 1925-1938 yılları arasındaki trajik serüveni anlatılmaktadır. Memo, Doğu-Anadolu toplum yaşayışı, ekonomik yapısı, folkloru üzerinde uzun araştırmalar yapıldıktan; Dersim olayları, onu yaşamış olanlardan ayrıntılarıyla öğrenildikten sonra kaleme alındı…” (Aktaran: Behçet Necatigil; Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, Varlık, 2. Basım, 1979, 330)

Yazar araştırmacılığını, romanlarının estetik değeriyle bütünlemek gibi bir eğilim içinde görünüyor bu sözlerinde. Oysa tarihi değiştirmek yani bunları düzayak aktarmak, böylece romana katmış görünmek yerine tarihseli dönüştürmeye; aynı olay ya da olguları, bütün zaman dilimlerinde o şekilde yorumlanabilecek bir soyutlamaya geçebilseydi ya da tarihsel olan her ne ise, bunu bütün zamanlarda, olgusallığın ötesinde dönüştürümsel bir roman varlığı biçiminde sergileyebilseydi tarihsellik değil, yazınsallık çıkardı ortaya, o zaman farklı bir sonuca ulaşırdık. Çünkü bu da önemli bir değer olarak eklenirdi romanların kâr hanesine.

Demem o ki, yazar, toplumbilimci değil, edebiyatçıdır, gerçekliği yansıtışı da yine bu yönde olacaktır; araştırma değil de roman koymuşsa tabii ortaya. Cemo ile Memo birer belgesel roman da değil ayrıca, böyle olsaydı, değerlendirme açımızı değiştirmemiz gerekebilirdi.  Yapılması gereken romanın gereklerine uymaktı öyleyse, yaşananların zorladığı bir aktarıma yer vermek değil! Dersim anlatılacaktır ama dümdüz değiştirimle değil dönüştürümle yapılacaktır bu. Nitekim Cemo ile Memo, gücünü bundan değil, sözlü anlatı geleneğinden yararlanma yönünde sergilediği yaklaşımdan alıyor bence.

Ancak Bilbaşar romanlarının, günümüz romancılığında yaşanan savrukluğun ortasında, çok iyi bir zamanlamayla sunulduğunu belirteyim. Çünkü romanımız, toplumsal dokuyu, bireyin toplum içinde yaşama sorunsalını, yani onun uyumsuzluğunu, karşı çıkışını, uyarlığını, çatışmasını neredeyse tümden öykücülüğümüze bırakmış görünürken, belki Cemo ile Memo, Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikâyesi” gibi tıpkı biraz sarsar da romancılarımızı, buna bakarak kendilerini toplarlar belki, kimbilir…

Bunca sözün ardından Kemal Bilbaşar’ın andığım yapıtlarını, bu yönleriyle ele alan bir çalışmayı yakın zamanda yayımlayacağımı eklesem yerinde olacak.

 

º Anlatı geleneğiyle yazınımızı ilintilendirmenin doruğu olarak Yaşar Kemal ürün vermeyi sürdürüyor hâlâ. “Bir Ada Hikâyesi”, bu yaklaşımın görkemli örneklerinden biri bana göre. Yukarıda andığım yazarlar grubunun ardından bu geleneği sürdüren en büyük ad, hiç kuşkum yok, Osman Şahin. Ancak Şahin, bunu öyküleriyle gösteriyor bize. Daha gençlerden Hasan Özkılıç’ı da yine bu akımın bir ardılı saymak olası…

Bütün bu adlar, açık biçimden, iyimser bakıştan yana yazarların oluşturduğu bir grubun varlığını imliyor. Bunlardan ayrı olsa da, kapalılığa dayalı, yer yer gizemle, hatta gizemci anlayışla örtüşen bir yazarlığı benimsemiş görünseler de sözlü anlatı geleneğinden yararlanan, bu anlamda Kemal Bilbaşar’la öteki yazarlardan, görece etkilendiklerini kabul etmemiz gereken bir yazar grubu daha var. Örneğin Latife Tekin, Murathan Mungan, Hasan Ali Toptaş bunlar arasında anılabilir.

Hangi grup içinde yer alırlarsa alsınlar, yazarlarımızın, sözlü anlatı geleneğinden yararlanma eğilimleri üzerinde duruyorum burada ben. Bunun, andığım yazarlara, ne büyük bir güç kattığı görmezden gelinebilir mi? Dileyelim, öteki yazarlar da ayırdına varsın bunun!