Kilimanjaro’nun Karları – Önsöz

GERÇEKLİĞİN DEĞİŞİMİ SÜRECİNDE KALICI OLANI GÖREBİLMEK…man

M.Sadık Aslankara

Bilgi Yayınevi, kuruluşunun kabaca ellinci yılında, ölümünün ellinci yılına rastlatarak yayımladığı Ernest Hemingway toplu yapıtlarının, gerek yaşadığımız çağın güncel olaylarına gerekse yazın sanatlarına yönelik açılımıyla dikkat çekici bir kapının aralanması fırsatını da yaratıyor önümüzde.

Gerçekten dünyanın iki savaş arasına sığışmış görünen, ama etkisini daha uzun yıllar sürdüreceği öngörülebilecek o yoğun karmaşa, İspanya iç savaşı, yazarın da yaşam bulduğu ABD toplumunun ekonomik bunalımı, bunun yansıması olarak yaşanan çatışma, yükselen yoğunluğuyla soğuk savaş, ama sonuçta diyalektik açıdan önümüzü kesen bir gerçeklik: “tarihin zoru”.

Bütün bunların Hemingway dünyasında doğayla örtüşen bir karşılığı da söz konusu ayrıca; “doğanın zoru” biçiminde nitelenebilecek bu olguyu insan-hayvan canlılar dünyasının yerleşim, göç hareketlerinde, sonra hem kendi aralarında hem de cinsler arası düzlemde birbirlerine karşı yürüttükleri savaşımda gözlemek olası. Yanı sıra birbirinin avı, avcısı olarak konumlandıklarını da elbette.

O halde Hemingway’in hemen tüm verimlerinde doğanın zoru ile tarihin zorunun bir yerlerden uç vererek yapıta egemen olacağı kestirilebilir bu sözlerden. Nitekim onun gerek romanları gerekse öykülerindeki karakterlerin, bir biçimde bunun canlı yansıtıcıları olduklarını kestirmek güç olmasa gerek. Üstelik doğa da tarih de zaten hep bir baskı, basınç temelinde yapılandığına, patlamalar, sıçramalarla yol alıp ilerlediğine göre, karakterlerin kişilik yapısında bunun neredeyse birebir yansımasıyla karşılaşmak öyleyse olağan sayılmalıdır.

Yalnız karakterlerin sert, köşeli kişilikler olmasına yol açmamıştır bu kanımca, aynı zamanda Hemingway’i de bu biçimde etkilemiş, doğayla tarihin zorunun taşıyıcısı bir yazar olarak bu ağır sorumluluğun altında onu adeta çökertmiştir. Esasen savaş muhabirliği, avcılığı, bohem yaşayışı vb. atak tutumlarının da bütün bunları beslediği anımsanabilir burada. Bunun sonucunda o, bu çok sert, acımasız dünyanın neredeyse bozguna uğrattığı insanoğlunu kendi biçemiyle birer karakter olarak roman evrenleriyle öykü dünyalarına yerleştirirken ister istemez sert bir biçemi içkin kılmıştır yapıtlarında.

Bütün bu özellikler, onun hemen her yapıtında kendini gösteriyor. Bu nedenle yukarıdan bu yana söyleyegeldiklerimi Kilimanjaro’nun Karları adlı yapıtta yer alan öykülerde gözlemek, dahası bu anlamda her birini birer minehktaşı olarak bu saptayımlarla karşılaştırıp vuruşturmak pekâlâ olanaklı görünüyor bana.

Öykü başlarına yerleştirilen, bunları birer eşikli öyküye dönüştüren prologlarda, ta en baştaki anlatının bir devamı halinde, neredeyse anlatıcının ya da öykülerin temel karakterinin yaşayıp da yazmak istediği ma yazamadığını düşündüğü anlara yolculuk yapıyoruz. Anlam kaydırmalarıyla örülü, artalan sıkılığı getiren yaklaşım, aslında bizi öykülerin temel karakterine dönük bir yaşamöyküsüyle de yüz yüze getiriyor bir bakıma.

Bu açıdan bakıldığında iç içe kurulu bu öyküleme anlayışıyla, bunlar okunup bitirildiğinde, öykülerin evrenlerine girilmekle birlikte sonuçta öykülerin ardından,  enikonu bir roman evreninden çıkılmışçasına duygu yoğunluğu, ötesinde yorgunluğu yaşanıyor denebilir. Bunu en azından aralarında süreğenlik olduğu görülen öyküler için söylemek pekâlâ olası. Hatta bu öykülerde, Hemingway’in yaşamından, üstelik her evresinden süzdürülebilecek pek çok öğeyi dermek de olası ayrıca…

Buraya dek söylenenlerden, Hemingway’in aslında bir tür “olay aktarıcısı yazar” niteliğine sahip yazıncı olduğunu kestirmek güç olmasa gerek. Bu ise, unutulmaz bir yazar olmayı besleyen değil engelleyen bir özellik oysa…

Peki, bu durumda Hemingway nasıl oluyor da unutulmazlaşıp kendi çağını da aşarak zaman aşırı bir yazar olup böylesi bir dönüşüm sergileyebiliyor?

Yanılmıyorsam, Hemingway’in yazarlığının en önemli, en güçlü yanı da burada kendini gösteriyor. Çünkü o, eylemi aktarmakla yetinirken, onu tetikleyip besleyen koşulları, karakterlerin derinlerinde oyalanıp kendiliğinden çıkagelen tutkuların, kırılmaların, dramatik yarılmalarla tragedik oluşumların anlatıcısı olmak gibi yazarlığın ancak zanaatçı yanını ele veren basit, sıradan, orta malı anlatımlara, söylemlere sığınmıyor asla. Yani olayları açık açık anlatıyor, ama bunların kavramsal açıdan nirengi yapılabilecek yanlarını ise gizliyor tam tersine.

Gerçekten Hemingway, herhangi şairaneliğe bulaşmadan, dolambaca sapmadan olayları dümdüz, sipsivri aktaran tümceleriyle anlatısında okuru işte böylesi bir kayıtsızlıkla karşılıyor, sonrasında koluna takarak onu, müthiş keşiflere çıkarıyor, sanki bunları bir tek okur buluyorcasına…

Aslolan da zaten bu bağlamda kalıcılık sağlamak değil midir? İşte Ernest Hemingway’i büyük, çok büyük yazar yapan yanı bu! O, ölümünün üzerinden şunca yıl geçtikten sonra bile, yalnızca soy yazıncıların taşıdığı tutumla anlattıklarından çıkarılabilecek kavramsal tortuyu bize, yani biz okurlara yazdırabiliyor ustalıkla.

Denebilir ki öyküsünü, romanını kaleme getirirken, bizi yanına birer yamak olarak alıp doğanın, tarihin zorundan damıtarak aktardığı olaylardan çıkarılabilecek kavramsal tortuyu, biz, bütün bunları sanki kendi kendimize yazıyormuşuz gibi zihnimize nakşetmemizi sağlıyor. Böylece ona çıraklık yapan her okur, artık Hemingway’in zorlu evrenleri, sert karakterleriyle birlikte dolaşarak yazarın birer silik kopyasına dönüşüp onu da unutulmazlaştırıyor böylece.

Aslında bütün bunlara bakarak bu büyük yazarın, yapıtlarını, okurlarına yazdırdığı da söylenebilir görece…

Hemingway’i yazmaya hazırsanız eğer, Hemingway okumaya da başlayabilirsiniz o halde…