Kim Bu Eğitimciler

     KİTAPLAR ADASI

     KİM BU EĞİTİMCİLER?

     M.Sadık Aslankara

            1950’de yayımlanan Mahmut Makal’ın Bizim Köy‘ünden sonra romanlarımızdaki öğretmenlerin yarım yüzyıl içinde sergilediği evriliş eğrileri üzerinde daha önce Adam Sanat’ta durmuştum: (Bak.: “Romanların Öğretmenleri” ve “Nereye Öğretmenim Nereye?”, Ekim-Kasım 2001)

Bu kez A.Ömer Türkeş, Milliyet Sanat’ta “Cumhuriyet Aydınlanmasının Misyonerleri Öğretmenler” başlığı altında, özellikle Reşat Nuri’nin Çalıkuşu‘ndan başlayıp 1950’lere getirerek genel bir değerlendirmeye yöneldi. (Kasım 2004) Öğretmene özgülenmiş anlatılar, yalnız bizim yazınımızda değil, dünya yazınında da önemli yer tutuyor kuşkusuz… Diyeceğim bu yöndeki her çalışma alana katkı sağlayacaktır ya yeterli olacık mıdır onu bilemem…

Ben de, daha bir iki ay öncesinden yine konuyla ilgili, ama farklı bir açıdan yaklaşımla öğretmenle toplumu, eğitim odağında alan, yöneldiği çocuklar, gençler bağlamında buna bakan kimi yapıtlar üzerinde durmayı hedeflemiştim… Farklı farklı alanlarda olsa da, temelde “eğitim-yazın-sanat” odağında sürdüreceğim bu bir dizi yazı yukarıda andığım çalışmaların yanına iliştirilebilir sanıyorum.

Başlıktaki soruyla girmek istiyorum yazıya: “eğitimci” dediğimiz bu insanlar kim, yaptıkları iş, bunu yapma biçimi, eğittikleri çocukla, gençle ilişkisi ne? Bir örneklik yapması için Sevda Yüksel’in Ankara’da Sanata ve Eğitime Adanan Yaşamlar (Kültür Bakanlığı, 2002) adlı yapıtından gireyim istiyorum konuya.

    “Sanata ve Eğitime Adanan Yaşamlar”

Sevda Yüksel, bir öykücü. Yapıtında ele aldığı kişileri de öyküleyerek sunmaya çalışıyor bize… “Sanata ve eğitime adanmış yaşamlar”ıyla kimler bu insanlar? Sıralayayım tek tek: İsmail Altınok, Kayıhan Keskinok, Adnan Turani, Nevzat Akoral, Turan Erol, Burhan Alkar, Mürşide İçmeli, Fikri Cantürk, Yurdagül Döl, İhsan Çakıcı, Hasan Pekmezci, Şükran Pekmezci, Remzi Savaş, Serap Etike, Söbütay Özer, Hasip Pektaş… İlki 1920’de, sonuncusu 1953’te doğmuş, neresinden bakarsak bakalım iki ayrı kuşaktan, ama bunun yanısıra cumhuriyetin bütün zamanlarını yelpazesinde topladığı öngörülebilecek on altı sanatçı, eğitimci… Öyle ya İsmail Altınok’u eğitenlerle Hasip Pektaş’ın eğittikleri göz önüne alındığında cumhuriyet tarihimizin eğitim eylemi de kabaca çıkabilir ortaya. Kaldı ki Yüksel, “öğretmenler, öğrencileri ve onların öğrencileri olmak üzere üç kuşağı izledim,” derken, yazarın bu yöndeki vurgusu apaçık çıkıyor ortaya.

Sevda Yüksel’in yansıttığı yaşamöyküleri, eğitim tarihimizde çok köklü bir geleneğin hâlâ süregeldiğini somut olarak göstermeye yetiyor bence. Ülkülerini bayraklaştırmış bir eğitmen, Anadolu’nun ücrasında kolları sıvıyor, tam bir yaşam birlikteliği içinde, çevresinde toplanan çocukların önünde büyülü bir evren açıyor; sonrasında bu çocuklardan biri, ileri aşamalara varıp bu kez de o, ülkülerini bayraklaştıran bir eğitmen olarak devreye giriyor… Yukarıda tek tek sıraladığım bir öbek “sanatçı eğitimci”nin yaşamöyküsünde bunların izini sürebilmek olanaklı zaten. Sevda Yüksel, çalışmasının “Ankara’yla sınırlı kaldı”ğını belirtse de bunun değişeceğini sanmıyorum ben.

Sözgelimi başöğretmeni Refik Bey, İsmail Altınok’u, “derslerden sonra okulda alıkoyar, birlikte levhalara süsler yapar, sınıfların adlarını yazarlar. (Onun) resme yeteneği olduğunu ayrımsayan ilk kişidir Refik Bey.” (2) Altınok’un, 1927’de ilkokula başladığı hesabından yola çıkarak Refik Bey’in 1890’larda ya da 1900’ün hemen başlarında doğduğu kestirilebilir kolayca… Kim olduğunu bilmesek de yalnızca bu ad bile bir “eğitimci” imgesine ulaşmamıza yetiyor bence. Cumhuriyetle yaşıt Kayıhan Keskinok’un öğretmenlik yılları da hem gösteren hem de gösterilen boyutunda ilginç bir veri getiriyor. Sevda Yüksel’den dinleyelim:

“Iğdır’da Keskinok Öğretmen için zor ancak bir o kadar da zevkli bir yıl geçer. (…) Keskinok Öğretmen, öğrencileriyle el ele verip ıspanak yetiştirir. Yetiştirdikleri ıspanakları bir lokantaya satar, aldıkları parayla da yoksul öğrencilerin kimi gereksinimlerini karşılarlar.” “Boğazlıyan Ortaokulu, Öğretmen Keskinok’un resim öğretmeni olarak ilk görev yeridir. Boğazlıyan’da Rıfat Ilgaz’la aynı okulda görev yapan Keskinok, Ilgaz Ağabeyinin eleştirilerine kulak verir. Ilgaz: ‘Sen yetenekli bir insansın.’ der arkadaşına, ‘Peyzajların çok güzel ancak insan olmayan yerde yaşam da yoktur.’ Böylece Keskinok’un resim dünyasında, insanlar yavaş yavaş yerlerini almaya başlar.” (14)

Ünlü yazarımız Rıfat Ilgaz (1911-1993), işten el çektirilene dek öğretmenlik de yapmıştı. Onun, Kayıhan Keskinok’u nasıl etkilediği ortada, Keskinok’un da Iğdır’daki çocukları derinden etkilediği kestirilebilir elbette. Örneğin Adnan Turani’nin, “Balıkesir Necati Öğretmen Okulunda çalıştığı bir yıl (…), yirmi beş öğrencisi okulu bitirir ve yirmi biri Gazi Eğitim Ensititüsü resim bölümünün sınavlarını kazanır.” (25)

Sevda Yüksel’in kaleminden Nevzat Akoral’ın aktarımları da hoş duygulara uçuruyor insanı: “Yıl 1949’dur. Bakanlıktaki görevinden alınan İsmail Hakkı Tonguç, Atatürk Lisesinde resim öğretmenidir. Nevzat Akoral, Tonguç’un yanında stajyer olarak bulunan gençlerden biridir. (…)/ Tonguç bir gün Gazi Eğitim Enstitülü öğretmen adaylarına; ‘Sizi bir koleje götüreceğim,’ der. Gençler, Öğretmen Tonguç’un koltuğunun altında br horozla derse girdiğini görürler. Horozu sınıfın ortasına bırakır. Sınıfta bir dalgalanma olur. Ardından öğrencilerinden bir horoz resmi çizmelerini ister, ezbere değil, karşılarındaki horoza bakarak, onu iyice gözlemleyerek. O derste Öğretmen Tonguç’un öğrencileri coşkuyla, güzel resimler yaparlar. / İsmail Hakkı Tonguç, meslek yaşamına yeni adım atacak olan genç bir öğretmene, Nevzat Akoral’a, çok okumasıyla , saygın kişiliğiyle de örnek olur.” (36)

Bu usta eğiticiler, o yıllarda cumhuriyetin eğitmen-öğretmen idolünü oluşturuyor bir bakıma. Şükran Pekmezci-Hasan Pekmezci çiftinin aktarımları da bunu doğruluyor:

“Çapa Öğretmen Okulunda seçkin bir öğretmen kadrosu vardır. Öğrencierin tek kaynaktan yetişmesini yeterli görmeyen eğitimciler, onların ufuklarını genişletmek için ne gerekiyorsa yaparlar. Gençler; tiyatro, bale, konser… tüm sanat etkinliklerini izleme olanağı bulurlar. (…) Öğrenci kitap açıp ezberlemeyecek, yaşayacaktır.” (104)

Böyle bir eğitimden geçerek Diyarbakır’a öğretmenlik yapmaya giden Milaslı (Simavlı) Turan Erol da sözgelimi böyle bir eğitmen olmaya çalışır: “Kimi resme, kimi edebiyata, kimi tiyatroya eğilimli öğrencilerinin susuzluklarını elinden geldiğince gidermeye uğraşır. Onlara sanatı sevdirmeye, ilgi gösterenlere yardımcı olmaya çalışır. Öğrencilerin yaptıkları resimleri önemser… Edebiyat geceleri düzenlerler. Tiyatro oyunları sahnelerler. Erol, yaşamında en köklü dostluklardan birini de aynı okulda felsefe öğretmeni olarak görev yapan Cavit Orhan Tütengil’le kurar.” (47)

Sevda Yüksel’in tanıttığı eğitmenlerin, öğrencilerince değerlendirilişine de bir göz atalım mı? Sözgelimi, “bir öğrencisi, Veysel Günay, Öğretmen Turan Erol’u şöyle anlatır: ‘Ağırbaşlı, dengeli, gösterişsiz ama güven verici biri. Hoca hepimizi çok iyi tanıyor, tek tek üzerimize eğiliyordu. Günlük sevinçlerimizi, üzüntülerimizi gözlerimizden okuyordu hemen. Sevgilinin mektubunun gecikmesini bile. Zamanında gelmeyen harçlıklar da dahil. Bu ilgi ve sevgiyi yarışırcasına hızlı ve yoğun çalışmayla karşılamaya uğraşıyorduk.” (48)

Bingöl Kız Enstitüsü’nde öğretmenlik yapan Serap Etike’nin, “dersine girdiği öğrencilerinden biri, kendisi de öğretmen olan Sevim Öğretmen, 25 yıl sonra Gazi Üniversitesinde öğretmenini arayıp buduğunda: ‘Siz bizi o kadar etkilemiştiniz ki’ diyecekti(r), ‘hep sizi örnek aldık.’ ” (127)

Bu eğitmenler, sıradan seçilivermiş kişiler değil elbette. Örneğin Burhan Alkar, “Turgutlu Ortaokulundan mezun olan 120 öğrenci arasından öğretmen olmak üzere seçilen üç kişiden biri”… Yüksel’in diliyle, “çalışkanlıklarıyla, kişilikleriyle, yetenekleriyle en yetkin öğrenciler ancak öğretmen olmak için seçilebilirler. 1940’lı yıllarda öğretmenlik, olağanüstü bir meslektir,” (59) çünkü.

Ancak Fikri Cantürk, can alıcı bir yanına değiniyor eğitmenliğin, bunun meslek olarak önemine vurgu yaparken, uyarıyor da bizleri:

“Devletin eğitim programlarını, öğretmen yetiştirme işini gözden geçirmesi, nasıl öğrenci alacağını tasarlaması gerekiyor. On sekizinci sıradan, bu mesleğe hiçbir hevesi olmayan genci alıp öğretmen yapamazsınız. Hele veterinerlerin, tarımcıların sınıf öğretmeni olduğunu duyunca tüylerim diken diken oluyor. Her şey olsunlar, cumhurbaşkanı, başbakan, şirket müdürü… ancak asla sınıf öğretmeni olmasınlar, olamazlar. Hayvan yetiştirmek, patates üretmek üzere yetiştirdiğin adamı, çocukları eğitmek için sınıflara sokuyorsun. 1950’lere kadar cumhuriyet, öğretmen yetiştirme konusunda çok titizdi. İyi programlar üretti. Şimdi hepsinden vazgeçildi.” (79)

Yukarıdan bu yana sergilediğim örnekler, eğitmenlikte bir usta-çırak ilişkisinin süregeldiğini göstermeye yetiyor, üstelik Cantürk’ün isyanına karşın, söz konusu geleneğin bugün bile sürdüğü öne sürülebilir pekâlâ. Nitekim Hüseyin Beşer’in Yeni Sınıf Öğretmeniyle Söyleşi (Milli Eğitim Bakanlığı, 2003) başlıklı yapıtı bir açıdan bunu gösteriyor, göstermekle de kalmıyor, bunu bir yöntem olarak saptayıp öneriyor adeta.

    “Yeni Sınıf Öğretmeniyle Söyleşi”

Hüseyin Beşer, Yeni Sınıf Öğretmeniyle Söyleşi adlı yapıtını, “Yaşamımı yönlendiren değerli sınıf öğretmenim Sayın Hüseyin Hüsnü Aslankara’ya,” sunusuyla yayımlamış… Kim mi bu Hüseyin Hüsnü Aslankara? Benim amcam. Feridun Andaç’ın hazırladığı Yazarın Kitabı‘nda (Varlık, 2004) ondan söz etmiştim. Yalnız Beşer’in değil, benim de yaşamımı yönlendirmiş az sayıdaki kişiden biri o.

Hüseyin Hüsnü Aslankara (1891-1971), Kurtuluş Savaşından  topçu üsteğmen olarak dönüp cumhuriyetin ilk öğretmenliğine soyunmuş, Çal (Denizli) almanaklarında sürekli anılan, kendi elleriyle yapıp çattığı, ne yazık ki şimdilerde taşımalı eğitim nedeniyle terk edilmiş Üçkuyu İlkokuluna (Bekilli) adı verilmiş biri… “Amcacığım bu kadar değil elbette, bir erdem anıtı o; bütün yaşamını yurduna, toplumuna özgülemiş, öylece geçip gitmiş bir güzeller güzeli benim amcam.” (Yazarın Kitabı, 160)

İsmail Altınok’u yönlendiren Refik Bey kuşağından biri olduğu kesin H.Hüsnü Aslankara’nın. Onun el vermesi, yönlendirişiyle öğretmen oldu büyük olasılıkla Hüseyin Beşer. Kendisini köy entitüsüne götüren yolun kapısını da böyle araladı herhalde. Kitap okunduğunda görülüyor ki, o da kendisinden sonrakilere el veriyor, eğitmenlik, ustadan çırağa geçe geçe sürüyor böylece… Zaten kitap, adından da anlaşılacağı üzere, olgunluk çağına ulaşmış sınıf öğretmeninin, yeni sınıf öğretmeniyle yaptığı bir dizi söyleşiden oluşuyor…

Deneyimli öğretmen şöyle diyor sözgelimi: “Alın teri, göz nuru dökerek bir yerlere getirdiğim meslek birikimim var. Kazanmak yıllarımı aldı. Yarın emekli olunca benimle gidecek, kaybolacak diye kaygılanıyordum. Yenilerden birileri istek gösterse de bunları aktarsam, onlara yararlı olurdu diye düşünüyordum hep. Siz bana bu fırsatı verdiniz… / Sizdeki yeni bilgiler, bendeki olumlu deneyimlerle bütünleşirse, niteliğiniz hızlıca gelişecek. Kısa sürede bizleri geçerek, daha düzeyli öğrenciler yetiştireceksiniz.” (13)

Beşer’e göre bu çerçevede öğretmenlik bir sanat zaten: “Hiçbir öğretmenin öğretim uygulaması bir başkasının uygulamasına benzemez. Önemli olan başarılı çalışmaktır. Bu nedenle öğretmenlik hem bir meslek, hem de sanattır. Nitelikli öğretmen, bunların her ikisini bütünleştirerek çalışmalarında gösterir.” (21)

Hüseyin Beşer’in, eğitmenliği, usta çırak ilişkisi içinde bir sanat olarak değerlendirdiği o kadar açık ki, yapıtın sonunda deneyimli öğretmen, yeni sınıf öğretmenine şunları söylüyor örneğin: “Yıllardır biriken deneyimlerimin olumlu sonuçları, genç bir meslektaşımda, onun yeni düşünce ve bilgileriyle bütünleşiyor; yararlı olmayı güçlenerek sürdürüyor. (…) Siz de, yeni meslektaşlara karşı aynı görevleri üstlenmelisiniz. Kalıtsal bir geçiş gibi, bu sosyal ve mesleki zincir kopmadan büyümeyi sürdürmeli. İşte o zaman öğretmenliğin yüceleceğine, nitelikli öğretmenin çoğalacağına inanıyorum.” (135)

Hüseyin Beşer, ele aldığı konuları sınıflandırıp arabaşlıklarla ayrıntılandırırken, çok canlı bir söyleşim havası katmış anlatısına… Dümdüz, kupkuru, takır tukur bir teknik metin değil karşımızdaki. Bir öykü havasında, gerçektenlik duygusu yayan, bizi kuşatıp sıcacık sarmayalayan, içten bir anlatı. “Kışlı gün” (39) diyor sözgelimi, ne güzel!

Yazar, deneyimli öğretmen aracılığıyla kendine güven, umut, sevgi vb. kimi konular üzerinde duruyor, atasözlerinden tutun da konu uzmanlarınca dile getirilen özlü sözlere dek pek çok örnekle tanıklıktan yararlanmaya çalışıyor. Sonrasında kendi eğitmenlik anıları kadar, başkalarının anılarına da yer açıyor. Hatta mektuplardan gazete yazılarına, güncel haberlerden televizyon dizilerine dek pek çok öğeden yararlanıyor Beşer. Öğretmen-öğrenci ilişkilerinden, ders yapma yöntemlerinden örnekler de getiriyor bu arada. Üstelik çok geniş bir yelpazede, deneylerden süzülmüş örnekler, tanıklıklar bunlar. Bu arada dikkati çeken bir yan da konularının zengin bir çeşitlilik içermesi… Sağlıklı yaşam koşullarına dek uzanıyor sınıf öğretmeninin boğuşacağı sorunlar.

Hüseyin Beşer, yapıtında öğretmenin teknik beceri kazanmasını, teknik yeterliğinin yükselmesini, yeteneklerinin gelişmesini hedeflemiyor yalnız, yanısıra nitelikçe gelişmesini de amaçlıyor göründüğü kadarıyla onun. Peki, öğretmen nitelikli hale nasıl gelecek? Kuşkusuz tartışıp, “öğretmenliğin çözüm bekleyen kök sorunları”na dek uzanıyor Beşer. Bir öğretmen, nitelikçe kendisini geliştirmek için neler yapabilir? “İlk ve en zor iş, kendisini tanımak olacaktır” “Öğrendikleriyle yetinmemeli öğretmen. Onların ışığında deneylere girişmeli. Yeni düşünceler üretmeli. Buluşlarını cesaretle uygulamalı.” (30, 32)

Bu nedenle yer yer, antikçağ Yunan klasiklerinden yansır gibi bir tat damıtmak da olanaklı Yeni Sınıf Öğretmeniyle Söyleşi‘yi okurken. Ama arada bir önümüzü kesen, sanki bir sınıfta hep birlikte bir konu işliyormuşuzcasına bizi eğlenceli bir havaya sürükleyen yanı da yok değil yapıtın…

Şu satırları, “Cambazın Hünerleri” arabaşlığı altındaki bölümden aktarıyorum:

“1962/63 öğretim yılı içindeyiz. Nazilli İlköğretmen Okulu ilk mezunlarını bu yılın sonunda verecek. Son sınıf öğrencileri staj köylerine görülmemiş heyecan içinde hazırlandılar. Son sınıf öğrencileri staj köylerine görülmemiş heyecan içinde hazırlandılar. Bu hazırlığa tüm okul ilgi gösterdi. Marşlarla köylere uğurlandılar. / Adayların staj köylerinde çalışmalaırndan sevinç duyuyoruz. Başarıları, tutumları dillerde dolaşıyor. /üzelköy’deki grp içinde midesinden ameliyat olmuş, sessiz, içe dönük bir adayımız var; adı Hüseyin Akdeniz. Birinci sınıfa onun dersini görmek için girdim. Daha önce öğretilen kelime ve cümlelerin tekrarı üzerinde duruluyordu. Başka okllarda görmediğim dikkat ve ilgi içinde ders sürüyor. Nedeni; ders oyun biçimine sokulmuş. Öğrencilerin çok sevdiği ve adını Cambaz koydukları bir araç kullanıyordu.

“Cambaz, mukavvadan yapılmış ve boyanmış gülünç bir çocuk modeli. Önündeki fiş kutusuna indiriliyor. Hareket ettirilince fişlerden birisini yakalayıp öğrencilere gösteriyor. Onu ilk okuyan öğrenci Cambaz’a yeniden fiş çektiriyor. // Hüseyin Akdeniz… mevcut araçlarla ders yaparken öğrencilerin isteksiz olduğunu, zoraki çalıştıklarını görmüş. Dersleri onların oyunları arasına itmek istemiş. Oyuncaklarını incelemiş, oyunlarını izlemiş. Cambaz oyuncağını ellerinde gördüğü zaman, bunun okuma-yazmada araç olarak yarar sağlayacağını düşünmüş.” (35, 36)

Hüseyin Beşer, “Donanımlı, donanımsız nice oklumuz var. Çeşitleri, sayıları artıyor her yıl.” “Elbette, başarılı öğrenciler yetiştiren nitelikli öğretmenlerimiz de var. Ama onların özverili çalışmaları yetmiyor” (29) diye ekliyor.

Eh, öyleyse sırası gelmiş olmalı, ne dersiniz son yılların en önemli eğitim kurumlarından YİBO’lara da (Yatılı İlköğretim Bölge Okulu) uzanalım mı? Sevim Ak, Güneşin Çocukları (Can, ikinci basım, 2004) diyor onlara…

    “Güneşin Çocukları”

Sevim Ak, Güneşin Çocukları‘nı “Çeltiksuyu Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nun depremde ölen 86 öğrencisi ve öğretmeni anısına,” sunmuş.

“İlk Söz”de Güneşin Çocukları‘nı kitaplaştırışındaki amacı aktarmaya girişiyor bize Ak:

“İLKYAR, ODTÜ, TEGV, ODTÜ Koleji destekli ‘Gezici Deneyler’ projesinin otuz üç candan gönüllüsüyle 9 Eylül 2000 sabahı, Ankara’da başlayan yolculukla Yatılı İlköğretim Bölge Okulları (YİBO) ve oralarda eğitim-öğrenim görmeye çalışan köy çocuklarının dünyaları değdi yaşamıma. (…) Amaç, köy çocuklarına siz de büyük kentlerdeki çocuklar gibi başarabilirsiniz, demekti, yeter ki isteyin, çalışın, biz tıkandığınız yerde arkanızda olacağız, demekti; bilimsel merakı, yaratıcı düşünmeyi, hayal gücünü kamçılamaktı.”

“Sabah 9.00’da başlayan etkinlikler, akşam 18.00’de bitiyor, gece film gösterisi, müzikli eğlence ve teleskopla gökyüzü incelemeleriyle sürüyordu. Sonrasında yatakhanelerde çocuklarla birlikte kalıyor; sırlarını, özlemlerini, yaşamöykülerini paylaşıyorduk. / Yolculuğumun ilk günlerinden beri beni derinden etkileyen köy çocuklarının öyküsünün yazılması gerekliliğine inanmıştım. Büyükkentlerin tüketim çılgınlığına kapılmış, el bebek gül bebek büyütülen, en iyi eğitimi alabilmesi için büyük paralar harcanan çocuklarıyla, çocukluğu, oyunu, oyuncağı bilmeden yoksulluğun ve cehaletin sorunlarıyla boğuşan bu çocuklar, aynı ülkede birbirlerinin varlığından habersiz yaşıyorlardı. (…) Ufacık destekleyici çabalar, arkandayım, başarırsın demeler, çocukların önlerindeki sisleri dağıtabilir, okuma isteğini çoğaltabilir, yazgılarını değiştirebilirdi.”

Sonrasında Sevim Ak, kitabın nasıl doğduğuna getiriyor sözü:

“İLKYAR Gezici Projesi’nin öykü okuma-öykü yazma, kitap tanıtma etkinliğini yürütürken tuttuğum günlükler, gözlemlerim bu kitaba kaynaklık etti. Dersliklerde öykü okurken çockları evlerinde duydukları masalları kendi dillerinden anlatma çabalarını sevimli bulurdum. Günlüğümün sayfalarına o masallar da bulaştı, ama esas hüzün bulaşmıştı, iç açıcı öyküler yazamadım.” (9, 10, 11)

2001-2002 öğretim yılı verileri doğrultusunda Türkiye genelinde 276 yatılı ilköğretim bölge okulu bulunuyor. Bunların 160’ı Doğu ve Güneydoğu Anadolu, 63’ü Karadeniz, geriye kalan 53’ü ise Marmara, Ege, Akdeniz bölgelerinde yer alıyor.  140 bin öğrenciden yüz bini erkek, kırk bini kız… Kızlarla erkeklerin oranı Marmara’da, Karadeniz’de daha dengeli iken, Güneydoğuda dört erkeğe karşılık ancak bir kız bu olanaktan yararlanabiliyor (279)…

Buralarda görev yapan öğretmen sayısı ise 5 556. Evet, yine geliyoruz öğretmenlere…

Sevim Ak, “Bazı Gerçekler” arabaşlığı altında sözü öğretmenlere getirerek şunları söylüyor:

“Yatılı okullarda görev alacak öğretmenlerin, öncelikle gönüllülük ilkesine göre seçilmiş idealist öğretmenler olması gerekir. Yoksul, sorunlu, aile, dil problemleri yaşayan çocuklara özel ilgi gösterilmesi, sorunlarının sabırla dinlenip çözüm önerileri geliştirilmesi beklenir. Öğretmenlerle iletişim kopukluğu öğrencilerg okuldan soğutabilir. Okuldan kaçma olaylarına yol açabilir. Yatılı okulların çoğunda yeterli belletici ve rehber öğretmen yer almaması da önemli bir sorun teşkil eder. Öğretmenlerin belletmenlik ve rehberlik görevlerini de üstlenmesi, kendi sınıflarındaki verimlerini düşürür. Oysa her yatılı okulda mutlaka yeterli sayıda rehber vğretmen ve belletici olması gerekir. Yatılı okul öğretmeni olmak demek; anne-baba, arkadaş, rehber, psikolog, sosyal hizmet görevlisi olmak da demek. 6 yaşına girmiş, evinden ilk kez uzaklaşan çocuklar okula, toplu yaşama alışmakta zorlanırken en büyük desteği öğretmeninden alır. Yatılı okul öğretmenleri neredeyse yirmi dört saati öğrencileriyle birlikte geçirir. Tuvalet eğitiminden banyolarına, yiyecek içeceğinden hastalıklarına, gece işemelerinden uyku sozukluklarına, aile sorunlarından derslerindeki açıkların kapatılmasına kadar pek çok sorunda öğrencinin yanı başında olması gerekir. Yatılı okul öğretmenliği, özel ve desteklenmesi gereken bir alandır.” (281)

Sevim Ak, hüzünlü bir şiir olarak döktüğü Güneşin Çocukları‘na bir düşlemsellik doğrultusunda Sıdıka Avar öğretmenle giriyor. “Sıdıka Avar, 1939’da Elazığ Köy Enstitüsü’ne müdür olarak atanmış” (16) bir eğitmen.

llk iş, çocukları, hele de kızları okullu, okuryazar yapmak! Ama Ak, bakın ne diyor: “Cumhuriyete kanat geren Sıdıka Öğretmen, ‘Dağ Çiçeklerim’ dediği köy kızlarının, kötü kalpli büyücülere, acımasız devlere yenik düşüp 60 yıllık derin bir uykuya yattığını iyi ki bilmiyor.” (26)

Sonrasında hızlı bir okumaya giriyorsunuz, yer yer yüreğiniz burkulurken gülümsemeniz eksik olmuyor yine de yüzünüzden… Öyle ya, çocukların bulunduğu yerde bu ikisi yan yana değil midir hep, en sıkıntılı anlarında, yoksulluklarında, yoksunluklarında bile bir çocukluk düşüyle süslemezler mi yaşadıkları anı?

Sözü Sevim Ak’a bırakalım istiyorum:

” ‘Gözlerinizi kapayın şimdi. Ve kendinize bir yaşam düşleyin.’ / Gözler kapandı. Düşler denizinde bir kayık her biri. Birinin gözleri yarı aralık, birinin bir gözü açık, biri gözlerini açıp açıp kapıyor, biri yakasının kenarını kemiriyor. / Sıdıka Öğretmen gibi bir öğretmen çıkar mı aralarından? /…/ Gözler aralanmaya başlamıştı. / Bir el kalktı, kararlı. / ‘Ben öğretmen olmak isterdim,’ dedi. ‘Bildiğiniz öğretmenler gibi değil. Çocukların arkadaşı. Onlara hiç görmedikleri şeyleri getirir, gösterirdim.’ / ‘Büyük bir kente mi, bir köyde mi, nerede?’ / ‘Okulu olmayan köyümde… Ormandan ağaçları keser biçerdim. Okulu köylülerle beraber tahtadan yapardım. Sıraları, masaları, okulun boyasını, karatahtayı yapardık. Ben köyde okurken ders kitaplarımız yoktu. Bir tek öğretmende vardı. Ben hiç ders kitaplarımı atmadım. Büyüyünce de atmayacağım. Öğretmen olunca o kitapları kullanacağım. // Yumdu gözlerini, bıraktı kendini okuluna, öğrencilerinin kucağına…” (61, 62)

“İlk Söz”ünü şu satırlarla bitiriyordu Ak: “Bir gün köy çocuklarının neşeli öykülerinin de yazılacağı umuduyla…” (11)

Bu kitapları yalnız eğitimciler değil, yazarlar da okumalı… Özellikle öğretmenleri küçümseyip köy enstitülü yazarlara burun kıvıranlar…