KONUK SAYFA YAZISI: Eray Karınca; Ankara’da Öykü Var

Ankara’da Öykü Var
Eray Karınca

Roma ile Napoli arasındaki otoyolda, kaza nedeniyle trafik sıkışıklığı yaşanırken rehberimiz küçük bir fıkrayla yolculuğumuzu renklendirmeye çalışıyor: “Dünyanın en ince üç kitabından biri Çin’in İnsan Hakları El Kitabı, ikincisi Arnavutluk’un başkenti Tiran’ın telefon rehberi, üçüncüsü ise İtalyanların kahramanlık öyküleriymiş.” Genellemelere kuşkuyla yaklaşırım. Rehberimizin bu sözlerinde, Roma’nın güzel meydanlarına, yapılarına, heykellerine duyulan kıskançlığın etkisi olabilir mi? Böyle bir atmosferde büyüyen çocuk, risk almaya, kahramanlığa istek duyar mı? Güzelliklerle bezeli bir yaşamı süren kişi, ucuz kahramanlıklara burun kıvırmaz mı?

Ankara’da her gün gidip geldiğim Gaziosmanpaşa, Sıhhiye hattına bakınca Cumhuriyet’in ilk yıllarında inşa edilenlerin dışında güzel bir yapı, heykel ve meydanın olmayışı daha bir içimi burkuyor bu geziden sonra. Araplaşmayı Osmanlılık sayan, çöl kültüründe kalmış yöneticilerin varsa yoksa becerdiği tek şey, olur olmaz her yerden fışkıran, hoplayıp zıplayan fıskiye ve şelaleler yapmak. Bu arada yol boyu arka arkaya, altlı üstlü sıralanmış kadın berberi levhalarının çokluğu dikkatimi çekiyor. Acaba diyorum, kenti çirkinleştiren yöneticilere inat, güzelliklerine daha mı düşkün Ankara’nın kadınları?

Ankara’da güzel olan yalnızca kadınlar değil. Canlı bir edebiyat ortamı var kentin. Hele ilgi alanım olan öyküde, başta UMAG (Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı) olmak üzere öykü atölyelerinde pişen yeni öykücüler dergileri dolduruyor; ödülleri kucaklıyor. Eylülce Dergisi’ni çıkaran Eylül Kafe’de, Kanguru Sanat ve Kültür Ortamı’nda ya da Kurgu Kültür Merkezi’nde toplanıp öykülerini paylaşıyorlar. Öykü, kendisi gibi yayınevlerince yüksünülen şiir kardeşini de peşinden sürüklüyor hem. Konur Sokak, ‘Ankara Çölü’nde gerçek bir kültür vahası. Kül Öykü, Öykü Teknesi ve Lacivert ise kimliklerini ve kişiliklerini kanıtlamış olmanın telaşsızlığıyla bu ürünlere yer veren dergilerden bazıları.

Bu uzun girişin nedenlerinden biri, şimdi değineceğim üç öykü kitabı: Biri, şimdilerde İstanbul’da yaşayan, kökeni Denizlili ama aslında Ankaralı bir Anadolu gezginine, ülkemizdeki öykü ağacının köklerinden gövdesine, dallarına, yapraklarına, yeni filizlenen uçlarına kadar hemen her parçasında emeği olan, hepsine yetişmeyi başaran bir kalem ustasına ait. M. Sadık Aslankara’nın, “Cicoz” adlı, bu son öykü kitabı için öykü içinde öyküler diyebilirim rahatlıkla (Can Yayınları, Ekim 2008). Roman olarak da okunabilecek katman katman bir anlatı bu. Her öykü birbiriyle bağlantılı, ama o kadar da bağımsız. Dil ise ancak bu kadar işlenebilir, tava getirilebilir. Öyle ki alıp bir lokmada yutulma kolaycılığına ne yazar ne de okuyucu –Aslankara’nın çokça kullandığı deyimle- gönül indiremez. Sofra düzenlemesine, kimin nerede oturacağına, hatta giyilecek giysilere dek her şey diplomat titizliğiyle düşünülüp planlanmış bu şölende. Ancak her lokma ağızda yeteri kadar çiğnenerek, tadı çıkarıla çıkarıla, acele etmeksizin yenmeli. Kısacası yalap şalap, kolaycı, aceleci okura göre öyküler değil bunlar. Anlatıcı, bir taşra tiyatrocusunun küçük oğlu ve her bölüm, çocukluktan -tabii, altmışlı yetmişli yılların, henüz bilgisayarla tanışmamış kuşakların çocukluklarından söz ediyorum.-, şimdiki çocukların tanıyıp bilmediği birer oyuncak adıyla sürüyor bölümler: “Mazı, Gülle, Misket, Bilye, Cicoz, Ceviz.” Neden “Sırça” yok? Sırça tümünün genel adı mıydı yoksa? Dilin kıvamı yanında, öykülerdeki kişiler de işlevsel. Bazıları sanat dünyasından bildiğimiz isimler. Bazısı da Anadolu’da bir parçacık da olsa kültür sanat ışığını söndürmemek için emek, hatta yaşamını veren adsız kahramanlar. Anadolu aydınlanmasının neden yarım kaldığının, bugün taşranın neden Nakşilere teslim edildiğinin doğrudan yanıtı yok bu öykülerde. Yazarın böyle bir çabası olmasa da okuyucunun bunu sezmemesi, örneğin halkevlerinin kapatılmasıyla aydınlanmanın önünün kesilmesinin arasındaki bağlantıyı kurmaması olanaksız ancak.

Sırça köşklerde yaşayan, yenidünya düzeninin parlatılmış kalemlerinden başkasına gönül indirmeyen kalem erbabı, sözüm size. Sakın görme, okuma bu kitabı! Sarsılacaksın çünkü. Bugüne dek savunduklarının anlamsızlığını, boşluğunu görebilecek, sezebilecek yüreğin var mı?

İkinciye gelince, Ankara’da doğmasa da katıksız bir Ankaralı. Yakmayan ama hep ısıtan, ışıtan bir ateş. Bir aydınlanma savaşçısı. Issız dağ başlarında hep güçlü bir meşale olmuş; adı gibi çağrışımlı biri: Kemal Ateş. Bir çok ödülü var Türkçe’nin bu usta yazarının. “Küskün Fotoğraflar” adlı kitabının başında aktardığı yaşamından kesitler de öykü tadında (İmge Kitabevi, Birinci Baskı 2005). Öykülerindeki kişilerse hep Ankaralı. Kimi, Aslankara’nınkiler gibi sanat çevresinden, kimi akademiysen ve yaşadıkları yanlış olaylar, yaptıkları yolsuzluklar nedeniyle adları gazetelerde yazılmış, televizyonlarda dillendirilmiş. İşte bu kişilere karşı anlayışlı değil Ateş. Bir sanatçı duyarlılığı ile olayları yansız olarak vermesine karşın, edebiyatçının yanlışa yanlış diyebilecek yürek ve yetkinlikte olması gerektiğini de kanıtlıyor öykülerinde. Diğer öykü kahramanları ise Ankara’nın gecekondularında yaşayan, yani elle tutulan gözle görülen insanlar. Hani uzun süredir bunalım edebiyatıyla uğraşan kalemşorların burun kıvırdığı, kıvırmayanları ise dinozorlukla yaftaladığı, bakkal, arabacı ve diğerleri. Yani öteki Ankara, yani sıradan insanlar. Tıpkı Cicozdakiler gibi kanlı canlılar üstelik. İşte bu insanlara karşı sevecen yüreğini açıkça ortaya koyuyor yazar.

Altmışlı yetmişli yıllarda başlayan ülkemizin gecekondulaşma serüvenini bilmeden, bugün varoşlar neden tarikatlara teslim, neden bir çuval kuru gıdaya, kömüre oylarını satıyor insanlar, anlamak olanaklı mı? Ama modası değil şimdi bunların. Bu öyküler de okunmaz değil mi sevgili okuyucu?

Gelelim sonuncuya: “Hiç birine bağlanmadım ona bağlandığım kadar” der, Orhan Veli. Oysa “Göründüğü Gibi Değil” demiş, Esra Odman ikinci öykü kitabı için (İlya İzmir Yayınevi, 2009). Az sonra imzalatmak için Kurgu Sanatevi’ne gidecek ve söyleşisini izleyeceğim. Keşke söyleşi öncesi okuma şansım olsaydı kitabı. Gitmeden önce ilk öykü kitabı, “Gölgesi Bedenim” i karıştırıyorum bu yüzden (Havuz Yayınları, Eylül 2007). Mehmet Güler, benim diğer iki kitap için demeye çalıştıklarımı Esra Odman için bir çırpıda söyleyivermiş bu kitapta: “… Esra Odman’ın öyküleri yapay ve kapalı ortamlarda yaratılmış ürünler gibi renksiz ve kokusuz değil. (…) Edilgin, bireyci, içe dönük kalıpları kırarak sokağa, caddeye, kalabalıklara açılan öykülerdir onlar. Hemen her şeye insan odağından, gerçekliğinden ve sıcaklığından bakılır.”  Öyleyse bu öyküler de okunmaz, sevgili Güler. İnsanları sarsıp uyaracak değil, uyuşturup sisteme hizmet edecek şeyler gözde çünkü.

İmza sonrası hemen okuyorum Göründüğü Gibi Değil’i. İlk kitabındaki çizgisini bozmamış Odman. Yapay, renksiz ve kokusuz değil yine. Tam tersine daha da sıcak, sevecen ve sorgulayan bir anlatım. İnsan sıcaklığına, kadın erkek ilişkilerine, aslında ilişkisizliğine, iletişimsizliğe, toplumsal ve tarihi olaylara yer  veren öyküler bunlar. Öte yandan, ilk kitabından daha da derinleşmiş, ben artık ustayım diyor bu kitabıyla Odman. Kahramanları elle tutulan, gözle görülen insanlar ama Küskün Fotoğraflardakiler ve özellikle Cicoz’dakiler gibi belirgin ve öne çıkmış değiller. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi zulmünden kaçan Yahudileri taşıyan Romen gemisi Struma’nın, Karadeniz kıyılarımızda bir Sovyet denizatlısı tarafından batırılışını anlatan epik öykü –ki mutlaka okunmalı- ile güneydoğudaki savaşın acı yüzünü sergileyen “Mayın Tarlası” ise, bizi insan, toplum ve dahası devlet olarak sorumluluğumuzla yüzleştiren, “Cesaretin var mı okumaya?” diyen soran öyküler.

Öte yandan  hiç mi kusur bulmuyorum bu kitaplarda? Bulmasına buluyorum ama bu bir sevgi yazısı. Üstelik Hasan Ali Toptaş’ın, “Metinler Ve Kusurlar” adlı denemesinde (Harfler Ve Notalar, İletişim, 2009, s. 17.) sözünü ettiği, kasabadaki terzinin diktiği cekette, ceketin tüm güzelliği ortaya çıksın diye bilerek gerçekleştirdiği –yaptığı değil, çünkü bu yapma fiili o kadar çok fiilin yerine kullanılıyor ki bu denli haksızlık artık yeter-  potu örnekleyerek anlattığı  bilinçli kusurdu hepsi.

Bu yazının, her üç kitaba da haksızlık ettiğinin, hiçbirine hak ettiği değer ve ilgiyi veremediğinin farkındayım ama bu da öyle bir yazı, Ankara gibi işte. İddialı, her şeye kadir, ciddi görünümlü ve her şeye yetişmeye çalışan, oysa günü birlik, derinlikli hiç değil ve aslında böyle bir iddiası yok.

Yine de okuyucunun önüne çıkabildikleri için şanslılar diyebiliriz bu kitaplara. Öyle sanıyor ve diliyorum, okuyanı da haklarında yazanı da çok olacaktır her şeye karşın. Yeter ki  zaman ve emek verilsin.

Öyleyse son sözüm öykü ve şiiri dışlayan yayınevlerine: İlk elde haklılar; okunmayacak, satılmayacak kitaplar niçin basılsın? Kriz var, şu var, bu var. Üstelik yukarıda andıklarım gibi organik ürünler için emek gerek, tarlaya tohumu atıp toprağı bellemek, yağmuru beklemek ve zaman gerek. Nasıl olsa hazırda seralarda yetişen inorganik ürünler çok. Kim bekler tohumun çatlamasını, güneşin ısıtmasını, yağmurun bereketini. Ancak aslına ne kadar benzeseler de sahicilerin yerini tutmuyor onlar. Uzmanlar, organik ürünler için sağlıklı, tadanlar ise çok lezzetli diyor. Tıpkı Cicoz, Küskün Fotoğraflar ve Göründüğü Gibi Değil için söylenebileceği üzere. Konuyla ilgili olmasa da şairini anımsayamadığım bir dörtlükten dönüştürdüğüm dizelerle bitireceğim yazımı: “Yazarda yok sabra mecal/ Sizde vefadan zerre/ İki yoktan ne çıkar/ Basın şu öykü ve şiir kitaplarını bir kere.”