Sartre ve Biz…
Özdemir İnce
(Aşağıdaki metin, Özdemir İnce’nin, Cumhuriyet gazetesinin 19 Nisan 2019 tarihli sayısında yayımlanan yazısından alınmış, tarafımızdan yukarıdaki başlık altında aktarılmıştır.)
“Bir zamanlar yazarların, şairlerin ‘moda’ olması üzerine bir soru sormuşlardı. Ben de ‘Moda olan demode olur’ diye cevap vermiştim. Adım, ilk olarak 1953 yılında Adana’da ancak bir sayı yayımlanan ‘Yağmur’ dergisinde yer almıştı. 66 yıl olmuş. Bunca yıldır, ne yapmalıyım, ne yazmalıyım diye düşünüp duruyorum. Benim ve birçok şair ve edebiyat yazarının kendine sorduğu bu soruyu, hâlâ yayımlanmakta olan ‘Les Temps Modernes’ dergisinin ilk sayısı (1 Ekim 1945) için yazdığı ‘Sunu’ makalesinde Jean-Paul Sartre yanıtlamıştı. Arkadaşım İsmet Birkan’ın çevirdiği, Varlık dergisinin Aralık 1994 sayısında yayımlanan ‘Sunu’ yazısının küçük bir bölümünü ilginize sunuyorum:
“‘Yazarın elinde çağından kaçmak için hiçbir olanak bulunmadığına göre, kaçmaya kalkışacak yerde onu sımsıkı kucaklamasını istiyoruz; çağı onun tek şansıdır: ikisi de birbiri için yaratılmışlardır. Balzac’ın 48 günleri (23-26 Haziran 1848) karşısındaki kayıtsızlığına, Flaubert’in Komün olayı karşısındaki korkulu anlayışsızlığına, ‘yazık olmuş!’ diyoruz; ama onlar için yazık olmuş: Önlerine çok büyük bir fırsat çıkmış, ama onlar bunu bir daha yakalayamamak üzere kaçırmışlar. Biz ise çağımızın hiçbir şeyini kaçırmak istemiyoruz. Belki daha güzel çağlar vardır, ama bizimki budur; bu savaşın, belki de bu devrimin içinde, bu hayat verilmiştir bize, yaşanmak üzere. Sakın bundan, bir tür ‘halkçılık’ (Popülizm) havariliği yaptığımız sonucu çıkarılmasın; tam tersini savunuyoruz. Halkçılık, son gerçekçilerin yaşlılıklarında doğmuş zavallı, güçsüz çocuğudur ve bu haliyle o da bir ‘oyundan kaçma’ denemesidir. Biz ise, tam tersine, oyundan kaçılamayacağına inanıyoruz. Dilsiz olsak, taş parçaları gibi sessiz dursak bile, bu eylemsizliğimiz gene de bir eylem olurdu. Hayatını Hititler üzerine romanlar yazmakla geçiren bir adam, tutum almaktan böyle kaçınmasıyla, gene de bir tutum almış olurdu. Yazar çağının içinde, bir duruma yerleşmiş olarak yer alır: Her sözün yankıları vardır, elbette her sessizliğin de… Ben Flaubert ile Goncourtları, Komün’ün (1871) ardından gelen kanlı cezalandırma dalgasından sorumlu tutarım, çünkü bunun engellenmesi yönünde bir satır bile yazmamışlardır. Bu onların işi değildi, denecek. Calas davası (Haksız yere idam edilen Protestan) Voltaire’in işi miydi? Dreyfus’un mahkumiyeti Zola’nın işi miydi? Ya da Kongo’nun yönetimi Gide’in işi miydi? Bu yazarların her biri, yaşamının özel bir anında, kendi yazar sorumluluğunu, doğru olarak değerlendirmiştir. Alman işgali de bize kendi sorumluluğumuzu öğretti. Mademki yalnız varlığımızla, varoluşumuzla bile çağımız üzerine etkide bulunuyoruz, öyleyse bu etki bilerek ve isteyerek yapılacaktır diyoruz. Burada bir noktaya açıklık getirmek gerek: Bir yazarın, kendi gücü ve yeteneğinin elverdiği ölçüde, geleceği hazırlamak kaygısıyla hareket etmesi az rastlanır bir durum değildir. Fakat, belirsiz, bulanık, kavramsal bir gelecek var ki, tüm insanlığı ilgilendiriyor ve hakkında da fazla aydınlanmış sayılmayız: Tarihin sonu var mı? Güneş bir gün sönecek mi? 3000 yılında sosyalist rejimlerde insanın durumu nasıl olacak? gibi…’”
(Yukarıdaki metin, Özdemir İnce’nin, Cumhuriyet gazetesinin 19 Nisan 2019 tarihli sayısında yayımlanan yazısından alınmış, yazarın ve gazetenin hoşgörüsüne sığınılarak tarafımızdan yukarıdaki başlıkla aktarılmıştır.)