“…Gününü Yazmak …”
Selim İleri
(10.8.17 Yazısıdır.)
(Aşağıdaki alıntılar, Selim İleri’nin Ferhan Bayır’la yaptığı söyleşideki sözlerinden aktarılmıştır. Kaynak: Aydınlık Kitap, 30 Haziran 2017, Sayı.269. Gerek Sevgili Selim İleri’ye gerekse Ferhan Bayır’la Aydınlık Kitap’a gösterecekleri hoşgörü için teşekkür ediyoruz.)
“19.yüzyıl Rus edebiyatının bize çok yakın bir tarafı var. Daha derinlemesine hissedebiliyoruz. Doğu’ya doğru duyarlılık artar sözünün boşuna olduğunu zannetmiyorum.”
“Benim en büyük romancılarımdan birisi, en çok etkisi altında kaldığım, çok şey öğrendiğim bir yazar Virginia Woolf.” “…Dostoyevski… Belki Batı tarzında bir roman yazmıyor ama 20.yüzyıldaki Virginia Woolf’u hazırlıyor. Orada derme çatma gözüken mimaride aslında 20.yüzyılın romanını hazırlıyor. İnsanlar ilk defa iç dünyanın başka bir şey olduğunu, katmanlı bir yapı olduğunu, başka bir şekilde anlatılması gerektiğini Dostoyevski sayesinde kavrıyor. 20.yüzyıl Batı romanı baştan aşağı Dostoyevski’dir bence.”
“Ahmet Mithat Efendi’nin ‘Müşâhedat’ kitabına baktığınızda, belki döneminde okunmamış, bir baskı yapmış ve sonra 80-90 yıl hiçbir baskı yapmamış ama aslında adam muazzam bir modern edebiyatçı. Romanın içinde Ahmet Mithat Efendi olarak dolaşıyor kitap boyunca. Ya da mesela ‘Araba Sevdası’ (Recaizâde Mahmut Ekrem) ilk romanlarımızdan biri. Bilinç akışı daha dünyada yokken orada bu tekniği kullanmış, noktasız, virgülsüze kadar giderek. Romanın kahramanı Bihruz’un kafasından geçenleri yepyeni bir sentaks kullanarak yazmış. Onlara dönemin okuyucusu dikkat etmemiş. Romanımızda göze çarpmamış, haksızlığa uğramış, bugün hâlâ o haksızlığın devam ettiği kanaatindeyim. Mesela Oktay Rifat’ı büyük şair olarak biliyoruz, adam yaşlılık devrinde üç roman yazmış ama kimse üstünde durmamış. ‘Bir Kadının Penceresinden’ müthiş bir yapı, ‘Bay Lear’ anlatım tarzı olarak Türkçe romana büyük katkısı olan bir eser, ama kimse farkında değil. Böyle bir şey var. Bizim romanımızın geride bir roman olduğunu düşünmüyorum. Erhan Bener diye bir yazar yaşamış, şimdi bunu Everest basıyor yeniden, yine kimse farkında değil. Gençlik çağında yazdığı ilk romandan itibaren hep bir şey aramış, bilhassa psikolojik sorunlar açısından hem üsluba aksetsin hem de ele aldığı meselede bu yansısın diye çok uğraşmış. Dün Cemal Süreya’nın bir sözünü buldum, Erhan Bener’le ilgili ‘Erhan Bener’in romanı… En büyük haksızlık’ diye yazmış. Yani gören görmüş ama genel anlamda dikkat çekmemiş. Erhan Bener öldü gitti, kimse kitabını basmıyor, halbuki 5-6 tane romanı var… Bugün açıyorsunuz gazetelerde, dergilerde yapılan bütün ‘en iyi 100 roman’ listelerinde hep aynı isimler… Erhan Bener yok hiçbirinde.”
“Siz istediğiniz kadar uğraşın, sadece ben değil birçok insan Nahid Sırrı Örik için birçok insan yazı yazdı. Nahid Sırrı’nın hiçbir kitabının 5 bini aştığını zannetmiyorum. Çok acayip bir şey var artık, okur yönlendiriliyor, papağan gibi aynı şeyi okuyup tekrarlıyor.”
“Yani Tanpınar’ı yeni keşfediyor ama onu anlıyor mu? ‘Kürk Mantolu Madonna’yı anlıyor mu? Bir Sabahattin Ali gününe gittik, kızı Filiz Ali de vardı. Bir okur sordu, sizce ‘Kürk Mantolu Madonna’ niye okunuyor diye. Orada bir yanlışlık olduğunu zannediyorum, şarkıcı Madonna’nın hatıratı zannettikleri için alıyorlar dedim, sonra televizyonda bir bayan bunu ispatladı. Benim söylediğim şey hakikat oldu. (…) Sabahattin Ali’nin öykü kitaplarını da aynı şevkle alıyor mu insanlar? Gidiyor alıyor bir ‘Kürk Mantolu Madonna’yı ve Sabahattin Ali bitti.”
“Baştan itibaren eğitim sistemi açısından baktığımızda, yani okuma yazmayı öğrenmekle bir sanat eserini okuyabilmek ve okuduğunu tartışabilmek onu değerlendirmek aynı şey olmuyor. Okuma yazma oranı artmış olabilir ama baştan itibaren bakıldığında edebiyatın gerçek anlamıyla özümsendiğini düşünmüyorum. Buna belki son yıllarda pek çok şey sebebiyet vermiştir, yalnızca politik meseleler değil, yayıncılık anlayışı değişti, üslup anlayışı değişti. Okur denilen topluluğun beklentileri değişti. Kendi bildiğinden ötesine gitmek istemeyen bir okur kitlesi var. Onu bulup okuduğunda onun değerli olduğunu düşünüyor. Benim tek saptadığım bundan 30-40 sene önceki okurla veya edebiyat anlayışıyla bugün arasında ciddi bir fark olduğu. Bundan 30-40 sene önce bir roman yazıldı diyelim; yayıncılar üslubuna bakarlar, ince elenip sık dokunurdu, şimdi tam tersi, ince elenip sık dokunduğu vakit problemli görülüp basılmıyor, dolayısıyla en kolay olan basılıyor. Ve en kolayın alıcısı da oluyor, çok farklı bir noktaya gelindi.”
“Şöyle bir şey var sanıyorum; gününü yazmak sanıldığı kadar kolay bir şey değil. Bir olay bir süre sonra bambaşka bir nitelik kazanıyor. Uzun vadeli bir yoruma gitmek zor. (…) Bugünü anlayabilmek için zamanın geçmesi gerekiyor. Güncel yorumlar yapabilirsiniz, ama bu bir tür gazetecilik eylemidir. Roman altında ele alırsanız çok büyük yanılgılara da düşebilirsiniz.”
“Hemingway…” “Bize çok etki bırakmıştır ama benim tarzım öyküler değil. Ben mesela Katherine Mansfield’i, Sait Faik’i koydum. Ben çok diyalog sıklığı içerisinde yazılmış öyküleri pek sevmem, tahlilci öyküyü daha çok severim.”
“Tabii birçok kez okumuş olmama rağmen pek çok şey gene de eksik kalıyor. Yaşın getirdiği de bir şey var, hayatın size getirdikleriyle karşılaştırarak okuduğunuz vakit bambaşka bir şey görüyorsunuz.”