Kumbaracı50: Gençlerin Tiyatrodaki Türbin Sınavı…

13 Haziran 2016 tarihinde tiyatrodergisi.com.tr için yazılmıştır.


Altıdan Sonra Tiyatro, eski salonlarından Kumbaracı 50’ye uzanan süreçte neredeyse bütün oyunlarını ilgiyle, dikkatle izlediğim, izlemeyi sürdüreceğim bir topluluk. Sergiledikleri oyunlar üzerine azımsanmayacak yazı kaleme aldığımı söyleyebilirim ayrıca. Birkaç yıl önce Tiyatro… Tiyatro…’da yer alan bütünlüklü yazı da anımsanırsa topluluğa dönük hafifsenemeyecek bir dosyaya dönüştüğü ortada bunların.

Bunca yazı varlığının ardından yeni bir yazıyla topluluğa yönelmem doğal, çünkü üzerinde durmadığım üç oyunlarına daha yer açacağım ki, kimi değerlendirmeler yapmama kapı aralıyor bu, bir kez daha.

Altıdan Sonra Tiyatro, Yiğit Sertdemir adıyla özdeşleşmişlik sergiliyor aynı zamanda. Bu olgu, topluluğu tek boyutlu hale getirmiyor elbette, ne ki gerek kendisi gerekse topluluk karşılıklı basınç altında kalabilir türünden bir kaygı da taşımıyor değilim doğrusu. Çünkü böylesi yoğunlaşmanın yorgunluğa yol açması olası. Bu durumun, genç topluluktaki tiyatro türbinini ne yönde etkilediği gözlenebilir demek ki pekâlâ.

Yiğit Sertdemir, tıpkı sinemadaki gibi giderek yaratıcı tiyatro sanatçılığına doğru bir evrilme geçiriyor görebildiğimce. Yazarlıktan yönetmenliğe, oyunculuğa bu alanlarda tümünün hakkını vererek kendini ortaya koyması, giderek tiyatro yetkeliğinin de önünü açıyor. Okuduğum, seyrettiğim oyunlarında, sonra yaptığı reji çalışmalarında, ayrıca ayakları yere basan oyunculuğunda sergilediği başarının taraflara farklı elektrikler yüklemesi, bunun farklı basınçlara yol açması olasılığı gözden ırak tutulmamalı…

Yıllar içinde değişmeksizin kadroda gördüğüm emekçilerin varlığı, olayın bir grup hareketi olduğunu apaçık ortaya koyuyor. Ancak geçmişte olduğu gibi günümüzde de gruplar tam anlamıyla takım işleyişi sergilese bile sonradan sonraya bulaşıcı hale gelen bir sahne yorgunluğunun, akaduran enerjinin önünü kestiği de olmuyor değil yazık ki.

 Farklı Üç Oyunda Örtüşen Üç Aykırı Tutum…
“Altıdan Sonra Yapım” başlığıyla sunulan Ebru Nihan Celkan’ın yazıp Sumru Yavrucuk’un yöneterek oynadığı Aysa Organizasyon katkılı Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi (6 Üstü Oyun/1),  Mirza Metin’in yazıp Cem Uslu’nun yönettiği, Sermet Yeşil’in oynadığı Aç Köpekler  (6 Üstü Oyun/4), son olarak tanıtmalığında, “Herkes hikâyesini yazdı, anlatıyor işte” denilerek sunulan Yalınayak Müzikhol

İzlediğim, ancak üzerlerinde durma fırsatı bulamadığım bu üç çalışmanın, farklı üst başlıklarla sunulması karışıklığa yol açıyor kanımca. Bu çerçevede sanatın kendisi de yalınlaştırma değil midir zaten? Topluluklar, salon, grup, yapım başlıklarını ne diye ille karıştırma gereği duyar, anlamıyorum…

Yukarıdaki oyunların üçü de farklı imzalara ait, ancak bir metinde aranması gereken zorunluluk bağlarındaki gevşeklik nedeniyle tuhaf bir ortaklık sergiliyor bana göre. Nedir bu tuhaflık, sıralayayım:
1.Ebru Nihan Celkan’a sormak gerek: Baskıcı bir disiplinle, bunu simgeleyen asker üstle yani “erkek” babayla, onun uyguladığı şiddetle ergen “nahif” oğulun farklı cinsel yönelimi arasında kurulan bağı tek yönlü bir etkileşim biçiminde almanın olanağı var mı? İşin başında daha, metnin gereksindiği zorunluluk bağının, gerçektenlik duygusunun yıkılmasa da örselendiği görmezden gelinebilir mi böyle bir ilişkileniş temele alındığında?

2.Mirza Metin’e sormak gerek: Bir karakterin toplumsal baskıyı içselleştirmesi sonucunda yaşayacağı yarılmayla kişinin iç dünyasında kendisindeki dönüştürümle egemen hale gelip onu etkisine alan yarılma arasında özdeşlik kurulabilir mi, bu bir tutarsızlık getirmez mi metne? O zaman gerçektenlik duygusu gevşeyip sönmeye yüz tutmaz mı? Böyle olunca metinde görmemiz gereken zorunluluk bağı dağılmaz mı?

3.Altıdan Sonra Tiyatro topluluğuna sormak gerek: Kentsel dönüşüm nedeniyle yersiz yurtsuz kalmış bir müzikhol grubunun hüzünlü öyküsünü, okunur olmaktan seyredilir hale dönüştürmenin bir yolu olarak alırsak tiyatroyu,  oyunun, gereksindiği dramatik dolantıyı eksiksiz tamamladığı, bu anlamda tam bir doygunluğa ulaştığı söylenebilir mi?.. Sonuçta önümüze ancak parçalı bir bütünlük halinde getirilen oyun görece içli, hüzünlü öyküsüne karşın seyircide kalıcı tortu bırakmadan soluyorsa eğer, bunun, oyunun inandırıcılık temelini yitirmesinden kaynaklandığı ortada değil mi?

Büyük Oyunculuk…
Hegel’in tepetakla haldeki diyalektik kavrayışını Marx nasıl ayakları yere basar hale getiriyorsa yukarıda sözünü ettiğim üç oyun da, bunu işleyen oyuncularıyla öylesine uçup havalanıyor ki, kullanılan metin ilk ağızda neredeyse umursanmıyor bile.

Oyuncuların sıklıkla gösterdiği mucizenin örneğini bu kez Sumru Yavrucuk ile Sermet Yeşil sergiliyor. Çok büyük bir başarı göstererek metni aşıyor, abartmadan söyleyeyim, söz konusu oyunları adeta yeniden yaratıyorlar. Ancak eklemem gerek: Sumru Yavrucuk da Sermet Yeşil de oyuncularda sıklıkla gözlenen bir oyunculuk hastalığı olarak “kendini gösterme” nedeniyle böyle yapıyor değil, gerçektenliği yansıtma olanağı getirmeyen metni güçlendirip ona destek olmak için anlatıyı oyunculuklarıyla havalandırıyorlar.

Aynı şekilde Altıdan Sonra Tiyatro topluluğunun oyuncuları da yüksek katılımları, uyumlu oyunculuklarıyla oyunu izlenilir kılmayı başarıyor. Bu nedenle adlarını topluca yazma gereği duyuyorum: Ömer Erzurumlu, Aslı Can Kotran, Çiğdem Aygün, Candan Seda Balaban, Sinem Öcalır, Murat Kapu, Gülhan Kadim, Onur Sarıgül, Seda Yürük, Selen Şeşen…

Nitekim biz yukarıda andığım üç oyunu da izlerken, gösterim süresince metin, ağır ağır geri çekilirken oyuncuların üflediği büyü sahneye yayılıyor, gözlerimizi bağlayıp bizleri bambaşka evrenlere uçurmayı başarıyor…