LE – Gönül Çatalcalı

“LE” üzerine düşünce üretmek…      

Gönül Çatalcalı

  “…dışarıda nar, ayva, çıtlık, bir iki kokarağaç, bir de yavrum şaşkın mı şaşkın şeftali çığlık çığlığa, her tür eriğin arsızca yeri göğü örttüğü bahçede dipnot olarak…”

Avlu betimlemesi… S.119

Sadık Aslankara’nın son romanı Le, ilk okuduğumda farklı konusu, ilginç dili, esprili anlatımıyla öyle sürükledi ki beni, bazı satırların altını bile çizemeden hızla bitirdim kitabı. Müthiş güzel imgeler, göndermeler, tatlar kaldı damağımda ve aklımda, ama “Le nasıl bir roman?” deseler “Çok çarpıcı!” dışında vereceğim yanıt yoktu. İkinci kez ve daha farklı bir okuma yaptım. Çünkü üzerinde durulması, konuşulması, yazılması gereken bir kitap olduğunun ayırdındaydım. İşin bunları yazmaya gelince daha da zorlaşacağından emindim. Öyle kolay anlatılacak, değerlendirilecek bir kitapla karşı karşıya olmadığımı bildiğim halde bu zor işe soyundum.

Le klasik bir roman değil kuşkusuz.

Yer yer absürt unsurlar taşıyan modern, güncel, renkli anlatımından dolayı içinde az sayıda karakter olmasına karşın okurun sanki bolca karakter varmış hissine kapıldığı bir roman.

Büyük kent insanının abartılmış durum ve duygularını, insanların içe kapanma olgusunu, yaşadıkları politik ve zihinsel travmalar sonucu geliştirdikleri davranış biçimlerini bir roman bütünlüğü içinde irdeleyerek bugünün tanıklığını yapan ve üzerinde durulmaya değer bir kitap Le.

 

Yazar Gül, Le, Sin adlı üç bölümden oluşan kitabın son bölümünde kahramanını, dolayısıyla bizi Teke Yarımadası’ndaki dağlara gönderse de tam anlamıyla bir kent, üstüne üstlük bir İstanbul romanı.

İlk bölümde Cumhuriyet Gazetesinde köşe yazarı olan kahraman ile tanışıyoruz. (Kahramanın bir adı yok ama biz ona Le diyelim)

Le, bir bodrum katında yalnız yaşayan, dışarının kalabalığı karşısında ürkek, sosyal hayatı çok zayıf, kadınlarla ilişkisi yok denecek kadar az olan bir kişi. Sinema, oyun eleştirileri de yazıyor, bu konumundan dolayı bulunduğu, davet edildiği yerlerde kendini herkesten saklayacak kadar çekingen.

Huzuru evinde, yazarın deyişiyle “iş makinelerinin” arasında arayan, içe dönük bir insan.

Sıkıntıları, korkuları, bunalımları olan, “örgütsüz”, tek başına bir entelektüel.

Le, kitap boyunca süregiden bir merakla, ailesinin geçmişini tam olarak öğrenme, olayları ve kişileri zihnindeki olay ve kişilerle örtüştürerek yerine oturtma çabaları içinde olan bir kişi.

Eleştirel bir roman Le.

Kitaba başladıktan sonra neredeyse her tümcenin dünümüzü, bugünümüzü didiklediğinin farkına varmamız uzun sürmüyor.

“…kulağıma gelen sesler ortak şifrelerle yaşadığımızı gösteriyordu bana”

“,,,bir sınırın iki yakasında güvenli bölgeyle, saldırıların hücumların hüküm sürdüğü güvensiz bölge arasında şaşkınlıklara uğrayarak yaşamak…” gibi tümcelerle, daha ilk sayfadan başlayarak yaşadığımız ülkeyi şöyle bir gözden geçireceğimizi anlıyoruz.

“hem herkesin herkesleştiği hem de hiç kimselerin herkesleşmeyi kabul etmeyip ötekileştiği bir ahir zaman kentiydi burası” gibi tümceler Aslankara’nın günün temel kavramlarını sorgulayacağını imliyor.

Örneğin “ötekileşmek” kavramını.

Bu kavramı açmak için “kafes” imgesinden yararlanıyor yazar.

“kafes” burada bir kavram, aynı zamanda bir imge olarak kullanılıyor. Bu imge romanın başından sonuna dek sürdürülüyor.

“Kendimi içeri atıp sonra kilitleyip kafesime…” diye başlayan tümce kalabalık bir kentteki yalnızlaşmanın irdeleneceğinin ilk belirtileri.(12)

Kafes kuşatılmışlığı anlatıyor. Hem gerçek hem zihinsel hem de bedensel kafeslerimizi.

 

Hiç beklemediği bir anda sevgili oldukları aktris deli Aysel’le (yani Gülerguvan’la) İstanbul’da aynı sokakta karşılıklı apartmanlarda oturdukları halde birbirlerine bitmek tükenmek bilmeyen yollardan giderek yokuşlar çıkıp yokuşlar inerek köşelerden dönerek ulaşmaları da bir “zaman” sorgulamasına yönlendiriyor okuru. Aysel bunu polis ve izlenme korkusuyla yapıyor gibi görünse de Le’nin bu durumu çok geç anlaması, yazarın, günümüzdeki yaşamın kargaşasını ortaya koymak, uzaklık yakınlık kavramlarına dikkat çekmek istediğini düşündürüyor. Bu da kafes imgesinin bir oyunu sanki. Yaşamımızdaki kuşatılmışlıklar, kısır bir dairenin içinde dönüp duruşumuz ve bunun çok geç farkına varışımız –belki de hiç varamayacağımız- imleniyor kanımca.

Kısa süreli ama soluk kesici, fantezilerle dolu bir cinsellik yaşadığı -belki yaşamadığı- Aysel’in kişiliğinde Kürt – Alevi kimliği sorunu anımsatılıyor. Etnik ve dinsel ayrışmaya işaret ediliyor. Bu konu çok yoğunlaştırılmasa da entelektüel düzeyde önemsizliği vurgulanıyor.

Kitabın tüm bölümlerinde “erkeklik” sorgulaması var. Kendini erkekliği üzerinden tanımlayan “erk” sahiplerinin yer aldığı bir toplum oluşumuzun farklı bakış açılarıyla ifadesi de denebilir buna. Aysel’in seçici algılarıyla bulduğu bu görünmeyen adam yani Le, klasik erkek tanımlamalarının uzağında bir karakter olarak onun haklı övgüsünü kazanıyor.

 “Ötekiler, kalitelileri, erkek insan kabul, ama sen, evet sen, insan erkeksin.”S. 67

İlk bölümde kapalı kapılar ardında yaşayan Le, ikinci bölümde kapılarını açacaktır. Bunda belki sevgilisinin intiharının -ya da polisçe öldürülmesinin- ya da yoklara karışmasının etkisi vardır. Çünkü yitirecek bir şeyi kalmamıştır Le’nin. Çok değerli şeyleriniz, (buna can da dâhil) paranız varsa kilit üstüne kilit vurursunuz kapınıza, ama yoksa kapının açık olması önemli değildir.

Aysel Le’de bir değişim yaratmıştır bu anlamda.

Kitap çocukluk döneminin nasıl yaşandığının önemini de vurguluyor. Bu sık sık ortaya çıkan anne, baba imgeleriyle, çocuklukta yaşanan olaylara geri dönüşlerle veriliyor.

Baba imgesiyle Cumhuriyete göndermeler yapılıyor. Cumhuriyet konusu sık sık karşımıza çıktığı halde bu konularda çok fazla yoğunlaşılmıyor, ama ironik yaklaşımlarla aklımıza sorular düşürülüyor.

Örneğin,

“masanın yerini, düzenini korumak onu hep denge içinde tutmak cumhuriyeti koruyup kollamak gibi sorumluluk gerektiren bir işti.” S.111

Masayla Cumhuriyet reformları ile uygarlık ve modernlik arasında bağlar kuruyor yazar ve masa da “kafes” gibi kullanılan imgelerden biri.

Cumhuriyet ve meydanlar birbiriyle ilişkilendiriliyor.  Meydanların boşluk olmaktan cumhuriyetle, bayram kutlamalarıyla kurtulduğuna, anlamı işlevi olan yerlere dönüştüğüne dair düşünceleri var Le’nin.

Meydan ve boşluk konusu epeyce işlenmiş. Günümüzde meydanların yine değişime uğramasının altını çiziyor yazar, büyük kent insanının birörnek yaşamı, makineleşmiş davranış biçimleriyle meydanlarda bir o yana bir bu yana gidip gelirken boşlukta yaşayan bireylere dönüşümüne işaret ediyor. S 142 – 143 İlginç tezleriyle bizi, şimdiye dek üzerinde düşünmediğimiz  pek çok konuyu irdelemeye zorluyor kitap.

Üçüncü bölüm SİN’de, iki yakınını gözlerinin önünde yitiren Le’nin kendini sağaltmak için kentten uzaklaştığını görüyoruz.

İkinci bölümde kapısını açan Le bu bölümde yeniden kapatıyor onu karanlıklardan korkarak.

Baba imgesi gidilen yerin özelliğine göre değişiyor, artık baba avcıdır. Yine erkek ve baba otoritesi sorgulanıyor. S 162

Kadınların ezilmişliği, her koşulda, her konumda ve yaşta erkek karşısındaki ikinci sınıflığı irdeleniyor. S 170

İlk iki bölümde kente tutsak olan Le, burada da ormana tutsak oluyor.

“Ormandan dışarı adım atma sakın, yat sedir ağacını altına, sesini çıkarma. Bak kol geziyor görecek-sin…”

Büyük kentte yabancılaşma sorunu yaşayan Le, bu dağ başında da yazarın deyişiyle, “kendi karanlığının karanlığına, kendi korkusunun korkusuna” dönüşen karabasanlarıyla bir “yaban”dır. S. 154

Günlerce, haftalarca süren bir gezidir bu. Orman, bitki dokusu, hayvanlar… Oradaki insanlar arasında ailesinin bazı kişilerini bulduğu halde o yerlerden de kaçıyor, koşuyor, koşuyor koşuyor.

Artık sonuna gelmiştir, nerededir şimdi?

Kitabın ilk sayfasında girdiği kapının yani bodrum katındaki daire kapısının ardında olabileceğini düşündürüyor bana Le.

Tüm bunların onun zihin oyunları, ev denen kafesinin içinde düşledikleri olduğunu, yani bir yanılsama olduğunu düşünüyorum.

“Belki” diyorum, “belki bir sinema ve oyun eleştirmeni olan Le, üç bölümlük bir sahne oyunu tasarladı cumartesi yalnızlığında… ‘Düşaşkım’ dediği (S. 136) Aysel yani Gül, yani Güler, yani Gülerguvan bu senaryonun en ateşli, en renkli, en baskın karakteriydi belki!”

Olamaz mı?

Sonra da düşünüyorum, kafeslerimizi, korkularımızı gittiğimiz her yere taşıdığımızı. Onların aslında beynimizde kök saldığını ve zaten insanın doğasında var olan bu korkuların yaşanılan ortamla ilişkili olarak saplantı, hastalık haline geldiğini… Bizi kafeslerimizden çıkartacak Gülerguvanlara gereksinmemiz olduğunu…

Çok şey düşündürüyor Le, denebilir ki kitabı yeniden hatta birkaç kez yazıyorum zihnimde.

Bölümleri değiştiriyorum, Gül Sin Le/ Le Gül Sin/ Sin Le Gül… olarak.

Bunu yapıyorum ama aklımda düzenlediğim, yazdığım hiçbir metnin doğruluğundan emin değilim! 2006 – 2010 arasında, yani altı yılda olgunlaştırılmış, kendine farklı bir okur kitlesi yaratacak bu kitabı doğru okuyabildiğimden analizini doğru yaptığımdan da…

Ama emin olduğum bir şey var, Le’nin okuruna bu konuda büyük bir serbestlik tanıdığı… Bir tek bundan eminim… Farklı okumalara açık olduğunu, her okurun onu yeniden yazacağını, Aslankara’nın deyişiyle yeniden “alımlayacağını”, doğrusunun da bu olduğunu biliyorum. Kitabın sesini duyar gibiyim,

“Beni nasıl istersen öyle anla, nasıl okursan öyle oku; oku le, oku merak ile…”

Sonsöz:

Yazarın bu kitabı yazma sürecinde zorlanmış, ama o ölçüde eğlenmiş olduğunu düşünüyorum. Esprili anlatımıyla su gibi akıp gidiveren, ama zihinlerde karşılığını kolay bulamayan, bulduğunuzu sandığınız noktada önünüze yeni seçenekler çıkartan “zor” bir roman. Ben de onun ironik dilini, çözülmesi zor katmanlarını sevdim ve okurken hem zorlandım hem çok eğlendim.

Bu anlamda dönüp dönüp okuduğum birkaç tümceyi paylaşmak isterim;

 “ Annem geliyordu apansız usuma; biz Viking kırması Vandal beş erkek, makinelerin arasında Hitler çalımı atarken sağa sola, onun bizim bütün fişlerimizin takılı olduğu priz halinde çalışması, bunu kahırlı bir yazgı halinde boynuna üvendire biçiminde asması…”

“Sinema büyüsüne hiç miyavlamadan, açık kapıdan dalarak, yalnız kuyruğunu bayraklaştırıp dalgalandırarak ‘ben geldiiiim’ deyip pat koltuğa gömülerek işte böyle girdi Perihan.”

“Aslında bu adamın oğluyum ben. Sen galiba benim babamsınız.”

Her şeyin, en başta edebiyat verimlerinin hızla tüketildiği günümüzde umarım Le biraz, hatta fazlaca didiklenme olanağı bulur. Ne kadar irdelenirse o kadar çoğalacaktır çünkü.

Sadık Aslankara,   Le, Roman, Can Yayınları,      1. Basım, Haziran 2010