LE – Seviye Merih

‘GÜL’MEK  ile ‘SİN’MEK  ARASINDA

Seviye Merih

Le, yakın geçmişi günümüze bağlayan bir köprü.

Tüm serim-düğüm-çözümü, bir sözcük oyununu anıştıran bölüm başlıklarında saklı,  çağdaş ve güçlü bir öyküsü olan bir kuramsal yazı.

Yalnızlık zırhına sıkı sıkıya bürünmüş, entelektüel kimliğinin ardında koskoca bir yitiklik duyusu hakim, yolunu çoğu kendi iç sesine uyarak bulmaya çalışan anlatıcı – ki roman boyunca adını öğrenemiyoruz – bir sinema yazarı. Le, işte onun gülmek ile sinmek arası gelgitlerinin, ipekböceğinin kozasını örme sabrına taş çıkartırcasına ince ince işlendiği bir roman. Bu sabrın içinde nelere tanık oluyoruz? Kadın-erkek bütünleş(eme)mesi, etnik köken-mezhep açmazı, alt kimlik-üst kimlik sorgulamaları, toplumsal aymazlık ve ille farkındalıklar ve bu farkındalıkların yarattığı (h)iç hesaplaşmalar, hep’ler, hiç’ler…

“Ülkesinin yitik insanı”, gerek sorgulayageldiği kendi aile yapısı gerekse toplumsal değerlerle öylesine bir kıskaçta ki içine çekildiği “kafes” onu boğdukça boğuyor… Bir nebze olsun hayata gülebilmek, Gülerguvan’la – Gül, Güler, Deli Aysel, nasıl adlandırırsanız artık, ya da bir tansık diyelim, yazara uyup – hiç beklemediği bir anda çıkageliyor. Gülerguvan, onun için gerçek bir erkek yerine konmanın, varoluş sancısını azaltmanın, açmazlarının üstesinden gelebilmesinin, kafesinin kapısından dışarı korkusuzca adım atabilmesinin yani bir anlamda artık “gül”ebilmenin eş anlamı! Adındaki apaçık vurguyla da, satır altlarında gizlice açılımlandırılanla da…

 

Yalnızlaş(tırıl)ma Süreci

 

Roman, daha ilk satırında belirliyor anlatıcının nasıl bir ana izlekle kuşatılmış olduğunu: Yalnızlık ve kapalı kapılar ardına sinmişlik!

“ Kapıyı kapatırken elimdeki torbaları fırlatırcasına bir anda yere serip saçarak önce anahtarı çevirmiş, ardından güvenlik kilidini döndürüp zinciri geçirmiş, sırtımı, berkittiğim kapıya verip derin bir soluk koyuvermiştim.” (s.11)

         Kentin korkunç kalabalığında her bireyin giderek kendi kabuğuna çekilip dış dünyayı oradan izler duruma gelmesini bir çırpıda özetliyor açılış tümcesi… Yazar, bunun hemen ardından, anlatıcının yukarıdaki satırlarda sıradan görünen eylemleri yaparken tek olmadığını, kulağına gelen diğer kapıların kilit ve benzeri seslerini de ekleyerek sağlamlaştırıyor toplumda giderek belirginleşen bir güvensizlik ve sinmişlik duygusunun hakimiyeti savını:

“ 2 numara da, 3 de, 4 de böyle yapıyordu, kulağıma gelen sesler , ortak şifrelerle yaşadığımızı gösteriyordu bana.” (s.11)

“Yalnız yaşamak, yalnız olmak, yalnız kalmak, yalnızlaşmak, yalnızlaştırılmak, yalnızsızlaşmak…(s.11)” derken; zorunlu ya da bilinçli seçimimiz bile olsa, aslında kanıksadığımız “ortak şifrelerle yaşamak” olgusu da tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliveriyor. Daha başta. En.

“Yalnızlaştıkça korkuyor insan, korktukça içine çekiliyor, içine çekildikçe de güvenin yitiriyordu. Bunu yok etmenin tek yolu çoğalmak, çoğalmaktı…” (s.57)

M.Sadık Aslankara, eleştirmenliğinde sıkça değindiği, kitap ve yazılarında ise hassasiyetle sergilediği azımsanmayacak bir dil işçiliğiyle destekliyor bu hüzünbaz olguyu.

“bir çıtsızlık anı” (s.12), “cumartesi yalnızlığı- pazartesi herkesliği” (s.14), “gülmekle ağlamak arası bir asılı kalmışlık” (s.43), “duygu aldanısı” (s.43), “siz’le sen’in kıskacı” (s.105), “bir bilmecenin başucuna çökmüşlük” (s.109), “külçepelte” (s.127) bunlardan birkaçı yalnızca.

Bir tek yitmişlik ve yalnızlıkla ilişkilendirilmemiş elbette ustaca sözcük kullanımı yazarın. Bir dilin olanakları ölçüsünde neler yaratılabileceğini gösterenler içinde başkaca seçebildiklerimden örnekler mi? Öyle çok ki…

“karton bir kahkaha” (s.21), “düşlemci parmak oyunları” (S.22), “hayatın içine çakmak, sonsuzca sobelemek” (s.23), makas tutmalığını yönlemek, bağdaşlı bacakların arasına dizüstü yerleşmek” (s.25), “deniz tabağındaki yansımaların cicoz gibi şıkırdayıp göz alması” (s.33), “günsayar” (s.37), “ıpıltılı çağıltı” (s.49), “sevindirik yürek” (s.57), “klor kokuları salan gündelikçi kadınlar” (s.98), “deveboynu komşuluğu” (s.99), “güzelim dökümleriyle yanar döner kılınmış bir saç” (s.100), “gökleri çarşaflamak” (s.172), “bağdaşlayıp oturmak” (s.183) ve benzeri nitelemelerin, okurda dönüp bir daha bir daha okuma isteği uyandırdığı söylenemez mi? Pekala söylenir!

 

Erkek – insan / İnsan – erkek

 

Le, çağdaş öykülü bir kurmaca demiştim.

Bu çağdaşlık, kentli erkek kahramanın değişkeleri üzerinde ne denli olumlu ya da olumsuz etkiye sahip? Roman, anlatıcının hayatına Gülerguvan’ın girişi ve bir o kadar da iz bırakan çıkışıyla – öl(dürül)üşü – , tüm bu değişkeleri alt üst etmeyi başarıyor. Entelektüel ancak bütünüyle mutsuz, her gittiği yere kendi mutsuzluğunu sürükleyen, “kafes”i dışında huzurlu olamayan, getirebileceği kırılganlıklardan ötürü aşka ve cinselliğe kendini kapamış, adeta sinmiş biriyken toplumu kendi aile yapısından başlayarak sorgulayan, siyaseti, kimliği, inanışı didikleyen bir ete, ruha, kimliğe bürünüyor. Ve ille de cinselliği…Hemcinsleri önce ‘erkek’ sonra insanken, o karşısına çıkan kadın için önce ‘insan’ sonra erkek olmayı beceriveriyor farkında olmaksızın. Kadın karakter ilk kez cinselliğin dışında bir erkek kimliğinden hoşnut çünkü o, diğerleri gibi onu örselemiyor, incitmiyor. Aşkını cinsellik dışı yaşıyor. İşte bu noktada kadın ile erkeğin önceliklerine de göndermeler yapıyor yazar.

İlk bölümün kadın karakteri Gülerguvan;

“Utanma utanma. Herkes, kendi gibidir, boş ver…” (s.66) derken erkek kahramanın kendinin bile fark etmediği bu erki tanımasını sağlıyor.

“ Ötekiler, üstelik kalitelileri erkek insan kabul, ama sen, evet sen, sen: insan erkeksin!” (s.67) diyerek tezini ustaca belirginleştirip altını çiziveriyor. Bu birleşimden de romanın asıl çizgisi beliriyor. Anlatıcı artık bir ‘insan erkek’ modeli olarak tüm algıları alt üst vaziyette, sorgulamalarına, iç hesaplaşmalarına başlıyor. Kendini içine hapsettiği “kafes”in – ilerleyen bölümlerde bu güçlü imgeyi Hava Nene’nin ‘can kafesi’ diye adlandıracağını da görüyoruz – kapıları aralanıyor, özgürleşme süreci filizleniyor; bir çeşit başkaldırı bu…Kitabın ikinci bölümü olan Le’deki Perihan’la –Denizanası, Peri, kediperi- fark ediyoruz Gülerguvan’la başlayan değişimi en çok.

“Ev sineması açık, kapı pencere ev açık, mutfağım, sofram açık, yatak odam açık, yatağım? Kapalı kentin, kapalı sokağın, kapalı ülkenin, kapalı devletin, kapalı Türk’ün, kapalı Kürt’ün, kapalı Alevi’nin, kapalı Sünni’nin, kapalı erkeğin dünyasıyla kararmış gökyüzünde her an üzerine çullanılabilecek eğreti mi eğreti bir tutam aydınlık, o kadar…” (s.120)

“Perihan’ı işte böyle tanıdım, camın ardında, o iri kadının kız çocuk gibi ce yaparcasına apansız karşıma çıkmasından çok sonra, açıldığımda, açıklaştığımda…” (s.120)

“Sonradan onu tanımanın, aslında onun beni tanımasını sağlamak anlamına geldiğini kavradım sıkı sıkıya.” (s.120)

Aynı bölümde Perihan’la Serpil’in tanışmalarına tanıklık ediyoruz. Anlatıcının belki de kadınları böylesine önemsemesi ve korumaya çalışmasının çıkış noktası iki kadından biri olan kız kardeş Serpil’le – diğeri baskıcı baba güdümünde erimiş annesi – roman farklı bir boyuta evriliriyor.

“Kadınlar sınıra vardı mı en uç noktaya geldiklerini gördüklerinde nöbette asker benzeri bakıyorlar birbirlerine, tek fark hırlamayışları…Bu arada nasıl nazikler, nasıl da gizlemeye çalışıyorlar yılan ıslıklarını, elbette pençelerini de.” (s.132) diyerek bir erkeği farklı nedenlerle sahiplenmeye çalışan iki kadını yine ustalıkla sergiliyor yazar.

Öte yandan anlatıcının kendi iç sorgusunu devam ettirdiğinin, bir başka çıkış yolu aradığının, belki de ürkütücü kent karmaşasından kaçmaya çalıştığının sinyallerini bu noktada alıyoruz.

“Bir büyünün içinde mi yüzüyorum yoksa ben? Kadınlar, el birliği yapmıştı da kardıkları büyüye mi çekmişlerdi beni sinek gibi üşüştürerek üzerlerine? Gülerguvan’la Perihan bu büyünün oyuncuları mıydı? Olup bitenleri adım adım gözden geçirip üzerinde düşünmek zorundaydım.” (s.135)

“O zaman gördüm, kent boşluğa açılıyordu, boşlukta yer aldığınızda kentli oluyordunuz, bunun dışına çıktığınızda boşluğa düşüyordunuz.” (s.143)

 

“Bütün kadınlar düşürülüyor…”

 

Üçüncü bölüm Sin’e dek bir çıkış arayan, sorgulardan bunalmış, tansıklarla boğuşmaktan yorgun, tam kendini bulmuş sanırken yeniden yitirmekten korkanların gelgitleriyle yüzleşmesini, toplumda kadın-erkek konumlandırılmasını, kentli kimliğiyle alt kimliklerinin çekişmesini içselleştiriyoruz. “Gül”ebilmek ile “sin”dirilmişlik arası bocalıyoruz anlatıcıyla bir. Ta ki anlatıcı kendini Akdeniz Teke Yarımadası’nın kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ köyünde bulana kadar.

Bu köyde herkes, Suna, Huma, Nazlı Gelin, ama en çok da Hava Nene, daha öncekilerin aksine, bir yönetmenin elindeki film karesindekiler kadar tutkusuz, saf…Ne kendilerini üzecek detaylar var basit yaşantılarında, ne de birbirleriyle alıp veremedikleri… Anlatıcı da onlara uyuyor kısa zamanda.

“ Sabahların birbirine benzeyeceğini, yaşamın sabahtan akşama yoğunlaşıp akşamdan sabaha yeğinleşeceğini çok geçmeden öğreniyorum. Dünya farklı bir ivmeyle dönüyor sanki burada, hiçbir dönüş yeğnik değil bir bakıyorum çabucak akıveriyor gün, özellikle siyah lastikleri ayağıma geçirip de kayaları tırmandığımda, ormanların arasında gizli yollar yarattığımda kendime, sonra dönüyorum konağıma, masama bırakılmış sinimin başına geçiyorum, birden debisi düşüyor zamanın, durakoyuyor zaman işte o an, orta yerde…” (s.171)

Ancak erk egemen toplumun kıskacı bir kez daha çıkıyor ortaya, Harun’la gösteriyor yüzünü, üstelik bu beklentileri son derece düşük olan toplulukta bile.

“Karanlıkları çoğaltan benim, korkularımı da.” (s.154) savıyla ortaya çıkan anlatıcı bu köyde bir sağaltım sürecindeyken, “karanlıkları yönetenler” Harun kimliğiyle vuruyorlar son darbeyi. Kaçıp kurtulmayı istediği, düşlediği tüm olgular, bu karanlık güçlerce üzerine birer yafta gibi yapıştırılıveriyor adeta; ‘kaçamazsın, aslında sen de öyle-sin’ vurgusu öylesine belirgin ki…

“Ülkemin yitik insanıyım, avım ben, toplumun hiç’i. Öyle değil misin, nesin sen?”(s.193)

“Le’sin sen, ‘le’sin. Gül’süz le, gülle olsan ne değişecek?” (s.193)

“Ya ötekiler? Sin, sin, sin… Hep ölüm!” (s.193)

“Bütün erkekler birbirinden el alıp el vererek, sinerek, sindirerek, sinleşerek… Geliyorlar!” (s.193)

 

“Bin acıya kiracı” olmak

 

Adıyla dikkat çeken bu ayrıksı roman, sözcüklerin farklı kullanımlarıyla da zengin.

Türkçe’mizde ile bağlacının bitişik yazımıdır “le”.

Romana adını veren bu sözcük, insanoğlunun birincil hakkı olan yaşamsal huzur simgesi “gül”me dürtüsü ile kurallarca sınırları keskinleştirilmiş ve insanın iç doğasından yansıyan şiddetle uçları sivriltilmiş bir “sin”dirilmişlik, yit(iril)mişlik olgularını bağlar bir izlenimde. Gel“LE”  git, hep“LE” hiç…

“Le” yerel ağızda kullanılan, farklı söylenişlerine – len, lan, ulan…-sıkça rastladığımız bir hitap aynı zamanda. Sıradanlaştırma, bir nevi aşağılama sözü. Roman boyunca bu kimlikten kurtulma çabasındaki anlatıcının istemsizce üstlendiği bir rol.

“Yoksa o kapının arkasında mıyım hâlâ, soluk soluğa, kilitleyip de kendini, kendinin kafesinde tüneyen, öyle… bin acıya kiracı…” (s.193) derken bu kurmaca bitse de, anlatıcının neden “le” olmaktan kurtulamayışının sorgusu hiç bitmeyecek gibi görünüyor, yanılıyor muyum?

M.Sadık Aslankara’nın Selim İleri, Ömer Lütfi Akad, Özdemir Nutku, Nuri İyem, Duran Karaca gibi tanıdık bildik isimler ve İstanbul Kalıpçılar Yokuşu, Maşuklar, İzmir Fuarı, Teke Yarımadası, Gökbel, Korkuteli, Antalya benzeri gerçek yer adlarıyla kurduğu örgü, bu çağdaş romanla ilgili gerçeklik duygumuzu nasıl da perçinliyor…

Ve sanırım az önce yukarıda verdiğim romanın son tümcelerindekine eş bir soru çakılı kalıyor işte o zaman akıllarda:

Bin acıya daha ne kadar kiracı kalacağız?

————————————————————————————-

Seviye Merih /  Mart 2011 – Bandırma