YAZINDA BARTLEBYLİK…
M.Sadık Aslankara
(8.7.2021 YAZISIDIR.)
Yazınsal açıdan kendinizi “halk yazarı” olarak konumlandırabileceğiniz gibi buna sırt da dönebilirsiniz elbette, çünkü bu, sizin kendinizi nerede konumlandıracağınıza bağlı değişiklik gösterecektir hiç kuşkusuz.
“Halk romancılığı” söyleminden kalkıp nerelere uğradık; bu arada hangi eşiklerde nelere baktık, nelerin üzerinde durup nerelerde neyi tartıştık, bunun yetmezliği ortada, ama ufuk genişliği de yol almakta önemli katkı sağlıyor. Bu nedenle yazıyı tamamlarken bartlebylik konusuna neden değinmek gereği duydum, birkaç satırla buna da yer açmalıyım.
Bundan önce “Bartlebylik” üzerinde durmalıyım ilkin. Bunu, “Oblomovluk”, “Murtazalık” vb. özelleştirilmiş bir terim olarak alırsak, bu bizi nerelere doğru uçurabilir, gelin birlikte göz atalım.
Olguyla içlidışlı olabilmek için “bartlebylik” konusuna bir açılım getirmeliyim. Bu nedenle Enrique Vila-Matas’ın Bartleby ve Şürekâsı (Çev.: Filiz Öztürk, Can, 2021) romanından genişçe bir alıntı aktaracağım:
“Bartleby’leri hepimiz tanırız, derin bir dünya inkârında yaşayan insanlardır. İsimlerini Kâtip Bartleby’den alırlar. Herman Melville’in bir kitabının kahramanı Kâtip Bartleby asla bir şey okurken görülmemiştir, hatta gazete bile okumamıştır; uzun süreler boyunca bir paravanın arkasında bulunan solgun pencereden Wall Street’teki bir tuğla duvara bakarak ayakta durur; hiç bira içmez, çay bile içmez; hiçbir yere gitmez, aslında ofiste yaşar, Pazar günlerini bile ofiste geçirir; kesinlikle kim olduğunu söylemez, nereden geldiğini, bu dünyada akrabalarının olup olmadığını anlatmaz, nerede doğduğu sorulduğunda ya da kendisi hakkında bir şeyler anlatması istendiğinde veya bir iş yapması beklendiğinde her zaman şöyle cevap verir:
‘Yapmamayı tercih ederim.’
Bir süredir edebiyatta bartleby belirtilerinin geniş çeşitliliğini takip ediyorum, uzun zamandır bu hastalığı çalışıyorum, çağdaş sözcüklerdeki bu kötü yerel hastalığı, bu olumsuz dürtüyü ya da bazı yaratıcılarda, hatta çok talepkâr bir edebî vicdana sahip olsalar bile, (belki de sadece bu yüzdendir) bir daha asla yazamaz hale getiren bu hiçliğin çekiciliğini ya da bir veya iki kitap yazdıktan sonra yazıya veda etmelerini; gelişmede olan bir eseri sorunsuz yürüttükten sonra bir gün öylece kalakalmalarını, kelimenin tam anlamıyla sonsuza dek felçli gibi kalmalarını inceliyorum.
Bartleby ve şürekâsının ‘Hayır’ edebiyatını takip etme fikri (böylece) doğdu.” (13, 14)
Sürdürülebilecekken artık sürdürülemez hale gelen edebiyat da ‘Hayır!’ denilen bu noktada başlayacaktır işte. Nihilizmin uç verdiği, sanatsal oyuna katılmak yerine buna katılmamanın yeğlendiği bir süreçtir öyleyse yaşanan.
Nasıl bir “Hayır!” edebiyatıdır peki bu?
Her yazar, kendi “hiç”i temelinde bir “Hayır!” edebiyatı çıkarabilir, bunu kendi hayatının ta özünde gördüğü distopyasına dayayabilir örneğin, böylelikle sürdürülebilecek bir edebiyata karşı bunun sürdürülemezliğini savunabilir pekâlâ paradoksal çıkarım halinde.
Çünkü edebiyat için bile olsa böyle bir edebiyat üretimi için yola çıkılamaz aslında, özgün bir yaratıya yer açılamaz. Öyleyse gerçekleştirilebilir, mümkün görünen bir edebiyat için yola çıkıp dağılıp kalmaktansa böyle bir yola hiç girilmemesinin, bunun yapılmamasının yeğlenmesi daha doğru olacaktır.
Tahsin Yücel, gerek Peygamberin Son Beş Günü (1992), gerekse Sonuncu (2010) adlı romanlarında farklı açılardan verimleyen-verimlenen arasındaki ilişkiye odaklanır, bu süreç, özgün bir yaratma alanı niteliğine sahip olması nedeniyle yazarı da unutulmaz kılar, hatta onu zaman aşırı bir konuma da taşıyabilir görece.
Bu durumda halk romancısıyla halk öykücüsünün, en geneldeki ifadeyle halk yazarının “Hayır!” demek gibi bir tutumu, böylesi paradoksa tahammülü asla olamaz. Çünkü o zaten halk romancılığı yolunda ilerlemek üzere kendisini âdeta programlamıştır. Yazmamak ya da “Hayır!” demek, onun için lükstür, temel yaklaşımları bakımından büyük çelişkidir.
O halde denebilir ki halk yazarları için bartlebylik, yaşamın kendisine, akışına aykırıdır.
İşte bir büyük kırılma noktası daha, çünkü bartlebylik, doğrudan bireyin iç dünyasını yansıttığı için ciddi, sıkı bir sorgulama getirmiyor değil. Öyle ya, “Hayır!” demek bile protest biçemle somut bir karşı duruş sergiliyor. Adalet Ağaoğlu’nun Hayır… (1987) adlı romanı, yapıtın içeriğinden adına geçen başlığıyla bu tür bir söylemin açık bir dile getirişi olarak irdelenebilir.
Sonuçta edebiyatın halk romancılığı ya da halk öykücülüğü kalıbıyla uyumlu, onunla örtüşen tutumla yapılması gerekmez ille.
Bir yapıt eğer doğmuşsa, varsa, artık o, hep var demektir, biz onu okusak da okumasak da.