Müge Cücü Söyleşisi

Sadık Aslankara ile Söyleşi
Müge Cücü

Yazar, tiyatrocu, belgesel sinemacı…

Bu çok yönlü sanatçımızla çok güzel bir söyleşi yaptık ama daha önce kendisini biraz tanıtmak isterim size;

İmzalı ilk yazısı Cumhuriyet’te ‘tartışma’ bölümünde (1965) ilk öyküsü yerel Pamukkale gazetesinde (“Beyaz Atkılı Kadın”, 1965) yayınlandı. Tiyatroya ilk profesyonel adımını 1968‘de Halk Oyuncuları Sahnesinde attı. 1982’de Denizli Tiyatrosunu kurdu. 30’u aşkın oyun yönetti ve bazılarında rol aldı. 1994 den itibaren belgesel yönetmenliğine başladı. Bugüne kadar 50 kadar belgeselin yönetmenliğini yaptı… Pek çok dergide çok sayıda yazı yayımladı. Son on yıldan bu yana her hafta  Cumhuriyet Kitap’ta, her ay Tiyatro Tiyatro dergisinde yazıyor.

Yayınlanmış kitapları: Öykü: Uykusu Sakız, Cicoz; Roman:  Bin Yüz Bir Giz, Selgesus’ta Buse, Sığınak, Le; Oyun: Kevser’di, Toplu Oyunlar 1 (Kevser’di, Ev-Ses, Hayal Ustası), Kırk Yaş Düşleri.

M.C : Birçok dalda çalışmalarınız var ama ilk olarak yazı ile başladığınızı biliyoruz. Sizi yazmaya teşvik eden neydi?

S.A: Herhalde bir koltuk değneği arayışındaydım. Yazarak, tiyatro yaparak yaşamımı anlamlı kılmak istedim. Bunu yapınca da üretmenin mutluluğunu yaşadım. Ama sonra sonra bir konuda mükemmelleşmek için cehennem yolculuğuna çıkmam gerektiğini anladım. “Cehennem” kelimesi olumsuz anlaşılmasın. Sanat cennetine ulaşmak için üzeri közlerle kaplı uzun, ince yoldan gitmek gerekiyor. Âşık Veysel in dediği gibi… Bir gün yaşam ayracımın kapanması durumunda arkamda güzel eserler bırakabilmeyi ummak bile benim için mutluluk kaynağı ve bu duygu huzur veriyor bana.

M.C: Yazıyorsunuz, tiyatro ile ilgileniyorsunuz, belgesel sinemacısınız; ben size aralarından seçim yapın dersem en çok hangisinden keyif aldığınızı söylersiniz?

S.A: Bu üç alanda da üretimde bulunmak bana bir tanrı lütfu gibi geliyor. Bu nimetlerin birini öne çekip diğerlerini geride tutarsam Tanrıya isyan etmişim, bir günahkârmışım gibi hissederim o zaman kendimi. Kaldı ki bu alanların her biri, beni tamamlayıp bütünlüyor. İçlerinden birini öne çekmem mümkün mü? Benim için bir kuru soğanın tek dilimi de çok önemli, bir somun ekmek de, bir balık da çok değerli, yani hepsi aynı değeri taşıyor. Ama bunlar ayrı ayrı besleyiciliklere sahip. Bunlardan beslenmenin değerini çok iyi kavramak gerekiyor işin başında. Ben, sözünü ettiğiniz bu alanlara çok şey borçluyum bu alanlar beni ben yaptı, şimdi nasıl ayrım yaparım aralarında? Umarım bu alanlar da benimle ilgili pişmanlık içinde değildir, benden hoşnuttur.

M.C: Türk edebiyatının dünyadaki yeri nedir sizce?

S.A: Türk edebiyatının en yeni türleri roman, yazılı tiyatro; sonra eleştiri ve deneme edebiyatı da genç. Ama şiir edebiyatı Türkçede doruk oluşturuyor. Öykü keza öyle. Neden öyle?  Öykü derken modern öyküyü demiyorum yalnız, sözlü anlatılarla günümüze kadar gelen öykülerden bahsediyorum. Dede Korkut’a kadar giden,  hatta “nağıl” dediğimiz anlatıcı ninelerle biçimlenmiş anlatılara uzanan örnekleri de bunun içine katıyorum ben. Bu anlamda gerek Türk şiiri gerekse Türk öyküsü dünyanın sayılı şiir ve öyküsü içinde anılmak zorunda bana göre.

M.C: Son zamanlarda edebiyattaki gelişmeleri nasıl buluyorsunuz?

S.A: Türkiye’deki sanat türleri iki köklü değişim yaşadı. Birincisi 1950’lerde yaşandı. İkincisi 1980’lerde yaşandı. 1950’lerde tek parti iktidardaydı, yani yoğun baskı, bunun karşısında ise kapanma vardı. Ancak insanlar sanat türlerini dönüştürmeyi bildiler, bunun güzel örneklerini verdiler.. Öyküden tiyatroya şiirden romana her alanda büyük değişim yarattılar. Hatta sinemada, resimde, müzikte de gözledik bunu. Ayrıca tiyatro edebiyatı dışında sahnede de yarattılar bu dönüşümü. Sanatın kendisi üzerine dönerek bu yönde derinleştiler. 1980’e geldiğimizde yine kendine döndü edebiyatçılarımız, faşist bir dönemdi. Ne var ki 12 Eylül Türkçeyi parçaladı. Türkçemizi yıktı sözün kısası. Yani edebiyatın üzerine oturacağı ana temel olan dili yerinden oynattılar. Bu nedenle edebiyat kendi içine döndü; soyutlayım, dönüştürüm yapılmadan bireysel iç dökme dönemi başladı. Edebiyatçı da kendisini anlatmaya başladı, anlaşılamadığı bu dünyada kendisini anlatmak, kendine bir yer bulabilmek için çabaladı durdu. Dolayısıyla edebiyat bir açıdan geri gitmeye başladı. Oysa 1950’de edebiyatçılar ileriye dönüktü. 1980 edebiyatçıları ise kendilerine kuyu kazıp kendilerini orada sakladılar. Bu nedenle yeni kuşak edebiyatçıların bir kısmı bundan etkilenip ölü bir edebiyatın etkilerini taşıyorlar şu anda. Ama yine çok önemli bir kesim var genç kuşak içerisinde, Bunun bilincinde olarak 1950 kuşağının da üzerine çıkarak daha ileri adımlar atıyor. İşte bu kuşak Türk edebiyatının önünü açacak bana göre.

M.C: Yeni kuşak edebiyatçılara ne önerirsiniz?

S.A: Genç kuşağın edebiyatı bir bütün olarak kucaklamaları gerektiğini düşünüyorum. Çoğulluktan beslenmelerini öneriyorum kendilerine. Dereotunu da tanısınlar yani tadını bilsinler, kokusunu bilsinler. Tere diye bir ot var onu da bilsinler. Her şeye, her alana, türe eşit ilgide olsunlar; kendi otlarını kendi kokularını kendi tatlarını oluştursunlar… Tarzlarını, biçemlerini böyle koysunlar ortaya ve bunu güçlendirip biçimlendirsinler. Edebiyatta sağlıklı bir konum, ancak böyle yerli yerine oturur, bu yolla kazanılır çünkü… Unutmamalı; insan, kendisi olmadan ne edebiyat yapabilir, ne de sanat!