Münevver Oğan; Genel-Geniş Söyleşi

M. SADIK ASLANKARA İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi: Münevver Oğan

            Yaşamöyküsü Üstüne

¦ Özgeçmişinizde ‘yazar, tiyatrocu, belgesel sinemacı yazıyor. Sayın Aslankara, kendi dilinizden sizi tanıyabilir miyiz?

¦ Hangi özgeçmiş, kimi ne kadar tanıtabilir ki? Sözgelimi “özgeçmişinde yazar, tiyatrocu, belgesel sinemacı yazıyor” diye gerçekten öyle biri miyim ben? Sonra yazın çevresini ne ölçüde ilgilendirir tiyatroculuğum, belgesel sinemacılığım? Böyle bir yaklaşım öteki alanlar için de dile getirilebilir elbette.

Burada bu özgeçmişin benim için önemi şurada: Ben bütün ürünlerimde, bu alanların katkısını arkama alarak çalışıyorum… Bilmem ki demeye hakkım var mı ama yazılarımın çoksesli bir yapı yansıttığı kanısındayım ben, salt bu nedenle… Daha doğrusu üretimde bulunduğum her alana, öteki alanlardaki enerjimi de ekliyorum, ben böyle düşünüyorum ya yargıyı başkaları verecek yine de.

Bana göre ben neyim, kimim? Ta çocukluğundan bu yana yalnızlığı kendisine meslek edinmiş biriyim, ilkin bunu belirteyim… Ancak yalnız olmakla birlikte kalabalıkla da barışık insanım, yoksa üretimin topluca yapıldığı tiyatroda, belgesel sinemada on yıllar boyu süregelen çalışmalarımda tökezlerdim herhalde… Bu, hiç kuşku yok kendimle barışıklığımdan da kaynaklanıyor… Evet, ben kendisiyle barışık olduğunu düşünen bir adamım; bütün sanatlara ya da her türlü etkinliğe iştahlıyım. İştahlıyım ya, obur değilim… Sanatta elbette seçiciyim ama bu benim özel sanatsal haz anlayışım içinde geçerli, yazılarıma bu seçiciliğimi yansıtmak yerine tersine, seçmesiz, ayırmasız bir duruş benimsemiş görünürüm daha çok. Sonra konuşmaktan çok dinlemeyi severim. Örneğin yazmayı da severim ya, yazdıklarımla karşılaştırdığımda, okuduklarımın hiç değilse bunların on katı olmasına özen gösteririm…

Yadırganacak yanlarımı da söyleyeyim mi; fevri biriyim, çabuk parlar, çabuk sönerim, elektriği açıkta olan insanım, neye nasıl tepki vereceğimi ben de kestiremem bu nedenle. İş tutkunuyum aynı zamanda, hani ne diyorlar, işkolik… Beğendiğim yanlarımı da söyleyeyim öyleyse, dostlarıma bağlıyımdır, defterimde ihanet, eğri büğrülük, fırsatçılık, çıkarcılık yer almaz… Doğru insanımdır, inançlarım neyi gerektiriyorsa öyle yaparım, öyle konuşup yazar, öyle davranırım…

İşte böyle tuhaf huyları olan biriyim ben…

¦ “Hangi özgeçmiş, kimi ne kadar tanıtabilir ki?” diyorsunuz… Kitaplarınızı okudum. Gözlerimin önüne meraklı, çalışkan bir ilkokul öğrencisi geldi. Kabına sığamayan bir öğrenci, okuma aşkıyla dolu… Sizin kendilik algınız da böyle yazın dünyasına ayak basmanızla başlıyor sanki…

            ¦ O zaman çocukluğuma geri gitmek istiyorsunuz. Bu yıl Işık Kansu, benimle “Çocukluğa Yolculuk” çalışması yaptı ve bu çalışmasını Ankara 8. Öykü Günleri’nde sundu. Çocukluğuma bu ölçüde bir yalınlıkla, başkalarının önünde ilk kez girmiş oldum; bir kez de sizinle ele alacağım bunu.

Benim çocukluğum pek çok yazarın çocukluğuna oranla çok mutlu geçti. Yaklaşık bir dönümlük bahçeli bir evde, Denizli’de yaşamaya başlamam yedi yaşından sonradır. Yedi yaşına kadar geçen sürem ise Sarayköy’dedir. Bu nedenle kendimi Sarayköylü sayarım. Üzerimde çok etkisi vardır; gerek kurmaca gerekse gerçek metinlerde Sarayköy’ü bulabilirsiniz. Gerçi onların da çok büyük bölümü kurgudur yine. Siz de okudunuz. Ben burada sevdiğim kenti korumak, yanı başımda tutmak için onu kitaplara sokmuşumdur. Yaşamımın ilk malzemeleri doğallık yapıntısı Sarayköy’de oluşmuştur. Bir su kıyısı çocuğu gibi duyarım kendimi. Menderes deniz kıyısı değildir; ama o da beni çok biçimlendirmiştir. O su kıyısındaki etkilenmelerimi hiç unutamam. Onların galiba kozaya dönüşme dönemi Denizli’de başladı. Yani yedi yaşından itibaren hem okula gitmeye hem de okuldan kaçmaya başladım.

Babam öğretmendi. Sarayköy’de 6 yaşında ilkokula başlatmak istediler; ama onu da reddettim. Babam bir Cumhuriyet aydınıydı, öğretmen arkadaşları vardı ve aileler arasında gezmeler olurdu. Onlar bizim eve gelirdi. Ben o buluşmaların, söyleşmelerin can kulağıyla dinleyicisiydim. Bunlar ve Sarayköy’deki yaşantı gereçleri yanımda, Denizli’de, o yalnız ve büyük evde, -her kardeşin bağımsız bir odası vardı- iki katlı, altı odalı evde kaybolurduk, bunları o zaman işlemeye koyuldum sanırım. Sürekli okurdum, yazardım. Ben böyle bir çocukluğu kendi çocuğuma yaşatabilmiş değilim işin açığı! Onun için bütün yazarlardan farklı, mutlu bir çocukluk geçirdim, diyorum. O çocukluğu ben, bereketli bir hamur teknesi gibi anımsıyorum. Bunu dönüştürmem ne sona erer ne de tükenir. Uykusu Sakız‘da bunu biraz serpiştirdim. Yoksa o anılara bugün de kıskançlıkla bağlıyım. Dinamizmimi ve mutluluğumu çocukluğumdan alıyorum. O çocukluk beni hâlâ yönlendirebiliyor bu nedenle; çalışma gücümü de oradan alıyorum, diyebilirim.

            ¦ Sayın Aslankara, babanızın aydın bir insan olduğunu ve sizi çok etkilediğini öğrendik. Peki, annenizden, annenizin size etkisinden ve bunun sanatınıza nasıl yansıdığından söz edebilir misiniz?

Annem, munis, yumuşak huylu, görenlerin beğendiği, görgülü bir kadındı. Onun derinlerinde ne çok kırıklıklar olduğunu, çok sonraları algılayabildim. Büyük acılar yaşamıştı, bunu da son yıllarında, ilişkimizi ana-oğul ilişkisinden çıkarıp dostluk ilişkisine dönüştürdüğümüzde kavrayabilmiştim. 2002’de yitirdim onu. Bu, bundan sonraki tüm yaşamıma yayılacak bir “acı” olarak kaldı içimde.

Annem, 1910 doğumluydu: Cavide Erand. Denizlili köklü bir ailenin çocuğuydu. Odabaşılardandı, Odabaşı kızı Şerife Hanımın (ö.1953) kızıydı. Ben, anneannemi bir hayal gibi anımsıyorum. Bir kapı aralığında, kollarında insanlar… Son dönemlerinde felç geçirmiş çünkü… Annemin çocukluğu savaş yıllarının yoksunluğu altında geçmiş. Bir dayısı doktor, Sarıkamış’ta yitip gitmiş. Bir ağabeyi Selanik’te eczacılıkta okuyup dönmüş, onu yitirmiş… Hep acı, acı… Ama genç kızlığı annemin, görece daha mutlu sanki. İlokulu bitirmiş, hem Arap abecesinde hem Latin abecesinde okuyup yazabiliyor. Yine de o yıllar Denizli’de demek hâlâ uzak tutuluyor kızlar öğretimden, anneminki de orada kalmış… Sonrasında, genç kızlığında diyelim, annem kız kardeşi Zeliha’yla birlikte Haydarpaşa’da, İzmit’te, Bilecik’te, Ulukışla’da gar müdürlüğü yapan ağabeyinin yanında dolaşıyor birkaç yıl. Osman Erand dayım da o yıllar bekâr… Babamla evlenmeleri çok sonra, 1940’ın hemen başı…

Annem, yumuşaklığın içindeki kararlılıkmış, dirençmiş, bunu çok sonra görebildim… Onu tam anlamıyla babamın ölümünden sonra tanıdım desem yeridir. Son yırmi yılında, aramızdaki dostluk öylesine pekişmişti ki, birbirini özleyen ana oğuldan çok, birbirinin eksikliğini duyan iki dosttuk artık onunla. Bu çerçevede sanatımın evrilişinde, dönüşümünde onun büyük payı olduğunu düşünüyorum bugün. Ona, karşılığını hiçbir zaman ödeyemeyeceğim bir borçluluk duygusu duyuyorum. Çünkü o, benim gizli bilinçlendiricimmiş, bunu bugün kavrıyorum. Çünkü sanat, apaçık olarak yapılan bir iş değil; incelikle, gizlilikle, üstü örtülerek yapılan iş… Söyleyeceğinizi, çırılçıplak göstererek değil, üstünü örterek söyleme ustalığı…

Oysa babam Abdullah Hilmi Aslankara (1893-1982) tam bir ihtilalciydi, tepeden tırnağa erdemdi, kılıcını kuşanmış, her kötülüğün üzerine gitmeye hazır bir Yörük beyiydi, büyük bir aydınlanmacıydı, cumhuriyetin ilk öğretmen kuşağındandı. Yaşamı boyunca Kuvayı Milliyeciliğini, devrimciliğini korudu. Beni, bilimsel düşünüş, toplumsal, bireysel duyarlık, değerler bağlamında babam yaratmıştır diyebilirim… Buna karşın henüz ona sunduğum tek kitabım yok, neden? Çünkü henüz özgün düşünce kitabı yayımlamış değilim, düşünce kitabı yayımladığımda bunu babama sunduğumu göreceksiniz zaten. Ekleyeyim, düşünce kitaplarımı hep ona sunacağım, bir tek ona.

Ama sanat farklı… Anneyle baba arasındaki fark gibi bir şey bu! Ben, bu yüzden sanatımda gerçek yönlendiricinin, etkileyicinin aslında annem olduğunu biliyorum. Anne ya da kadın etkisinin bütün sanatçılar için geçerli olduğunu da belirteyim bu arada. Onlar, vericilikleri, üreticilikleri, ötesinde bu alandaki süreğenlikleriyle doğaya koşutluk gösteren büyük bir güce sahipler. Diyebilirim ki erkeklerin ilk Tanrısı kadınlarıdır, en başta da anneleri! Bu yüzden ilkel toplumun kadıncı inancına hep yakınlık duymuşumdur öteden beri içimde, en doğal tapınım biçimi gelmiştir bu bana. Ama güneşi insan, battığında arıyor daha çok!

¦ A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi felsefe bölümünü bitirdiniz. Niçin felsefede değil de öteki alanlarda kalmayı yeğlediniz?

¦ Felsefeye yönelmeden önce zaten sanatın içindeydim. Bir yandan dergilerde yazıyordum öte yandan profesyonel tiyatro yapıyordum… Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin edebiyat bölümü de vardı, tiyatro bölümü de; ben felsefeyi yeğledim… Yaşamımın en güzel kararlarından biridir bu… Düşünebiliyor musunuz, sanat yaptığım o dönemde tam on yıl felsefe okudum… Hadi size bir gizimi dile getireyim şuracıkta; ‘felsefe’, benim tüm sanat yaşamımın en temel ama en gizli dayanağıdır…

Zaten ben, felsefe bölümü mezunu olduğumu da söylemem olur olmaz yerde… Övünmek gibi gelir çünkü bu bana.

¦ Felsefe kökenli olmanız sanatçılığınıza, yazarlığınıza nasıl yansıdı?

¦ Bana göre felsefe, benim sanatımı özce de, biçimce de yeniden yapılandırdı. Ben böyle düşünsem de bakalım öyle mi ama? Bunun için öğrenim öncesiyle felsefe öğrenimi gördükten sonraki ürünlerimin karşılaştırılması gerekir aslında…

Ancak ben, kendimce nasıl yararlandığımın kabaca altını çizmeye çalışayım yine de:

  1. Hiçbir çalışmamda (yazdığım öykü, roman, oyun vb. ile tiyatroda, sinemada yaptığım yönetmenlikte) kurduğum evrene müdahale etmem,
  2. Tüm çalışmalarımda en genel hayatı, bunun içindeki çeşitli yaşamları, bu yaşamlara perçinlenmiş olan anları bir bütün halinde görürüm,
  3. Kişilerin, tarafımdan kurulmuş kuklalar olmaması için çaba harcarım…

Sırası geldi, ekleyeyim; çalışma masamda bir papağanım durur yıllardır, yazarken arada ona bakar söylenirim, “Sadık, papağanlaşma!”

Bütün bunlar, kuşku yok ki, felsefenin hayata buyur edilmesiyle, bir yaşam biçimine dönüştürülmesiyle olanaklı… Felsefeyi öğrenirsiniz de sözgelimi, bunu sanatınıza katamazsınız… Bu, biraz da yaşamla felsefe arasında kendinizi yapılandırmanıza bağlı. Demek ki ilkin kendinizi felsefece yaratacaksınız… Kendinizi yaratmadan sanatsal yaratıya yönelemezsiniz çünkü!

Hem sonra ben böyle diyorum ya, bakalım felsefeciler ne diyecek?

¦ “Sakın papağanlaşma” sözünüze takıldım, yoğun, ipek gibi bir dille uyarıda bulunuyorsunuz gibi… Bir eleştiri mi?

¦ Benim papağana söylemek istediğim; “kendime dönük eleştiri” olsun. Sizin burada yansıttığınız yazılarımda dışa vuran eleştiri ise “dışa dönük eleştiri” olsun. Öyleyse ben, kendime papağanlaşma derken, kendimi eleştirebilmek için o sözü basamak yapıyorum. Böylece bundan yararlanıyorum. Papağanlaşmak istemediğim için, kendimi sürekli denetleme gereği duyuyorum. Ama öteki eleştiriyle bunun arasında bir bağ kurulabilir elbette… Ben kendime yönelik böyle bir eleştiri çıkarıyorum, başkalarına yönelik de bu noktadan kalkarak onları eleştirebilirim. Benim bilinçaltımda bir yerlerde bu duruyor olmalı. Kendimi o açıdan eleştirdiğime göre, başkalarını da o açıdan eleştirebilirim.

¦ “Sakın papağanlaşma” sözünün insanı durduran bir yanı var…

¦ Gerçekten de öyle, ben okuduğum metinlerde zaman zaman birkaç sayfa okuduğum halde algılamadığımın ayrımına varıyorum. O zaman hemen başa dönüp yeniden okuyorum. Bu tür şeyler önemli; insan kendisine dönük bir eleştiri yapamıyorsa; o zaman zaten -bağışlayın ama- usta bir yazar olamaz. Yazarlık eleştiriyle başlıyor. Eleştiri gücü olmayan bir yazarın iyi yazar olacağına da inanmıyorum; çünkü eleştiri ayırmak demektir. Eleştiri sözcüğü, Türkçede yerini bulmuş sözcüklerden. Yunanca “krino” sözcüğünün tam karşılığı. Onun Latincesi de kalbur. Elek, kalbur bize buradan gelir. Elemek hoş bir eylemdir. İnsan tutumları, davranışları ve eylemleri için de bu uygulanabilir. Böylece yazarken de hangi sözcüğü kullanması gerektiğini, hangi kişilerde hangi duyguları yansıtması gerektiğini kestirecek, görecektir. Yani eleyecektir. Ahmet’in düşüncesinin gerçekten Ahmet’e ait olup olamayacağını kafasında tartışacaktır. Ahmet’in kullanabileceği sözcük bellidir. Yazarın kullanacağı sözcük çok başkadır. Böyle olunca eleştiri gücü olmayan bir yazar, kökü olmayan bir ağaca benzer, çok kolay yıkılır.

¦ Ankara Halk Oyuncuları Sahnesi’ndeki çalışmalarınızdan söz eder misiniz?

¦ Körün istediği bir göz Tanrı vermiş iki göz, denir ya hani, benim Halk Oyuncuları’ndaki çalışmam da biraz öyle! Yazılarını dergilerde yayımlayan biri olarak profesyonel tiyatroculuğa başlamışım… Aa, baktım Yaşar Kemal orada, Çetin Altan, Vedat Türkali, Erol Toy… Onların oyunlarını sahneliyordu çünkü topluluğumuz, andığım yazarlar da sıklıkla uğruyordu çalışmalar için ya da uğrayıp öylesine iki çift laf edip söyleşiyorlardı… Sonra sonra bunlara başka yazarlar da eklendi, örneğin Rıfat Ilgaz, Kerim Korcan… Ben bu insanları yirmi yaşlarında çiçeği burnunda yazar ve tiyatrocu olarak tanıma fırsatı buldum böylece… Düşünün, ne büyük şans değil mi?

¦ Rıfat Ilgaz’ın adı geçti. Onunla nasıl tanıştınız?

            ¦ Rıfat Ilgaz’la tanışmam yirmili yaşlarımda oldu. Ben, o zaman İstanbul’dan Ankara’ya gelmiş bir tiyatro topluluğunun Ankara’daki organizasyonunu yaptım. Başarılı bir organizasyonla “Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı” adlı oyunun Ankara sunumunda etkin görev üstlendim. Bu oyun Ulvi Uraz’ın sergilediği Hababam Sınıfı’nın öteki gençlerce (yanında çalışan) hazırlanan versiyonunun bir biçimde başkalarına satılmış biçimiydi. Yani birinci elin verdiği oynama hakkını bir başkası kullanıyor, o da oyunu Ankara’ya getiriyor. Böyle fason bir iş; ama bunu ben bilmiyordum.

Bir gün, tiyatrodayım, gencecik bir çocuğum. Daha yenilerde Hababam Sınıfı‘nı da okumuşum. Birden biri geldi ve “Ben Rıfat Ilgaz’ım!” dedi… Ben de kendimi tanıtarak çok mutlu olduğumu, sevindiğimi belirttim. Ardından, o, “Peki oyun yazarının izni var mı acaba? Oyununu sergiliyorsunuz da…” dedi… O utancı hâlâ duyarım içimde. Ben, oyunun izni olması gerektiğini söyledim.. Çok da utandım bu arada, ilgileneceğimi söyledim. 1970 sonları ya da 1971’in başlarıydı… O sıralar Halk Oyuncuları’yla başlayan tiyatro çalışmamı, daha sonra Ankara Birliği Sahnesi’yle yürütmüşüm. O da bitmiş… Sanırım 1971’di, belki de 72, unutmuşum… 12 Mart dönemiydi. Konuyla ilgilendim, gerçekten de onay yoktu. Ulvi Uraz’dan sonra sahneleme hakkını satın aldığını söyleyenler vardı, organizasyonunu yürüttüğüm topluluk, bu hakkı sözümona andığım kişiden, kişilerden almıştı. Bu işle ilgili adları anılanlarla görüşmek üzere İstanbul’a gittim. Cihangir’de çok ünlü bir karikatüristle görüştüm, görüşmede eşi de vardı. Büyük bir pişkinlikle karşıladı beni. Döndüm, bana “böyle böyle” dediler, dedim. Yazar da bu arada gidip geliyor. Bulvar Palas’ta kalıyordu. Orada bir iki kez oturduk. Ardından ben, onu temsillere davet ediyorum ve telif ödeyememekten dolayı da büyük bir üzüntü duyuyorum. Bir gün Rıfat Ilgaz geldi; bu kez biletini almış. Ben, o bileti geri vermek istedim; ama o kesinlikle kabul etmedi. Kendi oyununu bilet alarak izledi ve ben o gün çok utandım. Anons ettirdim “Yazarı da aramızda” dedim…  Üç yüz elli kişilik salon dolu, insanlar buruk ve mahzun… Seyirciler, Rıfat Ilgaz’ı ayakta alkışladı. Ben o utancı bugün de duyarım içimde… Bu yüzden sonraki yıllarda Türkiye’de ilk kez bir özel tiyatronun düzenlediği afiş yarışmasını (ulusal boyutta) biz tiyatromuzda yaptık. Ona 75. doğum yılı armağanı olarak “Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı” oyununun hem sergilenmesini hem de afiş yarışmasını sunduk.

¦  Sizi anımsadı mı?

            ¦ Hayır, bu olayı yalnızca Aydın Ilgaz’a anlattım. Ancak o sıralarda Rıfat Ilgaz Yeni Gün  gazetesinde yazıyordu. “Bir Oyun Yazarı, Oyununu Arıyor”  başlığı altında yazdığı yazılarda benim de adımı andı. Bu yazıları Aydın Ilgaz sakladığını söyledi. Rıfat Ilgaz, ne yıllar sonra oyununu sergileyen, afiş yarışması düzenleyip bastıran Sadık’ın bu Sadık olduğunu öğrendi, ne de 1973’te Yansıma‘da yazdığı bir yazı nedeniyle kutladığı Sadık’ın bu Sadık Aslankara olduğunu öğrendi. Yansıma‘da yayımlanan yazımı öven yazısını Rıfat Ilgaz, Nerde Kalmıştık adlı kitabına da almıştı. Burada bir küçük ekleme daha yapayım. Denizli Tiyatrosu’nda sergileyeceğimiz Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı adlı oyun için kendisinden aldığımız yazılı onayı bugün de saklarım hâlâ.

¦  Ya Kerim Korcan?

            ¦ Kerim Korcan’ın oyunları AST’ta sergileniyordu. İstanbul’dan Ankara’ya telif için gelip gidiyordu; ekonomik durumu iyi değildi. Gelince bizde kalırdı. Kendisi çok mert, içtenlikli bir insandı. Ben de İstanbul’a gittiğimde ona uğrardım. Birbirimizle bu anlamda sık görüşürdük. Bize marşlar öğretirdi (1 Mayıs Marşı). Onun marş söylerkenki hali gözlerimin önünden hiç gitmez. Yemekler yapar, söyleşirdik. O sıralar, tiyatroya biraz ara vermiştim, bilirsiniz işte düş kırıklıkları… Bizim tiyatro çevresi için de etik kaygısı başta gelmeli, ama yok! Böyle bir kaygıyı taşımayan insanların tiyatro yapmaması gerekiyor… Tiyatroda yapılan yanlışlıkların giderilmesi, onarılması pek mümkün olmuyor çünkü.

O sıralar Kerim Korcan, bana “Sadık, sen yine tiyatroya geçebilirsin, benim oyunlarımı da mutlaka sergilemeni istiyorum.” derdi. İçimde, hep bir eksiklik duygusu kalmıştır. Son olarak yaptığım tiyatro için Denizli’ye gönderdiği, nice aralardan geçmiş, nice nice kişilerin elinden geçerek bana ulaşmış notta “Sadık bekliyorum!” diyordu. Ben bu utancı da taşırım hâlâ içimde!

¦ Duyarlılığınız acınızı, utancınızı artırıyor. Böyle unutamadığınız başka anınız var mı?

            ¦ Bir de Hasan Hüseyin’in tiyatrocu yanı vardı. Bu henüz açığa çıkmış değil. Sanırım Azime Korkmazgil de bunu önümüzdeki yıllarda açığa çıkaracaktır. Hızarcı diye çok önemli bir oyunu var. Ben belki onu yapamazdım; ama çocuk oyunlarından, özellikle çocuk öykülerinden Aşıcı Baba’yı oyunlaştırmak istemiştim. Kendisine de söylemiştim bunu; çünkü on yılı aşkın bir zaman dilimi içinde Hasan Hüseyin’in yakın çevresinde yer almış biriyim, 1970’lerden 1980’lere kadar. Tiyatroya döndüğümde, bunu kendisine açtım; ama gerçekleştiremedim.

¦ “Tiyatroya ara vermiştim o zamanlar” dediniz. Tiyatrodan ayrı kaldığınız dönemlerde de yazıyor muydunuz?

            ¦ Evet, benim ulusal boyutlardaki dergilerde ilk yazım 1967’de İmece‘de yayımlandı. 1973-75 arasında Yansıma‘nın yazarları arasındaydım. O yıllarda yayımladığım eleştiri üzerine yazılar epeyi tartışılmıştı. Eleştiri kuramı üzerine yazdığım çok ciddi yazılardı bunlar. Benim yazarlığım 20 Nisan 1965 tarihinde Cumhuriyet gazetesinin “Tartışma” bölümünde başladı. İlk editörümse Sami Karaören. Bunu yıllar sonra, Sami Bey’in kendisinden öğrendim. Bugüne dek de hep benim editörüm olarak kaldı. Benim en önemli editörümdür; bir çocuğu nasıl sezip de elinden tutmuştur!.. Bu şaşılacak şeydir. 1965-1967 arasında Cumhuriyet’te çokca yazımı yayımladı çünkü. Oysa o yıllar bir delikanlıydım henüz, sayın ki çocuğum. Ama Asım Bezirci, bu yazılarımdan birini İkinci Yeni Olayı adlı kitabının kaynakçasına aldığına göre, bu bir dizi yazıyı, edebiyat yaşamımda çocukluk döneminin ilk ürünleri olarak kabullenmem gerekiyor demek ki.

            ¦ Gönül borcunu, vefayı unutmayan yazarlardansınız. Bunun üstüne konuşmuştuk zaten… Ben ilk yazınızın Cumhuriyet Gazetesi “Tartışma” bölümünde (20 Nisan 1965) yayımlandığını biliyorum. Yani 20 Nisan 2005 tarihi, sizin kırkıncı sanat yıldönümüz… Yaşamımızda ilkler unutulmaz… Hem bu kırk yılı hem de elinizden tutan ilk insan Sami Karaören üstüne neler söylemek istersiniz?

Cumhuriyet’in ikinci sayfasında ilk yazım yayımlandığında on altı yaşındaydım, çocuktum daha. 1967’ye dek belki on beş yazım yayımlandı Cumhuriyet’te. Neredeyse bütün Denizli biliyordu Cumhuriyet’te yazdığımı. Öğretmenlerim, arkadaşlarım, çevrem bu yazılarım nedeniyle övgülere boğuyordu beni. Diyebilirim ki tüm yazarlığımın en büyük ödülünü almışımdır bu dönemde… Bu yazılarımdan birini, Asım Bezirci’nin, İkinci Yeni Olayı adlı kitabının kaynakçasına alışı ise şaşırtmış, onurlandırmıştır beni.

Sonrasında yirmi yılı aşkın bir süre, yeniden dönemedim Cumhuriyet’e. İkinci kez yazmaya 1989’da başladım Cumhuriyet’te. Artık “Tartışma” bölümünün değil, ikinci sayfanın yazarları arasındaydım. Bunun bilincini, sorumluluğunu hep taşıdım. 1989’da yazı gönderirken Sami Karaören’in, bu sayfanın yöneticisi olduğunu biliyordum elbette. Kendisini 1991 baharında Ferit Oğuz Bayır roman yarışmasında, bana verilen “özel ödül”ü almak için gittiğim Foça’da tanıdım. Yalnız bu ödülün değil, Yunus Nadi Öykü Ödülünün de seçici kurulundaydı. Beni yazar olarak hep destekledi, üstelik bunu apaçık gösterdi bana. Sonra görüşmelerimiz yoğunlaştığında, 1965’te bu sayfanın, “Tartışma” bölümünün yöneticisinin de yine Sami Karaören olduğunu öğrendim.

Düşünebiliyor musunuz, kırk yıla varan yazarlık uğraşımın tüm zamanlarında en baş destekleyicim oldu o benim. Bu nedenle onun yeri apayrı durur yüreğimde, usumda. Ben de ona bir sevgi demeti sunmak istiyorum 2005’te, elinden tuttuğu çocuğun o günden bugüne gelen yazınsal çizgisine bakarak, yanılmadığını düşünmesini sağlayabilmek için… Evet, 2005’te yayımlayacağım romanımı ona sunacağım, bana verdiği kırk yıllık emeğe karşılık, adı bile anılamayacak bir minik armağan olarak, ama bunu unutmadığımı da göstererek…

            ¦ Pek yakın tarihlerde çıkacak olan kitaplarınız hangileri? Bunlara kırkıncı sanat yılınızın son hazırlıkları diyebilir miyiz?

“Kırkıncı sanat yılı” diye bir algılayış içinde değilim. Böyle bir önemsenmeyi ne arzu ediyorum ne de yakıştırıyorum kendime. Yaşamım elverirse ellinci, altmışıncı yıllarım için de düşünecek değilim bunu. Ben, bu zaman nirengilerini, daha çok kendimi sorgulama fırsatları olarak değerlendiriyorum. Öyle ya, ne yapmışım? Yazılarımı yayımlamaya başladıktan bu yana geçen kırk yılı nasıl değerlendirmişim, yanısıra tiyatroda, çünkü o alandaki emek toplamım da yine bu kadar, sonrasında başlayan belgesel sinemacılığımda neler üretmiş, ne gibi verimlerle donatmışım bu süreyi?

2005, yani yazarlıktaki kırkıncı yılım kitap yayımlamada atağa kalktığım yıl olacak sanıyorum. İlkin bir oyun toplamım yayımlanacak Mitos-Boyut’tan: Kevser’di, Ev-Ses, Hayal Ustası (üç oyun). Buna ek olarak Bu Yayınevi de tüm çocuk oyunlarımı yayımlayacak. Ardından romanım girecek devreye, yanısıra yeni öyküler toplamım, yine kendi yayınevim içinde, Can’da. 2005’in son ayları içinde bir de ilk olmak üzere düşünce kitabı yayımlamak istiyorum… Bu tasarımın ne oranda gerçekleşeceğini birlikte göreceğiz.

            ¦ ºTiyatroda yaşamınız, Ankara Birliği Sahnesi ile sürmüş. Bu tiyatronun kurucuları arasında da yer almışsınız. Sizi bir tiyatro kurmaya yönelten nedenler neydi?

¦ 1968, yalnız yurdumuzda değil tüm dünyada, var olan yapının sorgulandığı, her şeyin bir kez daha ama yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı bir dönemecin de adıdır aynı zamanda, eğer yanılmıyorsam… Her yapıyı katmak gerekiyor bunun içine, siyasal partilerden sendikalara, sanat kuruluşlarına, yapılan sanata, daha nelere nelere… Örneğin kulağımıza geliyordu, 1968’de öğrencilerin, Paris’te tiyatrolara da müdahale ettiği, bu kadarcığı bile heyecanlandırmaya yetiyordu bizi.

Nitekim Ankara Birliği Sahnesi’nin de 1969’da kurulmuş olması bir rastlantı değildir bana göre! Ancak biz Halk Oyuncuları Sahnesi’nden kopan, kendilerini “kafadar” olarak gören beş arkadaş, bu adımı atarak Türk tiyatro tarihinde ilginç bir sayfayı da açmış olduk. Ancak eklemem gerek. Bu beş kişi yani Vasıf Öngören, Halil Ergün, Erdoğan Akduman, Mustafa Alabora, ben, hepimiz Vasıf’ı “öncü” seçmiştik. Daha doğru bir söyleyişle bu hareketin öncüsü Vasıf’tı; onun dışındakiler, bu konuda gerekli ne bir birikime sahipti ne de deneyime! Ben Brecht’in tüm yapıtlarının Almanca takımını, bir kutu içinde ilk olarak Vasıf’ta gördüm. Kimi ciltlerin sayfalarına notlar düşmüştü. Oysa ne ben ne de öteki arkadaşlarım, o tarihlerde Brecht üzerine yeterince bir donanıma sahiptik. Tamam biz dördümüz yirmilerindeydik, en genç bendim, yirmisindeydim, ama Vasıf da otuzundaydı, diyeceğim, hepimiz gençtik!

Bizi 1968’in heyecanı sürükledi, Vasıf’ın öncülüğünde ortaya çıkan bu hareket, kısa sürede tüm Türkiye’ye yayıldı… Türkiye, popüler düzlemde ‘epik tiyatro’yu yaygın biçimde bu hareketle tanımış oldu… Bu açıdan, şunca yıl sonra bir doğrunun daha altını çizme fırsatı bulduğumu sanıyorum…

Vasıf Öngören, bugüne dek daha çok oyun yazarı, yönetmen, biraz da kuramcı olarak anılageldi hep, oysa o, aynı zamanda bir eylemciydi… O yılların ruhuna uygun bir eylemin öncüsüydü… Bizlerse, ardına takılmış dört şövalyeydik, o kadar!

¦ Epik tiyatro ve seyirci tepkisi üstüne konuşabilir miyiz?

            ¦ Doğrusu, Ankara Birliği Sahnesi hareketi çok değişik kesimlerde, çok farklı tepkiler aldı. Bu tepkiler, hep olumlu tepkilerdi. Bunda kuşkusuz, ilk kez yeni bir söylem yansıtışının da büyük rolü olmuştur. Farklı bir çevre düzeni ve farklı oyunculuk (Asiye Nasıl Kurtulur?) seyirciyi etkiledi. İki de popüler oyuncusu vardı. Bugün de adlarıyla önemini koruyan Semiha Berksoy ve Zeliha Berksoy… Bütün bunlar bir araya gelince, oyun kapalı gişe oynadı, hem de yıllarca… Sinemaya filmi çekildi, Türkan Şoray oynadı. Bugün de ilgiyle izlenen oyunlar arasındadır.

¦ Peki “Keşanlı Ali Destanı”…

¦ Kendisine dek gelen tiyatro hareketi içerisinde, elbette bize özgü bir epik tiyatronun yansıtılması bağlamında Keşanlı Ali Destanı‘nı asla es geçmemek gerekiyor. Söz gelimi, yine deneysel bir açılım getirmiş olan (Asiye’den önce) Sermet Çağan’ın Ayak Bacak Fabrikası’nı da anmak gerekiyor. Bu arada, hemen, aşağı yukarı, eş zamanlı olarak üretilen oyunlar olarak değerlendirebileceğimiz, benim hâlâ halk tiyatromuz için çok büyük bir yazarın oyunu olarak gördüğüm Oktay Arayıcı’nın Rumuz Goncagül‘ü, bu anlamda doğrudan bizim ortaoyunu geleneğinden de beslenen epik tiyatronun yansıtılışları olarak anılmalı. Ancak Vasıf, bu tür yapılan tiyatronun yine de temelde dramatik bir tiyatro anlayışına yaslandığı kanısındaydı.

¦ Niye?

¦ O, bunların benzetmeci olduğunu ve dolayısıyla seyirciyi oyunun içinde erittiğini, oyunla özdeşleştirdiğini (ve dolayısıyla Aristo’dan gelen bir kavram vardır: “Katharsis”), arındırdığını, boşalttığını söylerdi. Bu nedenle de epik tiyatronun seyirci için hedeflediği bilinçlendirme ve onu donatma, dışarıya hazırlama işini de savsakladığını vurgulardı. Birlikte olduğumuz dönem boyunca onun reji çalışmalarını izledim hep. (O zaman da çocukluğumdaki gibi izliyordum, öğreniyordum).  Vasıf, Batıdaki Brecht tiyatrosunun bir modeli gibi bakmıştı sanki olaya. Sahnelerken de galiba öyle düşündü. Yani evet, bizden öğe var, ama bir uzaklık da var seyirciyle arasında, hayır yabancılaştırma da değil bu. Şunu söyleyeyim, değiştireyim sözü.. Örneğin Almanya’ya, Fransa’ya gidip Asiye Nasıl Kurtulur‘u sergiliyorsunuz, ama oyun oradaki seyirci tarafından kendi yurtlarında yapılmış, kendi yurtlarını anlatan bir oyun gibi algılanıyor, böyle bir şey. Keşanlı Ali Destanı‘nın da yurtdışında pek çok gösterimi oldu; ama o bir Türk tiyatrosu oyunu olarak kaldı. Böyle bir yerellik, ulusallık, evrensellik tartışması yapılabilir oyunlar üzerine…

¦ Yeri gelmişken Haldun Taner’i de analım…

            ¦ Haldun Taner çok büyük bir tiyatro yazarı ve büyük bir tiyatro ustası. Haldun Taner’in Keşanlı Ali’sinin Türk tiyatrosunun en büyük oyunu olduğunu düşünüyorum Ayak Bacak Fabrikası’yla birlikte… Ama bunlardaki epik özelliğin, hep yerelden yararlanan, yerele yaslanan, ortaoyunu, meddah ve gölge oyunlarımızdaki tutuma yaklaşan bir eğilimden geldiğini görüyorum. Biraz ileri mi giderim acaba, şunu da eklesem: Haldun Taner’in epik yöntemi, oyunsu bir hava içeriyordu; ama o Asiye’den önceydi. Vasıf’ın Asiye’si farklı bir reji ve oyun getiriyordu. Metin olarak da farklıydı. Apaçık bir kurguydu. Oysa Keşanlı bir öyküydü. Orada öykünün kendisi, ister istemez bir dramatik özellik yansıtıyordu. Onu, hangi yönetmen, neyle nasıl yansıtırsa yansıtsın. O zaman tabii ki o benzetmeci, benzeştirmeci duygular da işin içerisine giriyor. Oysa Vasıf’ın oyununda öyle bir şey yok. Tamamen kurulmuş bir laboratuar  oyunu gibi…

¦ Vasıf Öngören’in oyununda seyirci oyundan çıktıktan sonra kendisine sorular sorabiliyor, yaşadığı toplumu sorgulayabiliyordu, öyle mi?

            ¦ Evet, Asiye Nasıl Kurtulur’u izleyenler, salondan kafasında sorularla çıkıyordu. Bilinç ışığını kuvvetlendiriyordu Vasıf…

¦ Günümüz tiyatrosunun geleneksel tiyatromuzdan yararlanması konusunda neler düşünüyorsunuz?

            ¦ Yararlanmalı tabii ki…Sevda Şener’in Türk tiyatrosunun temelinde yer alan kitapları var. Onları romancı ve öykücülerin de okuması gerekiyor. Aynı şeyi Özdemir Nutku ve Metin And’ın kitapları için de söylüyorum. Geleneksel tiyatrodan yaralanılmalı ve geleneksel tiyatro dönüştürülmelidir. Bugün Kültür Bakanlığı, Karagöz ölüyor diye girişimlerde bulunuyor. Kurtaralım derken aynısını yapıyoruz; ve iş sanat olmaktan çıkıp zanaata dönüşüyor. Bunu tiyatromuza yararlanılacak bir kaynak olarak katmalıyız.

¦ Nurhan Karadağ’ın Köy Seyirlik oyunlarını nasıl buluyorsunuz?

            ¦ Nurhan Karadağ, Türkiye’deki en güzel örnektir. Karadağ’ın yaptığı iş, Köy Seyirlik Oyunu’nu ritüelle, dansla birleştirmek. Bu ikisi, büyük bir dönüştürmedir. İşte vurguladığım bu. Karagöz, meddah ve ortaoyunu dönüştürülmeyi bekliyor.

¦ Güzel konulara değindiniz, bu yurda emek vermiş insanları andık. Kültürel birikimimize dikkat çektinizElbette tiyatro serüveniniz bunlarla bitmemiş; oyunculuk, yönetmenlik ve dramaturgluk da tiyatro dünyanızı çeşitlendirmiş. Bu arayışı sormak zorundayım, niye?

¦ Kendimi en iyi anlamlandırabildiğim alanlardan biri tiyatro. Oyunculuk, yönetmenlik, dramaturgluk bu anlamlandırmada doruk konumları oluşturuyor. Yoksa benim tiyatroda yapmadığım iş kalmadı diyebilirim; perde çekmekten, gişede bilet satmaktan, salonda yer göstermekten tutun turne organizatörlüğüne, ışıkçılığa dek usunuza gelen her ne varsa bunların hepsini de yaptım tiyatroda. Doğrusu ya, bizler, o yılların devrimci tiyatrocuları, tiyatro camiasının tam anlamıyla köy enstitülüleriydik ya da kimilerine göre tiyatronun mujikleri…

Yoksul olmaya yoksulduk ya, yaptığımız ‘yoksul tiyatro’ da değildi; ruh vardı, bu ruh, o 68’lilik olgusundan geliyordu, her biri birer söylence kahramanıydı o dönem insanlarının, bu yüzden tiyatro onların üflediği rüzgârla yelkenlerini şişirip okyanuslara açılabiliyordu.

¦ Tiyatroyla ilgili sorumu Denizli Tiyatrosu ve de tiyatrosu için de yineleyeceğim…

¦ Bu iki tiyatro deneyimi, özellikle de sonuncusu artık benim olgun bir tiyatro bireyi olarak yapılandırmaya yöneldiğim hareketler oldu… İlki, kuramsal açıdan da temellendirilmiş gerçek bir ‘kent tiyatrosu’ deneyimi idi, ama ikincisi ‘deneysel tiyatro’ alanındaki çabalayışlarımın sonucunda ortaya çıkan arayışları içeriyordu diyebilirim… Zaten “düşünmek, denemek, demek için” perdelerini açmış bir topluluktu de tiyatrosu… Diyeceğim, Denizli Tiyatrosu, tiyatroyu yüzeysel ölçüde yaymayı amaçlamışken, de tiyatrosunun böyle bir kaygısı yoktu, tersine o, tiyatroda dikine derinleşmenin kavgasını veriyordu, bunun sancısını çekiyordu… Sergilediği oyunlar, tiyatro anlayışı da elbette ilkinden farklıydı…

¦ de Tiyatrosunu biraz açabilir misiniz?

            ¦ Denizli Tiyatrosu, bir kent tiyatrosu modeliydi. Orada, o kentlilerin sanata girdirilmesi yönünde bir çaba sergiliyorduk. Denizli Tiyatrosu, tiyatro sanatının gereklerini yerine getirmesi beklenen bir topluluk değildi. Onun görevi, işlevi kentlilerin sanata girdirilmesiyle sınırlıydı.

de Tiyatrosu, tiyatroda arayışları sürdürmek, bu anlamda kapılar aralamak için; ya da şimdiye dek sahnelenmiş çalışmalara, farklı bir gözle bakmak içindi. İki tiyatro, bu anlamda birbirinden çok farklıydı. Biri yüzeysel bir tiyatro hareketiydi, öteki derinliğine bir tiyatro hareketi.

¦ Takvim 1976’lı yılları gösterdiğinde sizi TRT’de metin ve senaryo yazarı olarak görüyoruz. Bu süreç; danışmanlıktan, sunuculuğa, sunuculuktan oyunculuğa kameranın önünde ve arkasında yer alarak tamamlanmış. Yaşamda boşluklara izin vermiyorsunuz. Üretimle, üretimin her çeşidiyle ‘günü yakalamak’ istediğinizi düşündüm… Yanılıyor muyum?

¦ TRT Televizyonu ile henüz yirmili yaşlarda ilişkilenmiş olmayı da önemsiyorum elbette. Bu, günümüzdeki gibi popüler düzlemde bir ilişkileniş değildi üstelik. Ancak buna bakış, kişiden kişiye değişebiliyor… Yukarıda belirtmeye çalıştım, ilkelerinden ödün veren biri olmadım yaşamımda. Ödün vermek yerine kıyıda durmayı yeğledim, kıyıda dururken çamurlaşmadım, bunu içime sindirmeyi de bildim…

Örneğin andığınız tarihlerde televizyon için çalışırken, baktım yazdıklarıma müdahale ediliyor, bıraktım hemen işi, gittim Bayındır Sokak’a Hitit Kitabevi’nin bitişiğinde bir dükkân açtım; “Hanımeli”, Denizliliyim ya, çarşaf, havlu sattım, battım tabii…

¦ Esnaf Sadık Aslankara’yı anlatır mısınız?

¦ Az önce de belirttiğim gibi kilitlenmiş durumdaydım, o dönemi ticaret yaparak atlatmaya çalıştım. Üç yıl da bu işle uğraştım ve battım… Böyle bir esnaftım…

¦ Denizli’den ayrılışınız nasıl oldu?

¦ Çok sonraları, Denizli’de tiyatro yaptığım yıllara da baktım sözüm ona belediye başkanları, salonları kapatıyorlar kasıtlı olarak, sağcısıyla solcusuyla herkes yaptığım tiyatroya karşı, bu kez de kadroyu peşimde sürükleyip tasımızı tarağımızı toplayarak Ankara’ya vardık, TRT televizyonlarında çalışıp kazandığım parayı tiyatroya taşıdım, yeter ki perdemizi açabilelim!

Görüyorsunuz ya, uslanmaz bir yüreğim ben! Öyle baskılara maskılara gelemem; her şey bir yana, özgürlüğüm bir yana…

¦ Tiyatroya âşıksınız…

            ¦ Evet, aşksız hiçbir sanat olmaz; ama tiyatro asla olmaz. Ben ustalarımdan bunu öğrendim. Halk Oyuncuları Sahnesi’nin kimseye beş kuruş borcu kalmadı. Tuncer Necmioğlu, Yeşilçam’a gider film yapar, oradan aldığı paraları getirirdi… Kime borç varsa tek tek öderdi. Aydın Engin de Umur Bugay da böyle yaptılar. O tiyatronun hiç kimseye borcu kalmadı. Ben de söyleyebilirim bunu; Denizli Tiyatrosu’nun da hiçbir oyuncusuna borcu kalmadan perdelerini kapattı. de Tiyatrosu da öyle… Onlar da benim sorumluluğumda olan tiyatrolardı. Tiyatro bir sezon daha yaşayabilsin diye GAP Televizyonu’nda haftanın üç dört günü çalışıyordum. TRT’den aldığım paraları da tiyatroya taşıyordum.

¦ TRT’de çok emeğiniz var; TRT’nin de sizde… Biraz bunu konuşalım mı?

            ¦ Son yıllarda TRT’ye hemen hiç gitmiyorum, diyebilirim. Yine de eski arkadaşlarım, dostlarım var orada. Şimdiki işim, bunları ziyaret anlamında… Bir dönem ben, o kurumun kimlik kartını taşıyordum. O kurumun sözleşmeli personeli gibiydim.  Bugün artık o ilişkiler, işler beni de çekmiyor. O işlerin çok basitleştiğini, sıradanlaştığını görüyorum. Ama itiraf etmeliyim ki pek çok işi de ben TRT’de öğrendim diyebilirim. Belgesel sinemayı kimliğime eklemişsem, bunun TRT’deki çalışmalarımla ortaya çıkıp geliştiğini belirtmeliyim. TRT olmasaydı, belgesel sinemacı olamazdım herhalde.

TRT’de iletişimimi sürdürdüğüm dostlarım bugün de var. Son olarak Ankara Televizyonu’ndan Mehmet Kaya ile çalıştım. Çok eski bir arkadaşım, o da tiyatro kökenli… Onunla 2000-2001’de “Gençlerle” adlı programı yaptık. O programın danışmanıydım. 2003’te yayıma giren bir dramada bana rol verdi.

¦ Biraz da belgesel sinema çalışmalarınızdan ve belgesel yönetmenliğinizden söz edebilir misiniz?

¦ Belgesel sinemayla ilişkilenmem, söyledim ya TRT aracılığıyla oldu… 1980’ler boyunca yüzün üzerinde belgeselin metin yazarlığını yaptım, kimilerinin danışmanlığını üstlendim, hatta kimilerinin de projelerini geliştirdim… On yıl boyunca, 90’ların ilk yıllarına dek bu böyle sürüp gitti. Bu yıllarda hep TRT ile çalıştım. Hoş, bir iki özel televizyon kanalıyla da rastlantısal ilişkilerim olmadı değil, ama TRT okulum oldu diyebilirim. On beş dolayında yönetmenle çalıştım bu süre içinde… Hepsinin de üzerimde katkıları olmuştur, yadsımam bunu, değerbilmezlik olur. Ne ki, insan bir yerden sonra uçmak, açılmak, yeni deneylerin, serüvenlerin peşine takılmak istiyor… Oysa bu arkadaşlarımızsa var olan konumlarını sürdürmekten yanaydılar daha çok…

Bu anlamdaki rahatsızlıklarımı seksenlerin sonunda yansıtmaya koyuldum çalıştığım yönetmen arkadaşlarıma. Ancak onlar, bunu duymazdan geldi. Bu da onların yeğlemesiydi elbette. O zaman izinlerini isteyip beni kendi çalışmalarından bağışlamalarını rica ettim, bir kıyıya çekildim yine, her zaman yaptığım gibi…

Çok geçmedi bir tansık gerçekleşti… Kendisi bir orman mühendisi ve kameraman da olan arkadaşım Okan Çançin, Orman Bakanlığı için gerçekleştirilecek bir belgeselin yönetmenliğini önerdi bana… Başladım, başlayış o başlayış… On yılı aşkın bir süredir belgesel yönetmenliği de yapıyorum; ama belgesellerimizi yine de “M. Sadık Aslankara-Okan Çançin belgeseli” biçiminde imzaladığımı eklemeden geçmeyeyim.

Bu arada doksanların hemen başında Enis Rıza’nın öncülüğünde Belgesel Sinema hareketi de başlamıştı… Sonra sonra bu hareketle de bütünleşerek belgesel sinema alanında iyiden iyiye yoğun bir üretimin içine daldım…

¦ Belgesel sinema, bundan sonraki çalışmalarınızda da yer alacak mı? Başka projeler var mı?

            ¦ Şu anda zaten Okan Çançin arkadaşımızla çalışıyoruz. Süren projelerimiz var. Bunların sayısı beşe ulaştı. Belgesel sinemadaki çalışmalarımız giderek daha da gelişiyor. Daha deneysel çalışmalara açılmak istiyoruz. Bunda da derine inme kararlılığı içindeyim. Nitekim son günlerde çok önemli bir tasarı üzerine de görüşmelerimiz sürüyor. Umag (um:ag), Uğur Mumcu’nun yazılarından kalkarak “terör” konusunun belgeselinin yapılmasını düşünmüş, Tülin Eraslan arkadaşımız yapmış da bir belgesel. Ama Umag, dönem dönem, derine inilerek yapılacak bir terör belgeseli düşünüyor. Şimdi Umag’la bu konuda bir dizi görüşme içindeyiz.

¦ Sinemacı, yazar, eleştirmen, tiyatrocu nitelemelerinin sizdeki önceliği nedir?

            ¦ Zor bir soru; ancak şu kadarını söyleyeyim hangisiyle yan yanaysam o anda ona âşığım. Yanımda sevdiğim kadın varsa ona âşığım. Masama oturmuşsam yazıma âşığım. Çekime gittiysem orada belgesele âşığım. Aşk denilince, o anda neyle uğraşıyorsam, neye vermişsem kendimi, onun dışında bir şey düşünemem… Aşktan kastettiğim bu. Beynimde, yüreğimde, o an yoğunlaştığım neyse ona âşığım…

¦ Cumhuriyet KİTAP’ta ‘Kitaplar Adası’nı zevkle okuyoruz. Bizi hem geçmişin hem de güncelin ikliminde dolaştırıyorsunuz. Bu sayfayı hazırlarken bakış açınız nedir? Nasıl çalışıyorsunuz? Okurlarınızdan gelen tepkiler nasıl?

¦ Benim bakışımla okur tepkisi farklı açılar anlamına geliyor… İlkin kendi bakış açımdan söz edeyim size… Ben ‘Kitaplar Adası’nda, ta ilk yazımda belirttiğimce bütün kitaplara eşit uzaklıkta, ama yazarlarına eşit sevgide yaklaşmayı hedefliyorum… Amacım, okuru da yazarı da aynı bir yazı içinde yani aynı kitapta birbirine karıştırabilmek… Bu yüzden okurda, kendisine yönelik yazıldığı, yazarda yararlanmayı umabileceği duygusu yaratma öngörüsüyle ortak bir payda oluşturmaya çabalıyorum.

Bu çabamın karşılığını bulup bulmadığı sorusuna bir yanıt verebilecek durumda değilim ne yazık ki! Bu konuda bir yanıt ortaya koyabilmek sanki biraz erkenmiş gibi görünüyor bana… Biliyorsunuz, Cumhuriyet’te yazmaya başlayalı henüz bir yıl oldu… Adımı, ikinci sayfadan tanıyan kimi Cumhuriyet okurları, inanmayacaksınız ama, bana, niye yazmayı bıraktığımı soruyor, düşünebiliyor musunuz? Oysa biliyorum, sıkı Cumhuriyet okurları bunlar, ama ilginçtir, ben de ilk kez ayırdına vardım, kimi okur, Cumhuriyet KİTAP ekini okumuyor demek! Hadi bir ekleme daha yapayım, biliyor musunuz, kimi yazarlarımız da Cumhuriyet Bilim Teknik ekini okumuyor… Olacak iş değil, bir yazar bilim teknik ekini nasıl okumaz, ama okumuyor işte. Artık doğal karşılıyorum bunu…

Bu yüzden olağan Cumhuriyet okurunun tepkisi konusunda herhangi bir bilgiye sahip değilim ya da belki pek çok bilgim var beni sarsacak ölçüde.

Buradan kalkıp sözü yazarlara getireyim… Onların çok büyük oranda ilgisini çektiğini söyleyebilirim ‘Kitaplar Adası’nın. Çünkü yazarlara içtenlikle, kitaplarına alçakgönüllülükle yaklaşan yazılar bunlar… Hiçbir yazardan olumsuz bir değerlendirme almadım bugüne dek, tersine hepsi de yazıların kendileri için çok yararlı olduğunu belirtiyor. İçtenliğimin, sevecenliğimin hepsi de ayırdında. Belki de bundan kaynaklanıyor, sertleşmemi isteyenler de azımsanmayacak sayıda… Apaçık söylüyorlar bunu; “Herkesi beğenmek zorunda değilsiniz ki,” diyorlar, “Neden eleştirinizi yoğunlaştırmıyorsunuz,” diye soruyorlar.

Benim ‘Kitaplar Adası’nda amacım, kitaplardan şarap yapmak, onları sirkeleştirmek değil!

¦ İzleyebildiğim kadarıyla size gelen kitapları tek tek değerlendiriyorsunuz. Özellikle ilk kez kitabı çıkanlar için sizin değerlendirmeleriniz çok önemli. Bir zamanlar Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık‘a genç şair ve yazarları kazandırdığı gibi… Siz de kendinizi Yaşar Nabi gibi mi hissediyorsunuz?

¦ Cumhuriyet KİTAP aracılığıyla bana gelen kitapları değerlendirmek işim sayılmalı. Ne yalan söyleyeyim, bu beni hiç rahatsız etmiyor… Bunun ötesinde sorumluluk duyduğum bir iş var; o da gençlerin ürünleri, yanı sıra ilk kitaplar… Hiç kimsenin, adı eleştirmen olsun olmasın evet hiç kimsenin gençleri görmemeye, ilk kitaplara sırt çevirmeye hakkı yok!

Ben, yenice çiçeğe durmuş fidanı kutsarım, taparım neredeyse ona… Sonra ilk kez meyve veren ağaç da benim için kutludur. Bir limon ağacı dikmişti babacığım bahçemize; Denizli’de limon olur mu, olmaz tabii, tam on yıl sonra meyve verdi güzelim ağacımız, ne bayram yapmıştık ama… Ben, böyle bir gelenekten geliyorum işte. Bunun gibi, hangi yaşta ürün verirse versin, yazarların ilk kitapları büyük önem taşıyor benim için, sonra çiçek dökmeye koyulmuş yeni fidanlar…

Yaşar Nabi, benim çokça yararlandığım, ötesinde aydınlanmamı borçlu olduğumu düşündüğüm bir iki addan biri elbette ama bu da benim hayata borcum, sevdaya, insanlığa borcum, bu benim kendi geçmişime, aşklarıma borcum, bu benim geleceğe borcum…

 

Ödüller ve Ödülleri Üstüne

¦ Sayın Aslankara, ödüller üstüne düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?

¦ Ödülleri kahve falına benzetiyorum, eğer ciddi bir rapora bağlanmamışsa ödül… “Fala inanmam, falsız da yapamam!” Böyle söylüyorlar yanılmıyorsam…

Hadi para, emek, ahlak enflasyona uğratılıyor kimilerince ama entelektüel düzlemde bir araya gelmiş insanların yazın (ya da sanat) ödüllerini böylesine enflasyona uğratmaya hakkı olabilir mi? Şaşılacak iş, ama kimsenin oralı olduğu yok! Öyle çok ödül kurulmuş ki, ödülsüz yazar kalmamış neredeyse… İnsanın, “Heyt, maşşallah!” diyesi geliyor…

Öyleyse ‘ödül kurumu’na yeniden bakmak, bunu yeniden yapılandırmak zorunlu! En büyüğünden en küçüğüne dek bütün ödül kurumlarının kendilerini hizaya çekmesinde yarar var bence. Hiç kimse kusura bakmasın, bu yaklaşımla kısa süre içinde ödülleri de tüketiriz biz… Oysa genç yazarların, türlerinde önemli konuma yükselmiş yazarların, olgun, genç, kadın ya da erkek herkesin gereksinimi var buna, ama hiç kimsenin içini boşaltmaya da hakkı yok bu tür ödül kurumlarının…

Bu yüzden bence kimi önlemlerin alınması gerekiyor ödüllendirmede. Bunlar, yalnızca ülkemize özgü güncel önlemler olarak da alınabilir bana göre:

  1. Seçici kurul üyelerinin hiçbiri, bir başka seçici kurulda görev üstlenmemeli,
  2. Seçici kurul üyelerinin her biri, ödüllendirme çerçevesinde rapor kaleme almalı,
  3. Bir seçici kurul üyesinin yıl içinde okuyabileceği kitap ya da dosya sayısı sınırlı olacağından başvuru olağanüstü bir sayıya ulaştığında bunun önlemleri alınmalı (ön seçici kurul vb. gibi)…

¦ Yurtiçinde ve yurtdışında pek çok ödül aldınız. Bu ödüllerin sizce anlamı neydi?

¦ Bunlar, bana yaptığım işte bir sırt sıvazlama getirmiştir, o kadar… İnsanız, elbette buna da gereksinimimiz oluyor, bu nedenle karşı çıkmıyorum ya ödüllere… Bu, benim kendimle barışık olmamı da sağlıyor üstelik… Düşünsenize, yazar olduğunuzu düşünüyorsunuz, birileri de kalkıp ödüllendiriyor sizi, bundan daha güzel ne olabilir?

Bu ödüllerin, benim yaşamımda doğrudan etkisi, kendi gözümde kendimi yüceltmeme dayanak oluşturması, bu da azımsanacak katkı değil ama bir yazar için!

Çalışkan ve başarılı yazarlar, hiç değilse birer yıllık karşılıksız bir bursu hak etmiyorlar mı sizce de?

 

İlgi ve Ütopyaları Üstüne

¦ Yaşamöykünüzden ilgi alanlarınızın pek çok olduğu anlaşılıyor. Başka neler var?..

¦ Eğer zaman bulabilseydim biraz resim yapmak, gitar çalmak isterdim… Gençlik yıllarımda yaptığım resimlerin, çaldığım mandolinin tadı hâlâ belleğimde, inanın… Üstelik insan, profesyonelleştiği sanat dallarında bireysel doyum eşiğinin gide gide yükseldiğini görüyor. Örneğin ben, artık yazarlığımda, tiyatroculuğumda, belgesel sinemacılığımda yaptıklarımdan doyum almamaya başladım… Hep daha mükemmelini düşünmekten, bir türlü o derin hazza dalamıyorum…

Oysa insanım, böyle doyumlar gözümde tütüyor diyebilirim…

¦ Türk ve dünya edebiyatındaki en güzel psikolojik öykü-roman ve aşk öyküsü-romanı sizce hangileridir?

¦ Benim öteden beri yakından izlemeye çalıştığım, roman, öykü, oyun bağlamında nerelerden kalkıp nerelere evrildiklerine baktığım dört farklı coğrafya var: Avrupa, Ada (İngiltere), Rusya, Birleşik Amerika… Bu açıdan dünya edebiyatı denildiğinde bu dayanaklarım yetersiz kalacaktır. Gerçi son yıllarda buna, herkes gibi bir Latin Amerika edebiyatı eklemiş bulunuyorum ben de, ama yine de dünya edebiyatını kapsamayacak bir seçme, ayırma yapmam ne kadar gerçekçi olabilir?

¦ Aşk üstüne neler düşünüyorsunuz?

            ¦ Mustafa Alak, Agora  dergisine benimle ilgili anılarını yazarken “tek aşkı edebiyat” diyerek benim de görüşümü yansıtmış. Sanırım öyle, bilmiyorum… Öyle ya, tiyatro da aşkım benim, son yıllarda belgesel sinema da. Beni benden alıp götürenlere bağlı belki bu… Ama yeri, sırası gelmişken insanla insan arasındaki aşklara, kendi aşklarıma da geleyim… Aşk bağlamında yaşamımda üç kadın, olağanüstü etkiledi beni. Eşim fakülteden sınıf arkadaşımdı, üç yıl önce birlikteliğimize bir nokta koyduk. Ondan önce bir büyük aşk yaşamıştım, sonra da bir büyük aşk yaşadım, her ikisi de tiyatrodan arkadaşlarımdı. Tiyatrocuların aşka açık yanları var. Ama edebiyatçılar arasında bu bağlamda bir açıklık yaşanmıyor. Genci, olgunu prezidyum üyesi birer kadın sanki, aşkı yaşamından atmış, yazarlığa soyunmuş, olacak iş değil! Aşksız yazarlık yapılabilir mi? Ben hem işime âşığım, hem de tek tek kadınlara aşkla bağlanıyorum… Yaşamımın sonuna dek sürecek bu… Tek korkum yaşlılığımda sağlık sorunu nedeniyle alanlarıma yönelik beslediğim aşkı yaşayamam, bir de yetmişinden sonraki aşklarıma kadınlardan karşılık bulamam diye, o kadar…

¦ Ütopya üstüne neler düşünüyorsunuz ve sizin ütopyanız nedir?

¦ Ben, ütopyalarıyla yaşayan, bunun ötesinde ütopyaları kadar yaşayan insanların dünyayı anlamlandırdığı bir kuşaktan geliyorum… Bu nedenle ütopyanın benim için anlamı hem yalındır hem karmaşık… Örneğin ütopya benim için iştir, ekmektir, özgürlüktür bir yanıyla; bir yanıyla da karmakarışık görünen, ama sadeleştirildiğinde ortaya çırçıplak bir gerçekliğin çıkacak olduğu matematiksel bir işlem…

Toplumsal ütopyayı bir yana bırakayım, doğrudan kendi bireysel ütopyama döneyim… Az önce ödüllerden söz etmiştik ya, bireysel ütopyam, bunu bursa çevirebilir miyiz acaba? Sözgelimi ödülleri kaldırıp da yazarlara burs versek nasıl olur dersiniz?

Aralık  2004

İstanbul-Ankara

 

 

Münevver Oğan’ın Ek Sorularına Yanıtlar:

º  Uykusu Sakız’daki öykülerin ortak teması için “yüzleşme”, geçmiş yıllarda kalan “ben”in bugünün yorumuyla bir “sorguya çekilmesi” diyebiliriz. Bu bağlamda felsefe-öykü ilişkisi üstüne görüşlerinizi alabilir miyiz?

Romanlara, öykülere, öteki sanat türlerindeki ürünlere bakıldıında, bunlarda felsefenin, genel olarak dıştan giydiriliverdiği, ama bunun yapıta, ürünün yapısına ne yazık ki içirilemediği, sonuçta söz konusu sanat yapıtında felsefenin içkinleşemediği görülüyor… Sanatçı ya felsefeciliğe soyunuyor, o zaman sanat kapı dışında kalıyor, iş bir felsefe müsameresine dönüşüyor ya da felsefeyi bir türlü kapısından içeriye buyur edemiyor, ortaya felsefesiz, ne idüğü belirsiz şabalak bir iş çıkıyor.

Sanatın felsefesiz yapılabileceği düşünülmemeli! Bunu iki anlamda da doğrulamak için söylemiş olayım. Yazar, meslekçe felsefeci olmak zorunda değil, ama yine de veriminde felsefeyi kullanmak zorunda kalacağını unutmamalı, yazar dediğimiz kişi ürünlerini, bir felsefeye dayanarak üretebilir ancak. Bu, diyelim sanatın üretimi sürecinde geçerli görünüyor, ama hayır, felsefe, herhangi üretimde bulunmayan bir sanatçı için de, ileride gidebileceği, seçebileceği, alabileceği yolun kılavuzudur, hiçbir ürün vermese de felsefeyi soğurmuş bir us olarak girmek zorunda yazın laboratuvarına.

Şu bir iki sözün ardından sorunuza geleyim… Şimdi ben, bu ilkeleri başkalarına önerirken, nasıl olur da bunun dışına çıkarım?.. Demek ki benim ürünlerimde, bir felsefe-yazın ilişkisini zaten gözetilmeli, bunu yalnız öykülerim için değil öteki dallardaki verimlerim için de öne sürmek olanaklı bence. Bütün sorun, benim bunu başarıp başaramadığım noktasında düğümleniyor… Ben, felsefeyi içkinleştirmeye çalışmışımdır da olmamıştır, becerememişimdir. Burada ilkin niyetin bu olması gerekiyor, bunun altını çizmeye çalışıyorum. Şunu unutmamalı bir genç yazar; dilsiz, dönüştürümsüz, felsefesiz edebiyat yapılamaz!

º Öykülerinizde zamanın ele alınışı da bana ilginç geldi. Kuşkusuz öykü, bir yazınsal metin ve kurmacaya dayanıyor. Öyle bir kurmaca ki bugünden düne, dünden bugüne, hatta bugünden geleceğe gidebilirsiniz… Yörüngenizde ileri ya da geri hareket etmek olası… Öyküde zamanın kullanılışı ilgili neler söylemek istersiniz?

An, öykünün moleküler yapısındaki atomdur. Bütün güç ondadır, öyküdeki gücü de o simgeler bana göre. Her öykünün bu anlamda atomu olacağını, bir atoma sahip bulunacağını düşünebilirsiniz… İş bu atomu açığa çıkarabilmekte, bu atomdan büyük, çok çok büyük bir öykü erki yaratabilmekte. Ama ne yazık ki her öyküde böyle bir erkeyle karşılaşılamıyor. Çünkü yazarı, bu atomdan yararlanamıyor. Okuduğumuz en sıradan öykünün bile, bu ilke dikkate alınarak düzenlenmesi durumunda iyi kötü böyle bir erkeye kavuşabileceğine inanıyorum ben… Bir elektrik akımının ortaya çıkabilmesi için o anlık buluşma neyse, öyküdeki atomun parçalanması da odur; bu, aynı zamanda anın patlaması, öyküyü uçurması anlamına gelir…

Öyleyse yapılması gereken, “an” olgusunu, öykünün ana erkesi olarak görüp, atomunu onun, bu yönde yekindirmek! An, bütün yazınsal türler için gereklidir, oysa öykü için zorunludur. Ne var ki yazar, öyküsü için atom bağlamında temele aldığı an’ın hem ayırdında hem de bilincinde olmak zorunda, tersi durumda uçmak şöyle dursun, yerinden bile kımıldayamayabilir öykü…

Yazar zamanı, burada an’ı kullanmayı ne zaman öğrenir? Elcevap: zamanla.

º Kitabınızı bir çocuğun iç dünyasına yolculuk bağlamında okuduğumuzda, ailelere, eğitimcilere ve öteki kişilere ipucu olabilecek tümcelerle karşılaşıyoruz. Örneğin “Kızılay’ı öğrenmişim ya, her semtin sonuna bir ‘ay’ ekliyormuşum. Ulusay, Bahçeliay, Cebeciay, Çankayay…” (s.15). “Titremesi geçmezdi hiç. Üstümüzden örttüğü yetmez, başımıza da çekerdi havluyu. Ben boğulacak gibi olurken o beni memelerinin ve karnının üzerine yastık gibi bastırır, bacaklarıyla kasıkları arasına sıkıştırıp dundum diye inleyerek beşikteymişim gibi salınırdı.” (s.60)

Her yazar, ancak bir kez çocukluk yaşayabiliyor. Ne ki çocukluğu odakladığı ürünlerinde yazarların, yalnızca kendi çocukluklarından kalkarak çocuklukla örüntülenmiş bir anlatıya yönelmeleri düş kırıklığı yaratır, o kadar. Çünkü başka başka çocukluklarla da sınanmış olması, başka başka çocuklardan da pay alınması, hatta ders çıkarılması gerekir bu konuda. Tip ile karakter konusunda söylediklerimi, burada tekrarlamam gerekmiyor, ama anımsayabiliriz bunu. Bir yazar için, çocuğu anlatıyorsa kendi çocukluğu o anlatı için elbette zorunludur, ne ki bu yetmez, ardı sıra kendi kardeşlerine, çocuklarına, komşu, akraba çocuklarına yani kendi dışında ne varsa çocuk-çocukluk olarak bunları da dikkate alması gerekir…

İşte o zaman yansıttığı çocuklar, bir gerçektenlik duygusu da yayarlar. Sıra işi tipik çocuk olmaktan çıkıp, şu şu diye gösterebileceğimiz varlıklara dönüşür, birer çocuk karakter olarak göz kamaştırırlar.

Ben, anlatılarımda yer alan çocukları böyle yapılandırmaya çalışıyorum. Kuşkusuz Uykusu Sakız‘daki çocuklar da böyle yapılandırıldı… Burada ben, çocuklardan kalkarak aielelere, eğitimcilere şunları söylemek istiyorum diyemem tutup da. En azından üreticinin böyle bir söz etmesi olmaz, bu tür yorum, yaklaşım, sanat ürünlerinin alımlayıcılarınca yansıtılır ancak.

º Öykülerinizi kurarken çocuk dünyasına ilişkin özel bir çalışma yaptınız mı?

Çocuklarla ilgili azımsanmayacak çalışmam oldu. !970 başlarında çocuk dramalarıyla ilgilendim yoğun olarak, ama daha çok yazar olarak. O günden bugüne on kadar çocuk oyunu yazdım, bunların çok büyük bölümünü sahneledim. Denizli’de çocuk tiyatrosu kurdum, Türkiye’nin öteki çocuk tiyatrolarını yakından tanıdım. Yine Denizli’de çocuklar için ücretsiz olmak üzere “Güzel Konuşma ve Duygu Eğitimi” kursları düzenledim. Ankara Televizyonu için 1976’da çocuk draması yazdım, GAP Televizyonu için 1990-92 arasında İlkokullararası Bilgi Yarışmasının sunuculuğunu yaptım, yine Ankara’da Doku Kültür Okulöncesi Eğitim Merkezinde yaratıcı drama çalışmalarını yönlendirdim, drama rehberliği yaptım, burayla olan ilişkilerim bugün de sürüyor hâlâ… Öte yandan bütün bu süreler içinde çocuk draması, tiyatrosu, yazını üzerine yazılar yazdım, ulusal toplantılara katıldım, bidiriler sundum…

Bu ayrıntıyı özellikle aktardım. Ben beş on bin de değil, yüz binlerce çocukla içlidışlı oldum son otuz yıl içinde, üstelik onlardan çok şey öğrendim… Bilmem ki bunları çocukla ilgili yapılmış özel çalışmalar arasında sayar mısınız?

º Agora’da yayımlanan söyleşinizde “Uykusu Sakız’daki çocukların yaşadığı ‘travmalar’ı, bir açıdan yetişkinlerin geçmişi olarak almak da olanaklı belki.” diyorsunuz. Travma ve yaratıcılık, travma ve yazınsal kimlik konusunda ne düşünüyorsunuz?

Bilim, sanat, spor, bu alanlarda üretim yapan kişilerce, bir başka şeyin yerine konulmş eylemler; kişilik yapısı olarak bilimci, sanatçı, sporcu bir başka şeyi gerçekleştiremediği için, bunun yerine gerçekleştirebildiği, yüceltici bir iş koymaya girişiyor, ben yazarın, kişilik olarak yazmaya böyle yöneldiğini düşünüyorum… Yoksa bir insan niye bilim, sanat, spor yapmaya yönelsin durduk yerde? Var bir nedeni ki toplumsal onuru olan, insana saygınlık kazandıran bir işe yöneliyor. Bunları söylerken, para kazanmak amacıyla bu işe girişenleri düşünmüyorum tabii. Onlar, bu anlamda bir ilinektir olsa olsa… Para için bunları yapmaya yöneldiğinizde siz artık bilimci, sanatçı, sporcu kimliğinizi yitirmişsiniz demektir, ben, mesleklerinin ticaretini yapmaya girişenlerden değil andığım alanlarda uzluk bağlamında kendi kişilikliklerini gerçekleştirebilmek için çabalayanları öne alıyorum elbette.

Böyle olunca bir travmanın yerine, bu etkinliklerin yani bilimin, sanatın, sporun konulmuş olabileceği akla yatkın bir olgu gibi görünüyor bana. Bir yanıyla zaten yarış bu. Travma, bir yandan bunu kışkırtıp kamçılıyor da. Bu tür yaralanma bireysel ya da doğrudan kişilikle ilgili olabileceği gibi ailesel, eğitsel, kentsel, ulusal, sınıfsal, dünyasal nedenlerle kırılmalar yoluyla da ortaya çıkabilir. Sözgelimi bir aşkın yerine, daha doğru deyişle, aşktan, veya kırgınlığından ötürü yaşanılmış yaralanmanın ya da travmanın yerine konulmuş bir eylem biçimi olarak neden alınmasın sanat?

Yaralanma, çocuklukta, yeniyetmelikte, delikanlılıkta yaşanıyor asıl, yavrunun, filizin, tomurcuğun daha kolay etkilenişi gibi… Sanırım bu yaşlardan başlayarak bu yaralanmanın yerine bir değer koyarak bunu bilinçle aşmaya çalışıyor insan, on yıllara yayılan süreç içinde.

º Bir öyküyü yaratma, yazma sürecenizi anlatır mısınız?

Onlarca, hatta yüzlerce öykü atomuyla birlikte gezinirim ben. Ne var ki bu atomların her biri, gün içinde bir diğeriyle çatışır, birbirine karşı savaş açar ya da birbiriyle işbirliğine gidip uylaşır. Ustaki öykü atomları borsasıdır bu… Her gün de değil her saat, her dakika bakarsınız iner, bakarsınız çıkar, her an bir değişim içindedir, çünkü canlıdır. Atomlar canlıdır. Hep öyküye erk verecek öykü atomunun yaratıcısı, yapıcısı “an”ın peşinde olmak, değişimlere de boyun eğmeyi getirir ister istemez…

Bir gün yeni yeni öyküler kurulurken bu atomlarla aynı zamanda kimileri de ölü öyküler mezarlığına gönderilir… Ama mezarlığa giden geri dönmez, canlanmaz diye de bir kural yok; bakarsınız, aradan nice zaman geçtikten sonra bir başka “an”a ya da atoma yapışıp yeni bir öyküsel erkle yeniden çalıverir us kapınızı!

Ben öyküye böyle başlarım… Sonrası hiç belli olmaz. Bakarsınız aynı gün oturur, o atomun peşinden yapar çatar, ortaya koyarım öyküyü, bakarsınız aradan on yıl geçtikten sonra, bu süreçteki bütün çalkantıları yaşayıp dingin bir ruhla yazmaya koyulurum… Ama ister ilk gününde yazayım, ister onuncu yıldönümünde, tek yazımla salıvermem öyküyü. O öykü, yazılmışlığıyla kendisini bana kanıtlayana dek boğuşurum onunla… Nasıl kanıtlar öykü kendisini bana? İçimdeki eleştirmenin onayıyla! Bir kez de size söyleyeyim, kendinin eleştirmeni olmadan hiç kimse yazar olamaz!

Diyelim içimdeki eleştirmen onayladı, evet dedi, bu öykü kendisini kanıtladı, o zaman da yayımlamak için acele etmem, varsın beklesin derim, isterim ki şımarıklığını atsın üzerinden öykü, kuşkusuz siz de bilirsiniz, öykü yazıldığında şımarıktır biraz, kendini beğenmiştir, güzelliği yapaydır, ama buna karşın burnu büyüktür, kibirlidir… Bunun ilacı, dosyada kapalı tutmaktır öyküyü. Dinlenmeli, yumuşamalı, söz dinlemelidir!

Eğer içinizdeki eleştirmen, aradan geçen onca zaman sonra yani burnu sürtüldükten sonra da onay veriyorsa öyküye, o zaman yayımlamakta hiç kuşku duymayın bence! Eğer buna karşın öykü, bir güzellik yansıtmıyorsa, sizin katabileceğiniz pek bir şey yoktur ona, yetenekleriniz ancak bu kadardır, herkes Çehov ya da Sait Faik olacak değil ya…

º Eleştirilerinizde hem sözünü esirgemeyen hem de içten, yüreklendirici bir tutum var. Öykü eleştirmenliğiniz hakkında konuşalım mı?

Elbet benim de içimde bir eleştirmen var, üstelik kül yutmaz, göz yummaz, bağışlamaz bir eleştirmen bu… Ne ki ben, bir meslek eylemi olarak eleştirmenlik yapmıyorum, yazdıklarımı da eleştiri yazıları olarak görmüyorum… İleride kendime bolca zaman ayırabilirsem eğer, bugüne dek biriktirdiklerim yönünde, anlayışım, kavrayışım doğrultusunda eleştiri örnekleri vermeyi düşünmüyor da değilim ayrıca. Bu benim, eleştiriyi bilmememden, eleştiriden korkmamdan kaynaklanmıyor, tersine eleştiriyi bilmemden, ama ona saygı duymamdan kaynaklanıyor… İçinde eleştirel kimi değerler taşıyan her yazı eleştiri değildir çünkü, hele bunu yazan, ötesinde üç beş gün içinde bir şeyler karalayıveren kişi de eleştirmen değildir.

Eleştirmenlik de eleştiri gibi tıpkı, bizden ciddi emek ister, bu emek günde sürdürülen eylemin tanımıdır, bu yetmez, geçmişten getirdiği ciddi bir birikime yaslanması da zorunludur eleştirmenin… Bugün ülkemizde yükselişte olan, içinin, içeriğinin değeriyle birlikte yükselişte olan tek yazınsal türdür belki de eleştiri, kimseler ayırdında olmasa da bunun.

Gerçekten de bana göre günümüzde varlık gösteren bir düzine kadar eleştirmen, daha doğru deyişle eleştiri alanında kalem oynatan, arada bir de olsa eleştiriyle ilgili somut, güzel örnekler veren yazar, bu alanda olağanüstü görkemli bir erke üretiyor… Onları sevgiyle izliyorum… Kimi çevrelerin kasıtlı olarak öldüğünü, olmadığını söylediği eleştiri, son bir iki yıldan bu yana belki de son yirmi otuz yıldan bu yana hiç olmadığınca, hiç görülmediğince yüksekte bir doruğa doğru yol alıyor.

Sizin sözünü ettiğiniz öykü eleştirmenliğime gelince… Hani içimde kendi eleştirmenim vardı ya, ben değil, o yazıyor bu yazıları… Bazen ben beğenmiş oluyorum, ama o kaşını kaldırıyor, usulca fısıldıyor kulağıma, sizin o “öykü eleştirisi” dediğiniz yazıları yazdırıyor bana, “kaba bir hazcısın,” diye söylenerek bana. Bakıyorum benim hoşuma gitmiyor ama, içimdeki eleştirmen yani kendi eleştirmenim okuduğum öyküdeki güzelduyusal değerleri, öykünün neden bu yanlarıyla önem taşıdığını gösteriyor tek tek bana, bu kez de oturuyorum onu yazıyorum…

O yazılar böyle çıkıyor ortaya, sevdiklerimi de sevmediklerimi de içimdeki eleştirmenimin süzgecinden geçirip onayını alarak…