Ondancı ve Hatırlattıkları
Adalet Temürtürkan
“Ondancı”nın kapağını açtım, sayfaları hızla geçtim. On beşinci sayfada duran tren; düdüğü ötüyor, dumanı kat kat yükseliyor, is kokuyor. Taka tak taka tak gidecek, kuyruğunu kıvıracak. Ben bu trene binerim, dedim. Çocukluğum, ilk gençliğim, trende geçen yıllarım, kömür kokan saçlarım…
On altıncı sayfada tren durdu. “Sayın yolcularımız, bilmem ne istasyonunda meydana gelen elim bir kaza nedeniyle, trenimiz bir süre burada kalacak, buyurun, sizi küçük evimizde misafir edelim,” diyordu içimdeki ses. Treni terk ettik. Akıllı, hayal zengini çocuk ve yoksul annenin evine gittik, bütün yolcular pencere önüne doluştuk.
Diğer yolcuları atlatıp hayal dünyamda upuzun bir yolculuğa çıkıyorum. Pencere önündeki çocuk ve annesiyle, adı olmayan, ayağı yok hükmündeki çocuğun hayalleriyle, koşuyor, yürüyor, oynuyor, yüzüyorum. Ondancı’nın satır aralarındayım.
Oğlunu mutlu etme çabası içindeki anne, gittiği her evden bilgi, umut ve haber getiriyor, onu oyalamaya yarayacak ıvır zıvır taşıyor, küçük yalanları, oyunlarla engelleri aşabilme çabaları, umut arayışları vicdanımla ele ele tutuşup, yılları geriye sarıyor. Empati… Gezinip duruyor içimde, dilimde.
Yoksul, öteki, engelli. Bu nasıl hayat, deseniz de bütün zorluklara rağmen yaşamak ne güzel şey! Oğlunun pencere önüyle sınırlı hayatını renklendirmek için çırpınıyor anne, gündelikçi, aldığı para ihtiyacı karşılamıyor, çalıştığı evlerden bilgi topluyor, çare arıyor, derdine derman bulmak uğruna varlıklı ablalarına dalkavukluk yapıyor. Oğlu farkında, ergen, sinir uçları en yüksek seviyede uyarılmış vaziyette, duyguları karışık, isyanını, hırçınlığını içinde yaşıyor, annesine karşı davranışları yaşından beklenmeyecek olgunlukta.
Bazen gizlice gözyaşı döken, bazen küçük sevinçlerden büyük mutluluk çıkaran annenin başka ilişkileri de var, oğlu pireleniyor. Bu ilişki kadın olmanın gereği mi, evin geçimini sağlamak için mi? Yazar, bu ilişkinin her ihtimaline de tebessümle baktırıyor okuru.
Yoksulluğu ve pencere önüne mahkûmiyeti onu erken olgunlaştırmış, çabuk büyümüş, çokbilmiş biri var karşımızda. Ihtığı cam önünde gördüğü her hareketi, bitkiyi, gölgeyi, sesi inceleyen, kitap ve internetle dünyayı dolaşan, bilgiye ulaşan, yazan, çizen, el becerisi olan “Çocuk adam”. Annesinin ablalardan öğrenip anlattığı her konuyu çok önceden okumuş, yaşıtlarının çok üstünde bilgi, beceri ve duyarlılığa sahip.
Hayatını oğluna adayan annenin çabası ve pencere önündeki çocuk adamın zengin hayal dünyası; bütün uzuvları sağlam, az çok varlıklı insanlarda sorumluluk duygusunu tetikliyor, vicdanı hatırlatıyor.
Ondancı’yı okurken, çocukluğumda gördüğüm eve kapatılmış engelli kadını hatırladım. Onun da ayakları yok hükmündeydi, ihtiyaçlarına sürünerek ulaşıyordu, oda diye kapatıldığı ahıra benzer yerde. Ulaşabildiği de duyarsız abisi ve vicdansız yengesinin uygun gördüğü kadardı. Adı yoktu, Top Kız diyorlardı ona, yatağı ottandı.
Erdal geldi aklıma sonra. Askerlik görevini yapıyordu, çatışmada yaralandı, kolundan ve ruhundan. Malul raporu ve gazi madalyası verdiler. ”Vatan sana minnettar” dediler. Yirmili yaşlardaydı, hayalleri, sevdiği, gitarı vardı, malul maaşı yetmezdi, terör malulü kontenjanından işe girdi, iş kazası geçirdi.
Yüzlerce kilo ağırlığında kâğıt balyası düşmüştü Erdal’ın üstüne. Omuriliği, belden aşağısına komut veren sinirleri zedelenmişti. Aylar, yıllar süren tedavi sonuç vermedi, sinirlere can gelmedi.
Sosyal güvencesi vardı, uzun süren hukuk mücadelesi sonunda yüklü sayılabilecek miktarda tazminat kazandığını duydum. Hastanede gördüğümde, “İşim de param da olmayaydı, belimden aşağıya sözüm geçeydi.” diyordu, buğulu gözleriyle.
Uzun saçlı, yakışıklı Erdal’ın dünyası karardı, önünde upuzun hayat vardı, ama nasıl? Belden aşağısını hissetmiyordu, bu ne demek? Konuşamıyorum, yaşama amacı Erdal’a el ayak olmaktan ibaret annesinin gözlerine bakıyorum, derin, çok derin…
“Abla, askerde kolumu verdim, vatan sağ olsun, dedim, şimdi buna ne diyeceğim?” diyor, battaniyenin altında upuzun, uykuya yatan bacağını gösteriyor.
Yıllar geçti, Erdal’ı görmedim, sesini duymadım. Gitarını çalıyor mu, annesi yaşıyor mu, Erdal’a el ayak olan biri var mı?
Gençliğimizi ezip geçen yılları, aydın kıyımının en yoğun olduğu dönemi düşündüm. Saldırıya uğrayan, öldürülen, elsiz ayaksız bırakılan değerleri; Ümit Kaftancıoğlu, Bedrettin Cömert, Server Tanilli, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Turan Dursun, Bahçelievler’de katledilen beş genç. Say say bitmiyor. Sonra karakaşlı çocuk Berkin, Ali İsmail ve diğerleri. Evi başına yıkılanlar, yakılanlar, dilini unutanlar, evinden, sokağından, şehrinden edilenler. Unutmadım, aklımda…
Ondancı’yı iyi ki yazdınız. Vicdanım anılarımla buluştu. Teşekkürler Sadık Aslankara. Elinize, yüreğinize sağlık, kaleminizin ömrü uzun olsun.
Ondancı’yı bitirdim, aklımdan silemediğim Erdal’ı aradım, sosyal medyada. Gençlik, askerlik fotoğrafları vardı sadece. Hükümsüz bacaklarını gizlemişti. Gitarı neredeydi? Ezildim, içimden geçen trenin altında kaldım.
O trene tekrar binmek, çocukluğumun kaldığı istasyonlara gitmek istiyorum.
Top Kız’ın hikâyesini sormak, uzun saçlı Erdal’ın sesini duymak istiyorum.
(Bu yazı, www.edebiyatburada.com sitesinden yazarının ve www.edebiyatburada.com sitesinin hoşgörüsü sığınılarak alınmıştır. )