ÖYKÜ ÇİLİNGİRİ: M.S.Aslankara; Borges’te ‘602.Gece, Gülsoy’da Anlatısal Farkındalık

Borges’te “602. Gece”, Gülsoy’da Anlatısal Farkındalık…
M.Sadık Aslankara
 (15.02.2018 YAZISIDIR.)

Yalnız öykücülerin değil yanı sıra romancıların, ötesinde denemecilerin sıkı sıkıya sarılarak yararlanabileceği bir yapıt Murat Gülsoy’un 602. Gece / Kendini Fark Eden Hikâye (Can, 2009) başlıklı inceleme kitabı.

Yaklaşık on yıl önce yayımlanan, verimleyici sanatçıların kendi üzerlerine kapanarak düşünmelerinin önünü açacak, onları bu yönde kışkırtacak söz konusu yapıt üzerinde nice durulsa yeridir.

Bu yazıda Murat Gülsoy’un yapıtındaki, kitaba da adını veren ilk incelemesinden kimi alıntılarla yaratıcı yazarlık doğrultusunda kendi içlerinde çaba harcayan öykücülere dönük düşünceleri paylaşmayı hedefliyorum.

İnceleme, “602. Gece: Kendini Fark Eden Hikâye” başlığını taşıyor. “Kendini fark etme” olgusunu, bir yabancılaşmadan sıyrılış bağlamında okumak gerekiyor.  Kendinizi öyle fark ediyorsanız, siz artık o siz değil de farklı bir sizsinizdir. Öncekinden ayrılan, bir ölçüde birbirini “öteki”leştirdiği için de bu anlamda birlikte var ettikleri bu “sentez”de artık birbirinin teziyle antitezine dönüşmüş bir “farklı” anlatı. Artık birbiriyle olamayacaklarının ayırdına varma ânı da denebilir aynı zamanda buna. Siz orada, bir anda bir “aydınlanma” yaşayıp “o” olmadığınızı, “başka” bir şey olduğunuzu görüvermişsinizdir.

Burada “değişmeyen”in içinde, kendini birden fark ederek onun dışına atıp kendini doğuran ya da doğurtan “öykü”. Kendisinin farkında olmaksızın çağlar boyu yürüyüşünü sürdüren “hikâye” sona ermemiş, ama “öykü”nün, âdeta yeni bir “tür” halinde kendini fark etmesini sağlamıştır.

“Yıldızın parladığı anlar”dan birinin de bu olduğunu kabul edeceğiz o halde.

Murat, çok sevdiği Borges’in ufuk açan sözlerini aktararak başlıyor:

“Hiçbiri, tüm o gecelerin içindeki büyülü 602. gece kadar altüst edici değildir. Bu garip gecede sultan, Şehrazat’ın dudaklarından kendi hikâyesinin döküldüğünü duyar. (…) Eğer Şehrazat anlatmayı sürdürürse, bin bir gecenin sonsuz ve döngüsel hale gelmiş olan hikâyesinde kısılı kalan sultan ebediyen masalını dinlemeye devam edecektir… Binbir Gece Masalları’nda Şehrazat birçok hikâye anlatır; bunlardan biri, adeta Binbir Gece Masalları’nın kendisidir.”

Başka atıflarla da pekiştirerek “bunun bir mise en abyme (‘Sonsuza düşüş’) olduğu” (s.16) gerçeğinden yola çıkan Murat Gülsoy, Velázquez’in Nedimeler (1656) tablosuyla (s.24) André Gide’in 1893’te yazdıklarından sonra (s.21) olguyu böylesi kavramsal temele getirip dayayanın Borges olduğunu vurgular. Çünkü alanda düşünce üretenlerle kimi yazınbilimciler, “Borges’in kurduğu 602. Gece’nin büyüsüne kendini kaptırıp Borges’in bıraktığı noktadan düşünmeye devam ediyor”dur. (s.24)

“André Gide’in mise en abyme diye adlandırdığı ‘romanın içinde romancının romanı yazmakta olduğunun anlatılması’ gibi bir teknik, paradoksal olduğu kadar oyunsudur ve üstelik roman yazma sürecini mercek altına alır.” (s.28) Temsiliyet bağlamında, “bu eserlerde olay örgüsü, dil ve diğer anlatım araçları anlaşılır kalıplardaymış gibi görünüyor[dur] ancak ortaya çıkan yapıtlar yine Nedimeler’de olduğu gibi çok farklı düzlemlerde felsefi ve psikolojik açılımlar getiriyor”dur. (30)

“Realizm, romantizm, natüralizm gibi yaklaşımların varabilecekleri sınırlara dayandığı XIX. yüzyılın sonlarında edebiyatın kendi içine dönmesiyle, kendi üzerine kapanmasıyla, kendi üzerine düşünmesiyle anlatım biçimlerinin, anlatı yapılarının asıl mesele haline gelmesiyle yeni bir döneme girilmiş oldu.” (John Fletcher ve Malcolm Bradbury’den, s.32)

“Dünyayı en iyi şekilde yansıttığı düşünülen edebiyat artık kendi başına dünyayı kuran bir etkinlik olarak algılanmaya başlandı.” (s.32) “Daha önceden dünyayı anlamak için kullanılan sanatın temsil krizi (yani artık yazılan romanın yaşadığımız dünyanın gerçeklerini anlatabilme özelliğine duyulan inancın kaybı) sanatları kendi üzerine düşünmeye, kendi üzerinde deneyler yapmaya götürmüştür.”

“Sanatçı/yazar sanatsal yaratının bir parçasıdır artık, çünkü sanat bir deney/deneyimdir.” (s.33)

Salt bu özetleme bile bir öykücü için paha biçilmez değer taşıyor bana göre. Çünkü bir yazar, ilkönce bulunduğu yeri yani çıkış noktasını iyi bilmek, saptamak zorunda. Buradan kalkarak yapılandıracağı anlatısında daha önceleri kendisine dek gelen gerek yakın zamanda gerekse çok daha önceki bin yılları içine alacak biçimde yapılanların ardından kendisinin buna ekleyecekleri neler olacaktır, bunun bilinciyle davranmak zorunda.

Hikâye anlatmanın öykü yazma evresini de süpürerek bizi farklı bir yere getirdiğini öngörebiliriz. Her öykünün yeni bir deney olduğu bilinciyle yazılmalı demek ki anlatılacak hikâye.

Öyle ki, siz de bu deneyde, yazmakta olduğunuz öyküyle birlikte bizzat arayışa katılmalı, yepyeni çıkarımlara varmalısınız.

O halde öykü, bulunan değil aranandır, bu nedenle de sonuca gitmeyip öylece ortada bırakabilir, geride bıraktığı ise okur hakkıdır, okur gereğini yapacaktır nasılsa.

 

(Yukarıdaki yazıda Murat Gülsoy’un yaptığı alıntılar, ayraç içinde yazarının adı verilerek gösterilmiştir. Toparlayıcı anlamda genel özetlemeyle yetinilse de geniş sayılabilecek aktarımlarla ilgili olarak yazarla Can Yayınlarının hoşgörüsüne sığınılmıştır.)