YARIŞMA ÖYKÜLERİ ÜZERİNE
KİMİ DÜŞÜNCELER, NOTLAR…
M.Sadık Aslankara
Herkesin, kaçınılmaz biçimde bir hikâyesi olacaktır kuşkusuz, anlattığı, anlatacağı, hem de bütün zamanlarda. Öyle ya, hikâyesi olmadan, hikâyeler kurmadan yaşayabilir mi insan? İçinde debelendiğimiz şu hayata katlanmanın da bir yolu değil midir hikâye kurmak?
Kimileri bu hikâyeleri ustalıkla paylaşabilir elbette, bir güzel dinletir, kimileri özenir, derli toplu yazıp içindeki o hikâyeyi düzebilir, biz de okuruz.
Yine de iş, yazmaya gelip de kalem kâğıt alındığında ele, yani hikâye çiziktirildiğinde, bunun hemen öyküye dönüşeceği düşünülmemeli kesinlikle.
İyi bir öykü mü çıksın istiyorsunuz ortaya, o zaman donunu toplamak zorundasınız onun. Neden? Donu toplanmamış hikâye, öykü değildir de ondan! Önemli olan anlatılan değildir çünkü, anlatılanı en güzel biçimde kurmaktır, yeniden yeniden, üstelik zaman aşırı bir somutlukta bunun kurulabilirliğini sağlamaktır.
Öykünün donu nasıl toplanır, bu nasıl sağlanır derseniz, yazarda bulunması gereken, öykü birikimine dayalı eleştirel aklın devreye sokulması, yazılanlarınsa aklın süzgecinden geçirilmesi anlamına gelir.
Zaman zaman öykü, roman, oyun, belgesel türlerindeki kimi yarışmalarda önerilen seçici kurul üyeliğine sırt dönemeyip görev üstlendiğim oluyor. Son olarak da yazarların tek öyküyle katılabildiği bir yarışmada seçici kurul üyeliği yaptım.
Altmışın üzerinde yazarın rumuzlu ürünlerle katıldığı, “Kent ve kentlilik bilincinin, kent-insan ilişkilerinin ve kent birikimlerinin sanatsal ürünlerle işlenmesi” izleğini temele alan bir yarışmada yine bu kadar sayıda öyküyü okurken bu okuma sürecinde yazarlarda genelde öykü sanatına dönük gözlediğim kimi eksikliklere değinmenin yararlı olacağını düşündüm. “Hızlı” değil “yakın” bir okumayla taradım öyküleri.
Bu örneklerden kalkarak edindiğim izlenim, gözlem, saptama, yalnız bu yarışmayla sınırlı kalmasın, bunların bende yol açtığı kimi düşünceleri, değinileri ayrıca işleyip bağımsız bir yazıya dönüştürdüğümde, bunun sayılamayacak yarar getireceği öngörülebilir.
Öykülerin kimler tarafından yazılıp yarışmaya gönderildiğini bilmediğim için burada herhangi yazardan, addan söz etmek olanaksız. Bu nedenle hiçbir öykücünün ya da yazarın bundan tedirgin olmaması, kaygı duymaması gerektiğini söyleyeyim.
Sonuçta okuduğunuz yazı, benim için adeta zorunluluğa dönüşmüş oldu.
Bu bağlamda ilkönce genel yaklaşım doğrultusunda kimi gözlemlerimi, saptamalarımı paylaşmak, sonrasında örneklerle konuyu sürdürmek istiyorum.
Belirli izlek, konu, koşul getirilmiş yarışmalarda, yazarların enikonu tutukluk yaşayacağı öngörülebilir, bunu doğal karşılıyorum. Ancak yarışmada söz konusu kısıtlanmanın, en azından olumsuzluk bağlamında kimi yazarları, adeta birer deneme kaleme alıyormuşçasına etkileyip öykü türünün görece dışına ittiği, dolayısıyla yazarın bu donukluğu, ayırdına varsın, varmasın metnin sırtına ağır bir yük halinde bindirdiği, sonuçta bunun öyküye zarar verir hale geldiği söylenebilir gibi geliyor bana.
Öte yandan metnin zaman zaman anılarla kol kola girdiği yönünde izlenim bırakması, öykünün sırtına binen bir başka ağır yüke dönüşüyor kolayca. Böyle olduğunda ağdırmalar nedeniyle öyküdeki anlatı zemininin bir anda kaydığı, bambaşka alanlara savrulduğu görülebiliyor.
O zaman öykü türünde olmazsa olmaz dil-mantık yapısının bir ölçüde zedelendiği, kurulan öykünün kendi zeminini yitirip bir anda başkalaştığı da görülebiliyor.
Öykü sanatı, türün gereği olarak kapsanık dil-mantık temelinde yapılandırılıp öyle kurulur. Bu işlemede eksiltmeyle sıkılanmamış herhangi anlatım, öyküyü seyreltir, böyle bir durumda yığma ya da dolgu diyebileceğimiz tek tümce bile göze batar, hatta öykü bunu kusabilir. Bu nedenle özlendirilip eksiltilmemiş, sıçramalı geçişlerden yararlanmayan anlatımlar, öykülerin gevşek doku kıskacına girmesine yol açar. Gerçekten anlatı, neredeyse kaba bir yığmaya dönüşeceğinden, bu durum öykü sanatındaki gereksinirlikle de çatışıp onda değer yitimi yaratır yazık ki.
Yanlış temelden kalkıldığında gerek izlek sınırlaması gerekse türsel karmaşa yani anlatıyı yer yer deneme, anı vb. farklı türlerle ilişkilendirip bunlara doğrudan anlatıda rol verme, öykü sanatının hiç mi hiç hoşlanmadığı, onu zorlayan, boyunduruğa bağlayan bir ön kesme olabiliyor. O zaman öykü, kendi havasında gidiyor görünse de bir biçimde yükseklik yitiriyor giderek.
Ancak burada öykü sanatının deneme, anı, senaryo, oyun, mektup, günce vb. türlerden yararlanarak zenginleşmesini kastetmediğim de ortada tabii.
Aralarında, öykü deneyimi zenginliğiyle sırtlarında küçümsenemeyecek yazarlık geçmişi taşıdıkları öngörülebilecek adların da bulunduğu su götürmez bu yazarların öykülerinde yazım hatası pek görülmüyor zaten. Bana ilginç gelen hemen bütün metinlerde “de / da”, “mi, mu”, “ki” ayırmalarının neredeyse eksiksiz yerli yerinde yapılması oldu. Ancak bunun yanında, işi sağlama bağlamak için olsa gerek, metinde geçen bütün “de / da”larla “ki”leri tümüyle ayırıp yine yanlışa düşmüş kalemşorlar olduğunu da görmedim değil doğrusu.
Bu genel gözlem, saptama dışında anlatıların başına bela kesilen kimi hataları, yanlışları, eksiklikleri, örnekler halinde sergilemeyi de gerekli görüyorum.
Öykülerden kalkarak örnekleri bir sonraki yazıda göstereyim, olmaz mı?