ÖYKÜ: Duygu Terim Top; ONDANCI

“Ondancı”da Öteki Olmayan Tabiat
Duygu Terim Top

Sadık Aslankara, dilin sınırlarını esneterek genişletmeye çalışan bir yazar. Can Yayınlarından 2019 yılının ilk ayında çıkan “Ondancı” adlı kitabı da bu çabanın ürünü. Usta yazar bunu yaparken, yapaylıktan ve zorlamadan uzak, “uyduruk” kelimeleri, onları anlaşılır kılarak kullanıyor.

Edebiyatımızda dille ilgili çaba, akademisyenlerin değil pek tabii yazarların sırtlarına yüklenmiştir. Son altmış yıllık geçmişe bakarsak dili, diğer dillerin etkisinden arındırıp sadeleştirmeye çalışırken, kimi yazarların halka yabancı, anlaşılır olmaktan uzak bir yapı kurduklarını görürüz. Adeta, kimi yazarları okurken Türkçe-Türkçe Sözlük’e ihtiyaç duyarız. Elbette bu da dille samimi olarak uğraşının bir sonucu olarak görülmeli ve takdir edilmelidir.

Diğer yandan, Aslankara’nın başarısı, yeni kelimelerle okuyucunun dikkatini çekip anlam üzerine düşündürürken, bunu okuyucuyu zorlayarak değil, onun koluna girerek yapıyor olması bana kalırsa.

Ondancı’da yatağa ve daha çok annesine bağımlı “eksik” bir çocuğun öyküleri arasında geçen hayatını kendi ağzından okuyoruz. Gölge bir çocuk o hepimiz için; okuyana kadar çoğumuzun fark etmediği. Diğer yandan okuyucuda kitabı okuduğumuz değil dinlediğimiz duygusu uyandırıyor. Sanki günlükleri kasete kaydedilmiş ve naiflikle sadece yazıya geçirilmiş gibi. Kolay okunan bir kitap demek, yazarın çabasını hafife almanın aksine, onu alkışlamak olur. Kitabın yaklaşık yedi yılda yazıldığını bilmiyor olsak, bir avazda yazılıp bitirilmiş diye düşünürüz; öyle akıcı.

Tüm hayatınız bir pencerenin önünde geçiyor olsa, nasıl yaşardınız? Elbette doğayla iç içe. Fiziksel durumunuz evin dört duvarına bağımlı kalmanızı gerektiriyorsa, zihinsel ve içsel olarak duvarları aşmanız gerekir. Anlatıcı kahramanın kendisini doğanın izleyicisi değil, yaşayanı ve bütünleyeni olarak gördüğünü hissediyoruz. Yazar hemen her bölüm başında mevsim geçişlerini anlatıyor. Klasik roman kurgusunun olmazsa olmazları, zaman ve mekan öğeleri mevsimlerle örülerek anlatılmış. En önemlisi de, yazarın tüm metnin içine özenle yerleştirdiği, betimlemeler değil duygularla çattığı doğasal atıflar.

“Pencere açıkken var ya, hayattayım, yaşıyormuşum, öteki türlü hayatla bağlarım kopmuş gibi, ne bileyim sanki ölmüşüm de yerin altına girmişim, öyle bir duygu.” (s. 21) İnsan tüm evrenle bağlantısını bir pencerenin arkasından kurarsa, ona minnettar kalmaz mı? “Tam” insanlar bile, bir pencere önünde aldığı bir nefes sayesinde, tüm giziyle, neşesiyle, korkusuyla yaşamayı hatırlamaz mı?

Kitabın üçüncü öyküsü, “Muzlar” başlığını taşıyor. Annesi oğluna bir muz fidanı getiriyor ki bu kitabın ilerleyen sayfalarında da yaptığı neşelendiren sürprizlerden. Ancak ağaç toprağa tutunamıyor, devriliyor ve muzun toprağa tutunamaması gibi aramızda tutunamamış bu çocuk ağlıyor. Böylesine duygu yoğun bir kitapta yazar ilk kez burada kahramanını ağlatıyor. Muzu kökünden koparan fareyle karşılaşan çocuk, kendine ait olmayan iklimde ve koşullarda yaşamaya çalışan muzla bir oluyor: “Böyle muz ağacıyken ben pencere önünde, tırmanıp cansız köküme girerek oyuklar açmaz mıydı gövdemde.” (s. 30)

Anne, yiten muzun yerini “yaprağı güzel bir cüce yaprakla” doldurmaya çalışıyor. Yazar, okuyucuya muzu çocuk, “yaprağı güzel”’i annesi olarak algılatıyor. Birbirlerine destek veren iki köksüz bitki; “biri başını doğrultup meyve veremeyen, öteki de kök salıp çiçek açamayan.” (s. 32) Doğaya ve onun hediyelerine zulmü, gücünün doğal sonucu olarak gören insanoğlunun bir bitkiye, bir hayvana sarılmaya öyle ihtiyacı var ki! Bizim de kök salıp çiçek açmamız için ihtiyacımız olan ayaklarımızın altındaki toprak, yüzümüze vuran yağmur damlası değil mi?

Devrilen fidanın yerine annesinin getirdiği muz, çocuğu mutlu etmiyor. Kendisinin yetiştirmediği, her gün sevip büyütemediği bir ağaçtan olan değil, kucağına dökülüveren meyve muz hüzünlendiriyor onu. Ruhunu büyütemeyen, günlük uğraşılarının arasında kaybolup fare istilasına açık hale gelmiş insanı, üzerine giydiği pahalı bir kazak mutlu eder mi hiç? Eski kazakların artık iplerinden günlerce uğraşılarak örülmüş bir kazak, dizlerini kanatarak, düşüp kalkarak yürüdüğü yoldur onun ruhunu doyuran.

İlerleyen bölümlerde hayvanlar da devreye giriyor, kanatlanarak. “Kuşlar, onlarla başlıyor sabah… Kuşları kıskanmıyorum. Onlar yürümüyor, uçuyor. Gökyüzünü birlikte paylaşabiliyoruz. Ne onlar engel uçmama ne ben engelim konmalarına… Barışık, huzurlu, sütliman bir dünya yaşarım iliklerimde, sıcacık… Kağıtlara yazıyorum kuşları… Tek tek… Bunlarla uçtuklarını geçiriyorum içimden. Öykülerini taşıyan kuşlar. Ne güzel!” (s. 39) Ne güzel, kuş kanatlarına acılarını, öfkelerini bırakan çocuklar, ne güzel hayvanlarla kardeş insanlar!

Bu kadar doğayla özdeş olmuş bir romanda okuduğumuz masalsı kelimeler de ruhumuzu okşamıyor mu? “…Minik kedi sesi de o ara yayıldı bohçadan, başını uzatmış halde. Sonra hop katıldı odadaki hareketliliğe” (s. 47)

Olmasaydı eksikliğini kesinlikle hissedeceğimiz bir de kedimiz oluyor sonunda. Anlaşılmadığını bilen bir çocuğun kedisine vereceği ad da hazır elbette; Anlaşıl! Hepimizin bildiği karakterli kedilerden biri, Anlaşıl da. Canı istediğinde yanaşıyor, sıkılınca uzaklaşıyor. Kediyle serüvenimiz maalesef kısa sürüyor. Bir pencere önü çiçeği olan gölge çocuk, insanın evcilleştirdiğini zannettiği en asil hayvanlardan biriyle beraber yaşamak için yetersiz kalıyor.

Her gün camının önünden beslediği kuşlar, onun en rahat iletişim kurduğu canlı türü kuşkusuz; insandan ötedeler onun için. Romanın çeşitli yerlerinden kanat çırpışlarını duyuyoruz ara ara. “Kağıttan bin turna katlayan insanın dileği kabul olurmuş.” (s. 59) Öyle diyor yazar. Gezi Parkında Sadako, Berkin ve kendisini yaptığı kağıttan bombalarla koruyan güzel yürekli bu çocuğu sevmemek mümkün mü?

Kâh havuza girip su balesi yapıyor çocuğumuz, havuzda banyo yapan kuşları unutmadan, kâh bir cibinlikleondancılık oynuyor annesiyle. Kürt Mustafa’yla kurduğu arkadaşlık da tüm ötekilerin eşitlendiği bir ilişki olarak işleniyor kitapta.

Sona gelirken en güzel sürpriz, Server Tanilli’nin kitaptan bize el sallaması oluyor. Biz onunla aynı durumda olan bu çocuk için umutlanıyoruz. Kitapların, bilimin ve bilginin, insan kurtuluşunun tek yolu olduğunu tekrar hatırlıyoruz.

Bir yönüyle ötekileştirilen tüm insanların nefesini ensemizde duyduğumuz bu eserde, insanın doğayı ve diğer canlıları ötekileştirmeyi bir gün bırakacağını ummak ve bendenciliği bırakmasını dilemekten başka bir şey geçmiyor aklımızdan.

Duygu Terim Top

(Bu yazı,  www.parsomen13.blogspot.com sitesinden yazarının ve  www.parsomen13.blogspot.com sitesinin hoşgörüsü sığınılarak alınmıştır. )