ÖYKÜ; İclâl Nur; Aslankara’nın “Cicoz”u

Aslankara’nın “Cicoz”u 

İclâl Nur

“Vazgeçmeyin! Hiç seyirci gelmese bile; oyunculardan birini seyirci koltuğuna oturtun ve yine de oyununuzu sahneye koyun,” der Aslankara konuşmalarında. Böylesi bir aşktır onun için tiyatro, vazgeçilmezidir.

Cicoz, tiyatroya özgülenen  “üçleme”nin ikinci kitabı. “Bin Yüz Bir Giz”,  “Cicoz” ve  “Şano”.

Kitabı açıp daha içindekilere bakarken düşünmeye başlar insan. “İlkay”dır ilk öykünün adı, son öykü ise “Sonay.”

Öyküler bölüm bölümdür. Her bölümün adı; içinde çatışmayı, zıddıyla var olmayı daha ilk sayfadan haberdar eder. Sabah ve Şafak öyküleri, en karanlıktan gün ışığına götürür. Kuşluk ve Günbatımı, Güneş ve Gece, Yarıgece ve Öğle, Öğleüzeri ve Akşam. Okudukça, İlkay ile Sonay’ın arasında sıkışan kasırga yavaş yavaş gözler önüne serilir.

Ancak sanılmasın ki bu öyküleri içinde barındıran bölüm başlıkları sırlarını açık etsin. Etmez. Çünkü onlar Mazı, Gülle, Misket, Bilye, Cicoz, Ceviz’dir.

Mazının, meşelerdeki ur anlamına da geldiği düşünülürse; hepsinin ortak noktası fasit daire oluşturması. İçinde gökkuşağı barındıranın bile aslında bir kapalı kutu olduğudur. Hepsi de tıka basa doludur, taşamaz, haykırsa duyuramaz. Savaşı da barışı da içindedir, vefasızlığa kırgın ve içe dönüktür. Kapatmıştır kendini, içine bakar; İlkay’dan Sonay’a öykü kahramanları, tiyatroya ömrünü verenler, güne kavuşmanın özlemiyle yanar ki yanar.

Öyküler, liseli bir gencin yenice kent olmuş Sarayköy’deki tiyatro arayışıyla başlar.  Gorki’nin emekçilerine benzeyen, patır patır gülen, seslerini inceltseler de kaba saba konuşan insanlardır oraların tiyatrocuları.  Öyle anlatıyor yazar; hatta bu tiyatrocuların, öğle aralarında nefeslerine kıyılmış soğan karışacağından emin, gülüşlerine de maydanoz gölgesi düşeceğinden, sonra parmaklarını kütleteceklerinden…

Yadırganacak ölçüde içten bu tiyatrocularla ve taşranın aykırısı Hakkı ile tanışma… Güneşli küçük bir kasaba kadar şirin, ışıklı ve sahici anlatılıyor satırlarda. İyi de kimdir bu Hakkı?

Dönemin tiyatrocuları her bir öyküde can bulur, bize neyi niçin yaptığını bin bir kurguyla anlatmaya koyulur.

Sabah öyküsünde çoğul konuşan bir dayı vardır. Tiyatrocunun hasıdır da… Ne yazık o da kenara bırakılmış koyu bir gölgedir. Üstelik “…ah canım da canım…” denilen, düğümü yağlanmış boyunbağıyla, cebinde saklanmış şişesiyle, “…necik yağmur alıyorsa…” denilen bir dayıdır dile gelen. Alkoliktir, saatimiz kaç, paramız ne kadar, der bin yılın artığı Refik. Yeğen onun için “N’olur öl dayıcığım, beni seviyorsan öl!” der, gönlümüzü dayının küsurat muamelesi gördüğü, sabahın renginin iyice koyulaştığı o yerde bırakarak…

Artık,  kulise en yakın koltuklardaki yerimizi alıyoruz, belki de derin uykuda giden bir otobüsteyizdir, kim bilir?  Gala, fuaeye, çeşit çeşit içkiler. Bozuk Düzen’i sahneye koyacak Güner Sümer.  Nice ustalar var oyunda bir bilseniz, insanın Şafak öyküsünde onların önünde saygı duruşuna geçmesi şart! Ama ne yazık, tiyatrocu adamlarla evlenen kadınlar her şeyden çok tiyatroya düşman. Peki, haksızlar mı? Öyleyse yeniden yollara dökülmeli, gideniyle, duranıyla…

Her bir renk, gökkuşağını yeniden boyuyor. Sevgi, minnet, aşk ve hasretle. Aslankara buraya kadar savrulurken,  birden okurunu da sert bir rüzgârla önüne katıyor. Kimlikler ve sahne kimlikleri çarpışıyor. Birlikte haykırarak bir düşten sıyrılıyoruz…  Bitmez. Güzelim hayallerde kaybolmaya var mısınız?

İsmail’e geliyor sıra Kuşluk’ta. Hayatında hiç bara gitmemiş adamın dekor için bar inşa etmesine… Bu öyküde argo bile güzel.  Bar, analarını belleyen “tam azgın eşek ölüsü!” Turgut, Hakkı, hele hele o Handan, öykülerle birlikte yürüyor. Bazen herkesin Handan’ı, Demet olup çıkıyor karşımıza. Hakkı’yı anmak da yaramıyor hiçbirine. Turgut: “Ulan ne oyunmuş be! Hepimizi gebertti, bir yerlere savurdu,”dediğinde “Güner Baba ne yazmış ama…” diyor, iç çekip susuyorlar… Kuşluk, neden soluyor? İki sıcak tıpırtı bileğimde…

Güner Sümer’in kahramanları, oyuncuların yerine kurulmuş. Onların yerine yaşıyor ve bundan da zerrece pişmanlık duymuyorlar. Rollerini aşkla sürdürürken hayatlarının merkezindeki tiyatro yeşerdikçe yeşeriyor, bir sohbet ortamındayken bile… “Bir kez de denizde sergiliyoruz sanki oyunu, ortalıkta kıyamet gibi allı pullu seyirci.”

“Herkes, hepimiz tımarhaneliğiz…” diyor Günbatımı öyküsünden Aslankara. Öyle olmasa; “Hakkı nereden buldu bu şırfıntıyı, nar ekşisi orospuyu…” dedirtir mi haz edilemeyen Güzin yani Esma yani Tavşan karakteri için? Tiyatrodayım sanıyorum kendimi, bütünüyle sahneye çekiliyorum sanki… Karakterlerle birlikte Güner Sümer’e kafa tuttuğumuz bile oluyor. Katman katman karardığımız oluyor, çiçek çiçek açtığımız da… Hüzün ve tiyatro aşkı; zamanın o en mutlu yerinde demirlemiş, isteseler bile…

Hemen her öyküde rastladığımız öykü kişileri; -öyküde karakter olamayacağını bildiğimiz halde- ete kemiğe bürünüyor. Hayalleri, değişim ve dönüşümleriyle Aslankara, onları karaktere dönüştürmeyi başarıyor.

Güneş öyküsü, gecenin bir an önce çözülüp dağılmasını bekler… Sahnedir yaşam. Ve bütün oyuncular fener alayı gibi geçer gerçekliğin tam da ortasından. Karabasanlar, geceleri sık uyanmalar, yalnız kalamamalar, duman sarmalar hep bundandır.  Bir görünüp bir kaybolan dayının hasreti, anlatıcının; ölümden değil sadece korkudan korkmasının da nedenidir. Tiyatro gerçekten her şeye iyi gelir mi Turgut’la Demet’in durmadan söylediği gibi? Belki de…

Kendi çukuruna kapanmış bir kadınmış Handan, Gece’de. Aşk var mı aralarında ya da bir erkeğin unutamadığı kadın hangisidir, sevdiği mi, seviştiği mi? Kimse göründüğü, anımsandığı, sevildiği ya da özlendiği gibi değil. Nasıl mı?  Belki, çekip gitmeyi bir kediden öğrendiğimiz gün anlayacağız gerçeğin ne olduğunu…

Yarıgece,  “Ulan bu oyun ne oyunlar etti bize. İçimizi dışımıza getirdi… Bize bizi öğretti…” diyerek açılır. Bu kez Ziya girer sahneye.  Aşk anıtı, alkol doruğu Ziya. İlle de şişelerini kendinin bile bulamayacağı yerlere saklayandır o.  Bir iki küskün leblebi tanesiyle birlikte sakladığını bulursa sevinen ardından büyük sorgulardan geçen Ziya… Bahtının rüzgârına kapılanlardandır İsmail ve Ziya. Nasıl mı…

Gerçek adını unutacak kadar rolüyle bütünleşen Ömer var Öğle’de. Nasıl gerçekleşti bu? Biri ölürken öteki doğuyor, biri ötekinin, öteki berikinin yerine geçip duruyor gün boyu, diyor kendi çıkmazına. Çiğdem’le çocukluk, prova, gerçeklik ve ardından anne varlığı yerini buluyor öyküde. “…ev içlerinin yakasına ilk yapışılanı… evin temel eşyası, benim zavallı annem.”

Öğleüzeri,  Tiyatroya özendiren Lise öğretmeni Zeki Beye kızmalı mı sorusunu düşündürüyor.  Kızmalı mı gerçekten? “…insan çalkalana çalkalana kendi kabını buluyor…” Ölümü kim kolayca kabullenir ki, hele otuz yıl birlikte yürümüşken.  Tiyatroculuktan  hurdacılığa… Hakkı nasıl baş etsin. Yüreğimizi avucuna alarak suskun ölüye sorar: “Yanın boş mu Turgut?”

Baba tiyatrocu olunca, gelin kaynananın ortak konusu, tiyatrodan nefret. Çocuk; hem anne-babasını hem aldatanı- aldatılanı anlatıyor Akşam’da. Baba hep ötede hep ayrı onlardan. Sanat, aşksız yapılamazmış meğer, her oyunda sevgili değişmesi de bundanmış, öyle diyor eve uzun zaman uğramayan tiyatrocu baba. “…bir çocuğun, yaşadıklarından nasıl etkilendiğini kim kestirebilir?” Kim? Bunu Hakkı’nın oğlu iyi biliyor.

Bu bölüm Sonay. Sonuncu. Her şeyin sonu belki de… Nefret edilen koca yitip gidince, ondan kalan sarısı paslanmış bir plaket, minicik bir rozet, tiyatro maskı tutturulmuş iğneye sahip çıkan annenin ruh hali, derinden etkiliyor. Hele “Ne büyük aşktı bizimki,” demesi yaşam beceriksizliğinin sergilendiği çarpıcı bir sahne adeta.

“Yanın boş mu Turgut?”

Ne kadar mazı, gülle, misket, bilye, cicoz ve ceviz varsa hepsi kuyularda, hepsi karanlıkta…Kör kuyu yutuyor hepsini. Hayat, artık hep orada.

Aslankara Usta’ya ve tiyatroya saygıyla…

_________

Aslankara, Sadık, Cicoz, Öykü,  Can Yayınları, 2008

 

(Yukarıdaki yazı, Edebiyat Nöbeti dergisinin Mayıs Haziran 2019 tarihli 22. sayısından alınmış, yazarının ve derginin hoşgörüsüne sığınılarak aktarılmıştır.)