ÖYKÜ KÜRSÜSÜ; Erdal Beşer; ‘Neden’ – Öykü

Neden, Neden?..
Erdal Beşer

Ege’nin Samson Dağları eteğinde, denize yakın yazlık evlerin arasında sıra dışı bir bahçe var.  Öyle bir bahçe ki; gerçekten görmeye değer.

Yarım asırlık dört çam ağacının gövdelerine kurulan ahşap ev, kocaman ve ilginç bir salıncak gibi… Evin içi çitlembik kokuyor.

Akşamları çatı penceresinden bakıldığında, yıldızlar sanki gökyüzünü dolduran ateş böcekleri…

Güneşin ilk ışınları, bulutların nazlı sevgili misali sözde direnişlerini okşarcasına aştıklarında bitkileri sabah çiği ile ıslanmış bahçede yumuşacık bir dinginlik başlar.

Renkleri birbirine karışmış gül, şebboy, sümbül çiçekleri salıncak evi çelenk içine alıyorlar.

Kuzeybatıdaki çağlayanın ahenkli sesiyle içinize mutluluk duyguları doluyor. Sevinciniz, neşeniz sizi hemen rahatlatıyor.

Çağlayanın çevresindeki bodur ama sevimli meyve ağaçları, üzerinde bir sürü şirin kuş… Onların mutluluk ezgileri… Kendilerini güvende hissedip oracıkta çiftleşmeleri… Mutlulukları bahçenin üstünde asılı kalıyor. Üzerinize yağmur gibi çiseliyor.

Çağlayana zıt köşede daha büyük meyve ağaçları ve asmalar bir orman oluşturur. Meyveleri kuşlardan korumak için bazı ağaçların dallarına asılan CD’lerin parlaklığı ve hafif rüzgârda dönmesi kuşları uzaklaştırmaktadır.

Toprağın verimini artırıcı doğal gübrelerle yetişen her meyvenin tadı doyumsuz. Yememek için kendinizi tutamıyorsunuz.

Bu bahçede kuş, su, ağaç ve rüzgâr seslerine bazen mandolin melodileri eşlik ediyor. Orada sevinciniz, coşkunuz ve mutluluğunuz artıyor. Kendinizi rahat ve umut dolu hissediyorsunuz.

İşte bu şaşırtan, harika denecek bahçe, emekli bir öğretmenin eseri. O, köy enstitülerinin ilk mezunlarından. Doksan yaşında. Her öğrencisini, kendini aşacak gibi eğiteceğine ve çalıştığı yerlerde halkın sorunlarının çözümüne katkı sağlayacağına ant içmiş. Issız adada yıllarca yaşamak zorunda kalan Robinson Crusoe gibi yaşamının her anında kendini gerçekleştirmek, kendini aşmak için çabalarmış.

Ona mutluluk nedir diye sorulduğunda “İyi bir aşk ve iyi bir iş” der. Sonra da “Aşkın ömrü kısa olur. Ama sevgi hayat boyu devam edebilir. Her zaman işim beni mutlu etti. İşime hep sevgiyle yaklaştım” diye yanıtlar.

Mesleğini yaparken insanları mutlu etme isteği hiç azalmamış, artmış.

Elli yıl önce satın aldığı boş tarlaya toprak dostu bu öğretmen, istediğini vermiş, elli yıl hizmet etmiş. Toprak da bu dostunu mahcup etmemiş, kendine bu doğanın benzersiz eserini armağan etmiş.

Öğretmen önce toprağı işleyip çam fidanlarını dikmiş. Diken tarlası olan arazinin alımı aile üyelerinden epey tepki görmüş. Bir yıldan uzun bir süre bahçede yapacaklarını planlamış. Bahçe ona yaşama sevinci verir, her ilkbaharda o da bahçesi gibi filiz atar, yaşama daha fazla tutunurmuş. Bitkilerdeki bahar coşkusunu içinde hisseder, onlardaki günlük değişimleri gör-dükçe yaşama sevinci artarmış. Başka yerlerde işi olunca sevgilisinden uzakta biri gibi hasretini çekermiş. Bahçede ışığın ve renklerin tüm tonlarını gördüğünü, seslerin en melodiklerini duyduğunu, kokuların en damıtılmışlarını kokladığını hisseder; kendini ünlü bir ressamın tablosu içinde yaşıyor, her değişimi yeniden çiziyor gibi görür, şükredermiş.

Öğretmenin oğlu Cem, arkadaşım. Bir laboratuvarda çalışıyoruz. Dostum diyebileceğim biri. Eşimle beni babasının evine sık sık davet eder. Her tarafı ağaçlarla çevrili salıncak evde gün ağarırken çam ağaçları hafifçe bizi sallayarak uyandırır, güne hazırlar.

Cem’in anne ve babası ilkokulda âşık olmuşlar. Aynı okullarda okumuşlar. Çok coşarlarsa küçük bir tango gösterisi yapıverirler.

Öğretmenin sohbeti de keyiflidir. Bahçe uğraşıları dışında harika mandolin çalar. Eşi şarkılarla eşlik eder. O, daha çok felsefe içerikli kitaplar okur. Geçenlerde basılacak olan on birinci kitabını heyecanla anlatıyordu. Adı da “Sevginin Gücü” olacakmış. Besbelli ki ruhu insan ve doğa sevgisiyle dopdolu çelebi biri. İnsanları severek karşılar. Bu düşüncesi ona bazen pahalıya patlasa da içindeki insan sevgisini hiçbir olay azaltamazmış.

Kış aylarında eşiyle köyde okuryazar olmayanlara ücretsiz kurslar açarlar. Dahası tadına doyulmayan ikramlarda da bulunurlar. Okuma ve yazmayı sökenlere genelde ilköğretimde olduğu gibi keyifli kutlamalar yaparlarmış. Kışın kasvetine hiç aldırmaz, başkalarına yararlı olmanın doyumsuz hazzını içlerinde hissederlermiş.

Seksen yaşlarında bir kadın öğrencilerinin okuma yazmayı öğrenince “Ben şu anda yaşamaya yeniden başladım, ikinizin de ellerini öpeceğim, kalan ömrüm keşke sizin olabilseydi“ sözlerini unutamıyorlar.

Öğretmen yılda birkaç kez konferanslara da davet ediliyor. Öğrencileriyle her yıl bir araya geliyor. Kısacası kültürlü, erdemli ve mutlu biri. Mutluluğu, Platon’un belirttiği gibi “Erdemli kişi, erdemsiz kişiye göre yüzlerce kez daha mutludur” tarzında.

Arkadaşım Cem, genelde hayat doludur. Olaylara olumlu yaklaşır, çok sevilen biridir. Dün onu mutsuz, kederli gördüm. İçimi üzüntü kaplayıverdi. Hemen bir kenara çekilip konuştuk. Babasından söz etmeye başladı. Onun tek zayıf noktası olan meyveleri aşırı tüketmesi nedeniyle kan şekeri genelde yüksek olurmuş. Ayrıca pankreasından salınan amilaz enzimi de çok yüksekmiş. Kan şekerine değil de enzim yüksekliğine kafasını takarmış. Her gün saatlerce kitap okuyan öğretmen, okumaya konsantre olamıyormuş artık. Bir an önce bu beladan kurtulması gerektiğinden bahsedermiş. Arada meyve tüketimini azaltsa, hemen aile hekimliğinde kan aldırır şeker ve enzimine baktırırmış. Şeker ve enzim sürekli yüksek çıkarmış. Gerçekte tatlı bağımlısıymış. Tatlıya, meyveye öylesine tutkunmuş ki, bunu daha önce içmiş olduğu sigara bağımlılığı gibi yorumlarmış. Zaten sigarayı yıllar önce zatürree olup hastaneye yattığında çok zor bırakabilmiş. Bu arada uykuları da bozulmuş, yüzü sarkmış. Gözlerinde parlaklık kalmamış. Fazla yemeye başlamış. Bu arada ölmeyi daha hak etmediğini düşünür, planladığı işleri yapamama endişesi taşırmış

Cem ve babası hekimlere karşı iyimser ve güven dolular. Öğretmen, genelde sorunları ile Cem’i rahatsız etmemeye çok özen gösterirmiş. Bir gün eşini de alıp enzim artışının araştırılması için hastaneye gitmiş. Genel dâhiliye polikliniğinde sorununu anlatırken çok heyecanlıymış. Adeta sihirli bir değnek dokunsa da bir an önce şu enzim belasını bitiriverse diye düşünüyormuş. Hızla tüm istenilenleri yaptırmaya başlamış. Karın ultrasonu yapılmış, mideye endoskop denen hortumla girilip bakılmış. Diğer tetkiklerde de kesin tanı konamayınca pankreastan küçük bir parça alınıp biyopsi denen tetkik yapılacakmış.

Biyopsi yapacak hekim, pankreas uzmanı olduğunu, yapılacak işlemin çok basit olacağını ve kesin tanının o şekilde konulabileceğini ısrarla belirtmiş.

Öğretmen, artık sonunda enzim belasından kurtulabileceğini düşünmüş. Birden çok rahatlamış. Üzerine serpilen yapışkan duygular birden aralanmış. Hemen bahçesi, yeni basılacak kitabı, yeni yapılandırdıkları okuma-yazma kursu, daha bir sürü istençleri canlanıvermiş. Yarıda kalan işlerini ve yayına hazırlayamadığı kitaplarını halledebilme özlemiyle hekimin söylediklerini kabul edip istenilen işlemi yaptırmış. Ama biyopsi sonrasında başlayan kanama bir türlü dindirilememiş. Küçük bir cerrahi işlem olduğundan önceden kan yedeklenmemiş. Gerekli kan nadir bulunan sıfır negatif grubu olduğundan, acilen bulunamayınca öğretmen komaya girmiş.

Hayat dolu öğretmenin o halde olması beni çok üzdü. Bundan sonra ne olacak? Hayat böylesine pamuk ipliğine mi bağlı?

Ertesi gün Cem’i ağlarken buldum. Bir taraftan da duygu yüklü sözlerle anlatıyordu: “ Bu sabah babamı ziyarete gittiğimde hekim vizitesi başlamıştı. İçerdeki sözleri duyabiliyordum. Sorumlu hekim şunları söyledi. ‘Biz de keşke bu kadar yaşayabilsek. Amca çok yaşlıydı… Performans sisteminde mecburuz…’ vb. sözlerini net duydum. Klinik şefi, sorumlu hekime: ‘Önce kan şekerini düşürüp hastayı izlediniz mi? Peki biyopside kanser çıksa bu yaşta tedaviyi kaldırabilecek miydi?” dedi.

Cem duyduklarına inanamamış. Yıldırımla çarpılmışa dönmüş. En çok da sorumlu hekimin, babasının durumundan zerrece rahatsız olmaması, çok olağan karşılaması onu etkilemiş.

Bu arada Cem’in yüzü gerilmeye başlamış. Göz bebekleri büyümüş, kalbi sıkışmış. Tüm vücudu titrer bir halde sorumlu hekime: “Sen babamdan çok genç olabilirsin ama ruhen ondan yaşlısın. Sevgi dolu bu insanı ne hale getirdin? Mesleğini düzgün yapabiliyor musun? Biyopsinin olası yan etkilerini babamla önceden paylaştın mı? Hekim olarak akılcı yaklaşıp, hastalara sevgi dolu olman gerekirken bu kendine ve topluma yabancılaşman neden?.. Neden, neden?..” diye bağırmak istemiş.

Ama bağıramamış. Birden boşalan gözyaşları yoğun duygularını yıkayıvermiş. Ona göre hatalı olan sorumlu hekim değilmiş çünkü…