ÖYKÜ KÜRSÜSÜ; Gülser Kut Arat; Engeller Arasında-Öykü

ENGELLER ARASINDA

Gülser Kut Arat

Verandada konuklarımı dinlerken, gökyüzüne baktım. Güneş bulutların arasından yorgun argın geçerken, bahçedeki ısınmış nemli ot kokusu burnuma kadar geldi. Bakışlarım hazırladığım yemek masasına kaydı. Sevdiğim dostlarımla bir arada olmak harika bir duyguydu. Herkes mutlu görünüyordu. Bir yasak kalkmış gibi konuşulup gülüşülüyordu.

Liseden arkadaşlarım Tülay’la eşi Cafer, engelli oğulları Mustafa konuğumuzdu. Mustafa tekerlekli sandalyesinde sakin kıpırdamadan oturuyordu. Birbirine fazla yakın bir çift kahverengi göz, hafifçe çarpık bir burun, arkaya yatırılmış koyu kahverengi saçlar, öne çıkık çenesiyle, sıra dışı bir görünümü vardı. Hareketsizlikten, inanılmaz kiloluydu. Sandalyesinin açık olan aralıklarından, fazlalıkları kendini belli ediyordu. Konuşurken ağzı kayıyor, tükürük sıçratıyor, dudağının kenarından salya akıyordu. Kilolu olması tuvalet olayında Tülay ve Cafer’i oldukça zorluyordu. Onlar tuvaletten çıkınca her yeri temizleyip, paklamaya çalışıyordum. Açık bej renkli klozet takımım, konuklarımın gelişiyle bozarmış, üstelik iç kaldıran sarsıcı idrar kokusuyla mide bulandırmaya başlamıştı. Bir an tereddüt ettim, kapağı kaldırıp kaldırmamakta. Misafirlerime saygısızlık olur düşüncesiyle hemen vazgeçtim.

Mustafa radyo delisiydi, minik kırmızı radyosunu elinden hiç düşürmüyordu. Bize gözlerini kırpıştırarak bakıyor, sağından aşağıya kayan ağzında bir şeyler geveliyordu. Anlamakta zorlanıyordum. Program sunucusunun adını söylediğini, Tülay tercüman gibi bize aktarınca ana-oğula bakıp bir kez daha hüzünlendim.

Tülay ve Cafer liseden arkadaştı. Bu arkadaşlık önce aşka, sonra da mutlu bir evliliğe dönüşmüştü. İkisi de iktisat okumuştu. Bir bankada çalışıyorlardı. Mustafa’nın doğumuyla bütün düzenleri alt üst olmuştu. Umutsuzluk içinde debeleniyorlardı. Masadakileri hafızama bırakıp iç düşüncelerimin akışına kapıldım. Umutsuzluğun asıl acısı, ölmeyi becerememektir, diye bir söz geldi usuma. (*) Katlanılması zor bir şimdiki zaman, Tülay ve Cafer için. Ne gelecek ne de geçmiş korunmakta, bu, sonsuza kadar uzayıp gidecekmiş duygusu uyandırmaktaydı. Tülay’ın en büyük korkusu, Mustafa’dan önce ölüp gitmekti. Karı koca sürekli özel okullarla, derneklerle görüşme yapıyorlardı. Evlerini bağışlama karşılığında Mustafa’nın bakılması, güvende olması fikri, onları biraz olsun rahatlatacak gibi görünüyordu.

Konuklarımı özellikle Mustafa’yı en iyi şekilde ağırlamak için koşturup duruyordum. Yirmi beş yaşındaki bu koca bebek çok iştahlıydı, ne versen adeta öğütüyordu. Oğlu için işten ayrılıp artık çalışmayan Tülay, mutfaktan çıkamıyorum diye dertleniyordu. Arkadaşıma umutsuzca baktım. Bana başını çevirirken, dudakları, üzüntüsünü ışık gibi dışarıya vuran zarif gülümsemeyle kıvrılıyordu. Boyamayı çoktan bıraktığı uçları kırık uzun saçları, soluk teni, fersiz gözleri, derin kırışıklıklarıyla yaşından büyük gösteren, özverili can arkadaşım. Mustafa neye benziyor, diye sordum içimden. Ömrünüzü, zevklerinizi törpüleyen bir zımpara kâğıdına.

Mustafa, orta kattaki konuk odasında annesiyle kalıyordu. Cafer’e hemen bitişikteki konuk odasını verdik. Gece gürültüyle uyandım. Bir kavganın ortasına düşmüşüm gibi kulak kabarttım. Kapılar çarpıldı, sessiz bir kıyıya vuran deniz dalgası taştı. Kapılar kapandı, gürültüler hafifleyerek bir mırıltı olup çıktı ve sessizlik… Tuvalet olayı sonlanmıştı. Gece olunca gül kırmızısı gökyüzü, bu dingin tatil kasabasının üzerini örttü. Evlerde yaşanan acı-tatlı olaylara tanıklık etmeye devam etti. Perdesi yana sıyrılmış açık pencereden gökyüzüne baktım. Senin yerinde olmak istemezdim dedim arkadaşıma, fısıldar gibi. Dayanamazdım acı gerçeklere.

Yemek masasını gözden geçirdim eksik var mı diye. Bir şey dikkatimi çekti. Mustafa, kıskaç altına almış tuhaf bakışlarıyla beni sürekli izliyordu. Sezgilerim bir şeylerin yolunda gitmediğini duyumsatıyordu. Tülay, Mustafa’nın bakışlarından rahatsız olduğumu hissetti. Çocuğunun yaramazlığını örtmeye çalışan bir anne gibi, Mustafa seni çok sevdi, dedi. Mustafa hemen durumu değerlendirdi. Yumak olmuş tombul elini hafifçe kaldırdı. Beni yanına çağırdı. Sandalye çekip yanına oturdum. Bana dikkatlice baktı ışıldayan gözleriyle. Tülay, elinde yemek tabağıyla yanımızda belirdi. Biz yemeğe başlamadan, oğlunu doyurmak istemişti. Mustafa döke, saça iştahla yemeğe koyuldu. Annesi yemeğini yedirirken, bir yandan elinde ıslak bez, ağzının kenarlarından akan yiyecek artıklarını siliyordu onun.

Beğendin mi yemeğini, diye sordum.

Salyalar akan çarpılmış ağzıyla, Evet, dedi.

Acıma duygumu belli etmemek için bocaladım. Yüreğimde güneşin pırıltısı kadar aniden yükselen bir duygunun etkisiyle kolundaki bilekliği gösterdim.

Ne kadar güzelmiş, dedim. Kayan ağzıyla, zor anlaşılır şekilde kelimeleri vurup kırıp parçalarcasına heceleyerek, Te-şek-kür e-de-rim, dedi.

Gülümsedim. Yumak olmuş tombul elinin üstüne sevgiyle hafifçe vurdum.

Akşamın gülümsemeyi sürdüren saatinde güneşin, ölmeden önceki bunaltıcı sıcaklığını hissedebiliyorduk hâlâ.

Tülay, Hava çok sıcak, dedi.

Evet, bugün lodos kendisini göstermemekte kararlı. Deli deli esince de şikâyet ediyoruz, dedim. İnsanı serseme çeviriyor, başımızı ağrıtıyor aman tek olsun da gene serseme çevirsin, razıyım, diye ilave ettim. Sonra dönüp,

Öyle değil mi Mustafa, dedim, gülümseyerek.

Yanında otururken, birden tekerlekli sandalyesinden bana yakın olan çıplak ayağını, parmak arası tekerleklerimin üstünden, benim ayağımın üstüne koydu. Terli, tombul, alev gibi yanan ayağı beni rahatsız etti. Üstelik ağırlığı da cabası. Bu arada yan gözle bana bakıyordu Mustafa. Tepkimi ölçmek istercesine. Tülay ve Cafer’e baktım hemen. Bir şey olmamış gibi davrandılar. Kısa bir şaşkınlıktan hemen sonra, ayağımı hızla çektim, kurtardım. Mustafa’nın yüzüne baktım. Vesikalık fotoğraf çektirir gibi sabit, ancak parlayan bakışlarından rahatsız oldum.

Lisede okuyan kızım Mustafa’dan hep uzak durdu. Genelde odasında, bazen de arkadaşlarıyla kumsalda. Mutfakta bir araya geldiğimiz anlardan birinde,

Kızım, dedim, öyle durup dışlama, engelli, dedim. Sohbetlere katıl diye ardından ilave ettim. Umursamaz bir şekilde omuz silkti, cevap bile vermedi.

Verandada yemek masasında yiyip içiyor, sohbet ediyorduk. Koyulaşan alacakaranlığı, farlarıyla delen bir araba evin önünde durdu. İçinden Gülden’le Naci indi. Bizde konuk olduklarını öğrenince Tülay ve Cafer’i görmek istemişlerdi. Onları karşıladım. Kısa bir kucaklaşıp öpüşme, ardından yemek masasına yönlendirdim onları da. Mezelerimiz ve içkilerimiz hazırdı. Gülden hoş kadın. Şen, esprili anlatımıyla, bir anda hepimizin odak noktası oldu. Ara sıra Mustafa’ya takıldı.

Mutfağa girip çıkarken Mustafa’nın, annesine bir şeyler söylediğini gördüm. Tülay bana seslendi: Mustafa dondurma istiyor. Kadeh şeklindeki kupaya meyveli dondurmayı koyup götürdüm. Mustafa bakışları kayık, salyalı ağzıyla yine her zamanki gibi heceleyerek, Teşekkür ederim, dedi. Boşu alırken hafifçe elimi tuttu.

Afiyet olsun, deyip konuklarla ilgilenmeye devam ettim. Lise arkadaşlığına dayalı eski öğrencilik günlerimizi, hocalarımızı taklitlerle anlatıp durduk. Göz ucuyla Mustafa’ya baktım. Kızımı esir almıştı. Siyah sert iri bir köpekle, beyaz bir kedi yavrusu arasındaki farka benziyordu görünümleri.

Konuklar yemek masasından kalkıp, verandanın bambu koltuklarına yerleştiler. İçkinin verdiği çakır keyiflik, hepimizi bir tül gibi sarmıştı. Türk kahvesi yapmamı istediler.

Gülden, hazırladığım kahve dolu tepsiyi aldı, sunmaya başladı. Mustafa’ya tabaksız kahve fincanını uzattı. Mustafa aynı bana yaptığı gibi, hafifçe Gülden’in elini tuttu. Bakışları değişmişti o an. Gülden umursamaz göründü. Kendimce durumu değerlendirdim. Tesadüfi bir görüntüydü bu dıştan bakıldığında. Kahvesini bitiren Mustafa, bakışlarını üzerime dikmişti yine. Heceleyerek, Teşekkür etti. Boşalan kahve fincanını almak isterken, eliyle işaret etti, otur diye. Bambu koltuğu, tekerlekli sandalyesinin yanına çektim. Minnet duygularını belli etmek istercesine elini uzatıp, elimi kavradı. Elimi taşımakta önce zorlandı, sonra dengeledi. Tedirgin oldum bir an. Gözleri parlamaya, nefes alışı hızlanmaya başladı. Elim elinde, kasıklarına doğru indirdi. Hissettiğim sıcaklıkla, kızgın bir demire değmiş gibi hızla çektim elimi. Ne olduğunu kavramaya çalışırken dehşete kapıldım. Ayağa kalktım hızla, bir şeyler söylememek için kendimi zor tuttum. Herkes kendi havasındaydı. Eşimin bakışlarıyla karşılaştım. Bu bakışlarda şaşkınlık, biraz kızgınlık ama olgunluk vardı. Mutfağa attım kendimi. Sakinleşmek için, derin derin nefes aldım. Eşim belirdi yanımda. Elini omzuma koydu, yanağıma öpücük kondurdu.

Sakin ol, diye fısıldadı kulağıma. Biliyorum, gördüm. O, Serebral Palsi. Yıkıcı bir tutku altında, bilinç dışı yaptı sanırım. Ruhunu bilemeyiz ki.

Tamam, anladım, diye cevap verdim. Gözyaşlarım özgürce kendini bıraktı. Bir anlık yaşadığım kavurucu utançtan sonra, eşimin sözleri içime su serpti.

Bu buluşmanın ardından kaç yıl geçmişti. Bir hafta sonuydu, gevşekçe yaptığımız uzun kahvaltı sona erdi. İkimiz de gazetelerimizi okurken, çayımızı yudumluyoruz. Telefon çaldı. Birbirimize baktık. Seninki bu, dedim. İçeride sehpadaydı. Acele koştu. Sesinden yansıyan şaşkınlık, kulağıma takılan, Gerçekten mi, sözcüğü. Mutfak kapısında şaşkın, üzgün baktı.

Arayan Cafer’di. Mustafa’yı kaybetmişler. Otuz sekiz yaşındaymış.

Tülay hep Mustafa’dan önce ölmekten korkardı, dedim, güçsüz sesimle.

 

 

(*) Kierkegaard