Sobe
İlkay Noylan
Her anahtar her kapıyı açmaz-mış.
Onunla asansör önünde karşılaştık. Kabin gelene dek meğer ne çok ayrıntıya dikkat etmişim.
Kaçırdığımda anladım.
Nasıl da ağırbaşlıydı. Kırmızı pantolonun yanlarda oluşmuş bombesi ellerini gizliyordu. Lacivert-beyaz kareli gömleğin ütüsü tazeydi. Uzansam sabun kokusunu duyabilirdim. Sarı saçlarını muhakkak ince dişli tarakla sağdan sola yatırmıştı. Bunca düzgün durmalarına bakılırsa tarak saçlarında defalarca gidip gelmişti. Dalgasız bulutsuz maviliğini, çağırma düğmesine dikmişti, öylece bakıyordu. Kabin önüne kondurulup da unutulmuş heykelden farksızdı. Kirpikleri de mi oynamıyordu?
İçimden onu gıdıklamak geldi, yapmadım tabii. Çilleri, bir şaka ânında rasgele fırlatılıvermiş pudra kalıntısı benekleri andırıyordu. Burnu üzerindeki lekeye parmağımı basıp “Sobe!” dememek için kendimi zor tuttum. Eğilip yüzüne baktım:
– Merhaba.
Cevap vermedi. Daha sevecen tonda ikinci selamıma karşılık gözlerinden koyu bir bulutun geçtiğini gördüm. Yine de kımıldamadı. Yaşına yakışmayan bu ağırbaşlılık canımı sıktı. Ben o yaştayken tanıdık tanımadık kim olsa konuşurdum. Komşu teyzeler, öteki mahalleden amcalar, kedi, böcek, dal, çiçek…
Düşüncelerimi bölen motor sesiyle çocukluğumu eski mahallede bıraktım. Asansör kapısını ne aralık açıp kendini içeri atmıştı… Beni dışarıda bırakıp el çabukluğuyla kapıyı kapatmadan önce gördüm.
Bana dil çıkardı!