ÖYKÜ KÜRSÜSÜ; Serap Çerezci; ‘Iraz’ın Rüyası’-Öykü

IRAZ’IN RÜYASI
Serap Çerezci

Naylon ve leğen kaplı odaya açılan dış kapıyı araladı Iraz. Gece boyunca yağan bahar yağmuru kesilmişti. Anası, “Güneşli bir yaz günü doğurdum seni hava çok sıcaktı,” demişti. Bundan olsa gerek, güneşli havaları daha çok severdi. Annesinin onları bırakıp gitmeden önce yaşadıkları güzel günlerin puslu hayali gözlerinin önünden geçerken, içerden gelen inleme sesleriyle gerçek dünyaya geri döndü. Kapıyı kapadı. İç odada, yer yatağında yatan yaşlı adamın yanına koştu. Bir yıldır felçli olan babası uyanmıştı. Bir deri bir kemik kalmış adamın yüzüne her sabahki günaydın öpücüğünü kondurdu. Rıza’nın, güçlü kudretli zamanlarından eser yoktu. Küçük bir çocuk gibi bakıma ve şefkate muhtaçtı. Karısının gidişine dayanamamış sol yanına inme inmişti. Eskiden oğluyla birlikte işe çıkarlardı. Şimdiyse “kelebeğim” diye sevdiği kızı Iraz, yaşından büyük metanetle,  bir yandan hanenin çorbasını kaynatıyor öte yandan abisiyle birlikte işe çıkıyordu.

Önceleri işe çıkmaya korkuyordu Iraz. Evde annesiyle birlikte ayrıştırma işi yaparlardı, ama sokakta çalışmak başkaydı. Hırlısı hırsızı bir aradaydı. Kaç defa abisine, “Başka bir iş bulayım ben” demişti. Kalifiye eğitim olmadan, genç bir kıza iş bulabilmenin zorluklarını iyi bilen Recep, her defasında, “Az sabır bacım, seni iyi bir işe yerleştireceğim,” derdi. Vardiyalı çalışırlardı. Gündüzleri Iraz, geceyse Recep çıkardı işe. Recep, akşama kadar da inşaatta çalışırdı zaten. Üç boğaza bakmak tek işle zordu. İki kardeş; insanların burunlarını tıkayarak sokağa bıraktıkları çöpleri karıştırırlardı. Plastik, kâğıt, teneke ne bulurlarsa topluyorlardı. Iraz’ın kimi günler, belediyenin mavi elbiseli temizlik görevlisi kadınlarıyla; yırtık, plastik bir tas için kavgaya tutuştuğu olurdu. Torpilleri olaydı, o da tertemiz üniformasını giyer, sokağı iki süpürür çayını çorbasını içerdi. Alacağı kazancı bilirdi. Gül gibi geçinir giderlerdi. Akşama kadar sokak sokak dolaşmaz, kem bakışlardan, laf atmalardan, yılışmalardan kurtulurdu.

Babasının yemeğini yedirip altını temizledikten sonra, iki tekerlekli çuval arabasını sırtlandığı gibi yola koyuldu. Dost ve Araf hemen peşine takıldılar. Can yoldaşlarının başını okşadı. Gönüllü korumaları olmuştu iki sevimli köpek. Araf’ı, bir inşaatın temelinde bulmuştu. Yavru, soğuktan ve açlıktan ölmek üzereydi. Dost,  onu kendi eniği gibi sahiplenmişti. Ara sokaklarda, zabıtalara yakalanmamaya, ite uğursuza denk gelmemeye çalışarak gün boyu dolaşırlardı. Salı ve cuma sabahları, belediye aracı gelmeden kapılacak mavi poşetler, içerilerinde servet barındırırlardı. Gazete, dergi, karton kutu neyse de, insanların kitapları çöpe atmalarına anlam veremezdi Iraz. İlkokulu bitirememişti. Evlerinde, satın alınmış tek bir kitap bile yoktu. Abisinin, “Çok para eder,” diye kızmasına rağmen isimlerini, kapak resimlerini sevdiği kitapları elden çıkarmaya kıyamazdı.

Akşam eve döndüğünde ilk işi bütün gün aç biilaç ve yalnız kalan babasına bir şeyler yedirip içirir, günün hâsılatını tasnifler, abisi alel acele bir şeyler atıştırıp işe çıktı mıydı hemen soluğu kitapların başında alırdı. Babasına kitap okumak uzun gecelerin tek eğlencesi haline gelmişti.. Tek kelime dahi konuşamayan babasının gözlerindeki ışık, kitabın beğenildiğinin işaretiydi. Rıza, böyle zamanlarda kızına, “Okutabilsem iyi yerlere gelirdin,” deyip hayıflanır, kadere sessizce isyan ederdi. Kimi zaman da gözyaşlarını tutamazdı. Iraz’ın, “O kız da benim gibi annesiz kalmış değil mi? Onun annesi de ölmüş, ben de üzüldüm, ama sen üzülme babacım,” cümleleriyle çarpık yüzünde belli belirsiz bir gülümseyiş görülürdü.

Soğuk ama güneşli bir salı sabahı yine neşeyle uyandı Iraz. Babasını Allah’a emanet etti. Ekmek kaplarında kırıntı bırakmamış olan Dost ve Araf, Iraz’ın ıslığı ile hazır ola geçti. Bugün bütün cesaretini toplamalı ve belediye meydanına çıkmalıydı. Bazı günlerde burada büyük şamatalar olurdu. İnsanlar toplanırlar, bağırırlar, çağırırlar, giderlerken de arkalarında bir sürü işe yarar malzeme bırakırlardı. Arabayı ara sokaklarda bir yere saklamalı insanların yere attıklarını çaktırmadan tüm toplayıcılardan önce almalıydı.

Meydan kalabalanmaya başlamıştı. Müzik çalıyordu. Dost ve Araf, kuyruklarıyla müziğe eşlik ediyorlardı. Neden sonra belediye reisi göründü meydanda. Tek tek tokalaşıyordu meydanda toplanan kadınlarla. Başkanın kendisine yaklaştığını görünce kaçmak istedi. Belediye zabıtalarından az kaçmamıştı. Polisler yolunu kesip de, “Aşırdığın oluyor mu?” diye az sormamıştı hani.  O yalnızca çöp topluyordu. Hırsız falan değildi. Üstü başı iyi değildi gerçi, ama asla harama el sürmezdi. “Dur,” diye arkasından seslendi başkan “Sana söylüyorum, kızım dursana!” Sırtından soğuk terler dökülmeye başladı. Ne bir adım atabiliyor ne de geriye dönebiliyordu. Korumalar yetiştiler. Dost ve Araf’ın havlamaları eşliğinde iki kollarından tutup başkanın önüne getirdiler Iraz’ı. Kısacık ömründe hiç bu kadar utanmamıştı. Birden etraflarını kameralar, fotoğraf makineleri sardı. Gülerek elini uzattı başkan. Gömleği ve dişleri bembeyazdı. Utandı Iraz, ellerini saklamak istedi. “Elimi sıkmayacak mısın, emekçi kadınlar günün kutlu olsun kızım,” dedi başkan.

Emekçi kadınlar gününü anlamadı, ama baktı ki kaçış yok elini uzattı usulca korkarak. Başkan gülümsemesine devam ederek sordu: “Söyle bakalım okuyor musun?” Gençliğinin verdiği toylukla cevap verdi Iraz. “Tabii okuyorum, dün akşam babamla İnsancıklar’ı yenice bitirdik.”

Herkes önce sustu, sonra kahkahalarla güldü. Kamera tutan abi karıştı sonra söze. Sesinde alay vardı. “Sen Dostoyevski’yi tanıyor musun ki”. Iraz ağlamaklı oldu. “Tanımıyorum, ama o kızın da annesi ölmüş işte, fakir kalmış onlar da,” diyebildi. Bu defa herkes sus pus oldu. Başkan, kameramana ters ters baktı. “Hangi okulda okuyorsun söyle bakiyim o kitabı öğretmenin mi verdi?” Iraz artık daha fazla gözyaşlarına hâkim olamadı. Kapana kısılmış gibiydi. “Be  beee benn o kuu laaa gitt….” Cümlesini tamamlayamadan hıçkırıklara boğuldu. Başkan, saçlarını okşadı Iraz’ın. “Ağlama kızım bak madem bugün sizlerin günü hiçbirinizin ağlamaması lazım söyle bakiyim gülmen için ne yapabilirim?” “Üç dilek gibi mi” diye çocukça sordu Iraz. Başkan başıyla onayladı. Ayaklarının dibine yatmış Dost ve Araf’ı okşadı. İçini çeke çeke, “ Bana da mavi üniforma verin. Evimizin damı akmasın babam çok hasta, abim de ben de üşüyoruz orada. Bir de…” yanakları kızardı “Ben okumak istiyorum bir sürü kitabım olsun. Söz hiçbirini çöpe atmam.” Kalabalıkta önce kulakları sağır eden bir sessizlik yaşandı. Ardından da “Helal olsun!” ve alkışlar birbirini takip etti.  Başkan yanında duran, her söylediğini onaylayıp yere kadar eğilen ve sürekli, “Peki efendim, Olur efendim; Tabii efendim,” diyen adama döndü. “Gereğini yapın Cavit Bey”. Adam yine yerlere kadar eğildi.

Kulağına kadar gelen fısıltılar, “Köftehor kendini acındırdı, allem kalem, torpili tepeden kaptı,” diyordu. Başkan uzaklaşırken, Cavit Bey sert bir şekilde Iraz’a baktı. “Hadi yine iyisin hayatın kurtuldu.” Sahi Dostoyevski denen adam, “Tabii Efendimci Cavit Bey” gibilere neler diyordu şu “Yer Altından Notlar” kitabında…