ÖYKÜ KÜRSÜSÜ; Sevil Günay Varol; ‘Dantel’ – Öykü

DANTEL ÖYKÜ

Sevil Günay Varol

Annesinin o eski bavula verdiği önem çocukken Eda’yı çok şaşırtırdı. Dört yaşında olmasına rağmen hatırladığı mahalle yangını sırasında bile annesinin hemen evden çıkardığı eşyalar arasında o eski püskü bavul da vardı. Biraz daha büyüyünce artık karar vermişti. Bavulda ya çok para olmalıydı ya da değerli mücevherler. Anneannesine ait mücevherler, çünkü bavul anneannesinindi.

Ama o kadar değerliyse neden eskiydi, bari mücevherleri yeni bir kutuya koysalardı. Anneanneme yeni bavul alalım, dediğinde annesi, Sen karışma büyüklerin işine, demişti.

Eda anneannesinin yeni bir bavulu olursa sevineceğini düşünüyordu.

Yaşlı kadının yüzü gülmezdi ama sürekli konuşurdu. Şikâyet ederdi, iyi olmadığını söylerdi. Eda onun torunları, kızı ve damadı ile birlikte yaşamayı neden sevmediğini düşünürdü. Hayat bilgisi dersinde ailemiz ünitesi işleniyordu ve Eda kimin kim olduğunu artık kolayca sayabiliyordu. O, anneannesini severdi. Yaşlı kadın çok güzel yemekler, börekler, pilavlar yapardı. Zaten çoğunlukla mutfakta geçerdi günü. Bu yüzden anne mutfağa pek uğramazdı, sadece bulaşık zamanları geçerdi mutfağa, yemeklerden sonra, sofra toplanırken.

Annesinin aynı evin içinde kendi annesinden uzak durarak yaşadığını fark ettiğinde Eda dokuz on yaşlarındaydı. Ayın yarısını iş yüzünden dışarda geçiren, kalan yarısında da – anne tarafından uyuması sürekli söylendiğinden olacak – genellikle evde uyuyan babanın ise anneanne hakkında ne düşündüğü anlaşılmazdı. Baba durumdan ve önüne gelen yemeklerden memnun, yaşayıp gider gibiydi.

Bavul annenin yatağının altındaydı. Çocukların ellemesi yasaktı.

Anneanne yanına hiç gitmediği oğlundan, yani dayıdan, sürekli bahsediyordu. Onun çok akıllı olduğunu, para göndermezse açıkta kalacağını, ona oğlunun baktığını, o çok bilmiş kızla evlenerek evladının kendisine nasıl yazık ettiğini, gelini olacak kadının çocukları da kendisine benzettiğini söylüyordu. Eda ne dayısını, ne sevilmeyen yengeyi, ne de çocuklarını tanıyordu. Onlar görüşülmeyen, uzak durulan kuzenlerdi sadece. Anneanne okuyup büyük adam olmuş dayıyı anlatıp dururdu ama anne, abisinden bahsedilince üzülürdü, yaşlı kadının ikide bir tekrarladığı, “Bak hatırlarsın sen, abinin nasıl bembeyaz gömlekleri vardı, onları nasıl sakız gibi yıkayıp ütülerdim,” sözlerine cevap vermez, hiçbir şey demeden sadece başını sallardı. Hele, Bana oğlum bakıyor, para gönderiyor, lafını duyunca Eda’nın annesinin yüzü iyice asılırdı. Bu konuşmaların sonunda sıra muhakkak eski mahalleye, dededen kalma o küçük arsaya anneanne için bir ev yapılmasına gelirdi. Dede yirmi yıl önce ölmüştü.

O bavulda ancak dedenin aldığı mücevherler olabilirdi.

Evin içindeki sıkıntılı hava giderek arttı, anneannenin olur olmaz yerde kızına söylenmesi çoğaldı. Anne artık şaşkın şaşkın dolaşıyordu evin içinde. Girdiği banyodan iki saatte çıkmadığı oluyordu. Küçük kız bunun evde kendine ait, sessiz bir yer arama çabası olduğunu ancak yıllar sonra anlayabildi. Eda’nın kendinden beş yaş büyük ablası anneanneye cevap vermeye başlamıştı, yaşlı kadına sertçe susmasını söylüyordu. Anneyi korumaya çalışan abla Eda’nın gözünde kahraman haline geldi. Zaten abla lise denen çok zor bir okula gidiyor, İngilizce denen başka bir dilden konuşabiliyordu. “Şimdi sana kaç yaşındasın diye soruyorum,” dediği zaman Eda hayranlıkla bakardı ablasına.

Annesi bir öğleden sonra duyduğu, İyi ki oğlum var şu hayatta da kimseye muhtaç değilim sözünden sonra haykıra haykıra ağlamaya başlayınca Eda çok korktu. O akşam evden uzaktaki çalışma günlerinde olmayan babası akşam geldiğinde anneanne konusu bir daha açıldı. Bu kez baba dayıya telefon edip konuşmaya ve o arsada nihayet küçük bir ev yapılmasına kesin karar verdi. Ertesi gün dediğini yaptı, telefon etti, yetmedi, uzun bir mektup yazdı dayıya. Eda babasının neler anlattığını hiç öğrenemedi ama anneanne on gün sonra oğluna gitti. Derken inşaatın başladığı haberi geldi.

Baba artık ikide bir gidip eve bakıyordu. Sonunda bir ay içinde evin oturulacak hale geldiğini söyledi. İki oda, mutfak ve tuvalet yapılmış, elektrikle su bağlanmıştı. Anneanne eşyalarımı toplayacağım diyerek geri geldi, ne gerekiyorsa aldı. Bu sırada annesinin hiç konuşmadan ona yardım ettiğini, hatta onun için fazladan yeni eşyalar aldığını fark etti Eda. Eski bavul yerinden çıktı ve hiç açılmadan gidecekler arasına kondu. Bir sabah erkenden anne, baba ve anneanne dolu bir kamyonetle yola çıktılar, akşama sadece anne ve baba geri geldi. Yeni eve yeni eşyalar götürülmüştü işte.

Günlerden sonra bir akşam yemeğinde anne ve babanın konuştukları duyuldu. Anne, “Yaşlı kadını oralara götürüp bıraktık tek başına, çok üzülüyorum,” dedi ama baba cevap vermedi.

Eda annesinin artık iyi olmasını, ağlamamasını istiyordu.

Ama anneanne onlardan ayrıldıktan sonra da annenin rahat ettiği görülmedi. Çok yorgunum, iyi değilim gibi sözler yıllarca dilinden düşmedi. Hasta olmak günlük bir olay haline geldi onun için. Bazen komşular anneye “Nasılsın, ne yapıyorsun,” derler, hatırını sorarlardı. Onun cevapları hep aynı olurdu.  “Hiç, sabah işi işte” veya “Akşam işi işte, bitmiyor ki” gibi sözlerden herkes gına getirmişti. Kızlar evin içinde ona yardım etmeye çalıştıklarında çoğu kez kızgın bakışlarla karşılaşırlardı; “Bir de sizinle uğraşmayayım ha, zaten işim başımdan aşkın.

Hiçbir şeyi elletmezdi,  bıkmış usanmış savunurdu kendini; “Aman çocuğum, siz derslerinizi yapın yeter.” Derslerini hep yapardı Eda, yapar bitirirdi, başka bir şeyle ilgilenmeden okulla ev arasında büyüdü. Bayramlarda anneanneyi ziyaret ettiler. Tek başına bırakılmış yaşlı kadın hiç fena durumda değildi. Anlattıklarına artık, “Şükürler olsun, başım içerde, ayaklarım dışarda olsa da bir evim var, çok rahatım, karışanım görüşenim yok,” sözleri eklenmişti.

Bu dua çok ilgisini çekmişti Eda’nın. Eve baktı uzun uzun, anneannesinin ayakları dışarda falan değildi, iyiydi. Bu, Türkçe öğretmeninin anlattığı deyimlerden biri olmalıydı, anlamıştı işte. Anneanne odanın ortasına kurduğu eski sobanın üzerinde – ona maşınga diyordu – torununa köfte yapıyor, fırın kısmında börekler pişiriyordu. Arsanın geri kalan kısmına marul ve yeşil soğan dikilmişti. Kapının önünde yaşlı bir nar ağacı vardı. Kedi yavruları dolaşıyordu etrafta. Eda bahçesinde koşabildiği bu küçük evden çok hoşlandı. Anneanne, Yeter koşma falan demiyordu, Büyüdün artık, ne koşuyorsun öyle, ayıp, demiyordu.

Yaşlı kadın eskilerde kalan komşularını yeniden buldu. O komşular onun nasıl gelin olduğunu, dedenin gençliğini, Eda’nın annesinin küçüklüğünü hatırlıyordu. Bir yaz tatilinde haftalarca o evde kaldı Eda. Özellikle en yakın komşu sayılan Zekiye Teyze’yi sevdi. Bahçesinden topladığı marullarla ona sevdiği salatadan yapan bu yaşlı kadın Eda’yı kendi torunlarından ayırmıyordu. Zekiye Teyzelerin evinde telefon bile vardı, babası oradan arayıp sordu kaldığı süre boyunca. Abla artık üniversiteye gidiyordu.

Telefon konuşmalarında anneanne bazen anneyle de konuşurdu. Şükürler olsun, iyiyim sözlerinden sonra anneanne eksiklerini sayardı kızına. Hocanın karısındaki gibi açılır kapanır bir divan istiyordu, böylece her gece Eda’ya yatak yapmaya gerek kalmazdı. Radyo şimdilik yetiyordu ama hazır kız buradayken bir televizyon getirseler iyi olacaktı. Akşamları sürekli konu komşuya gitmekten kurtulurlardı. Mevlüt falan dinlemek istiyordu ama her zaman gitmek ayıptı. Mesela dün geceki film bittiğinde saat gece yarısını geçmişti, komşuya rahatsızlık vermişlerdi. Zaten Zekiye Hanım insana gözünü dikip bakardı eskiden beri.

Gelen her yeni eşya ile birlikte anneannenin çok sevindiğini görüyordu Eda. Değişen perdeler, alınan yeni çaydanlık veya çarşaf takımı gözlerinin içini güldürüyordu. Kendileri ile beraber yaşarken anneannesinin böylesine mutlu olduğunu hatırlamıyordu. Buna rağmen yaşlı kadın çoğunu kullanmıyordu eşyaların, alıştıklarından vazgeçmiyordu. Annenin getirdiği yeni bardak ve fincanlar ile bir naylon torba dolusu havlu yatağının altında, bavulun yanında duruyordu. Kullanalım bu yeni eşyaları anneanne dediğinde yaşlı kadın, “Dur bakalım,” derdi hep, “Elimizdekiler eskimedi daha.” Oysa Zekiye Teyze ona hediye yollanan eşarbı hemen takmaya başlamıştı.

Önemli olan yeni bir şeyler görmek, ilgilenildiğini hissetmek miydi?

Zekiye Teyze bazen arkadaşıymış gibi konuşurdu onunla. Bir gün dayısından bile bahsetti, anneanne yoktu yanlarında.

Anneannen onu çocukken de yere göğe koyamazdı,” dedi. “Her şeyi oğluna göre yapardı. Ama dayın o zamanlar bile kimseye aldırmazdı. Sen şimdi söylüyorsun ya hiç aramıyor diye, normaldir. Küçükken benim oğlumu da bahçede itti, düşürdü, sonra yürüdü gitti, ağlamasıyla falan hiç ilgilenmedi. Hatta canın yandıysa para veririm, susarsın dediydi de hepimiz şaşırıp kalmıştık. Annen hiç abisine benzemezdi, nazlı, sessiz bir kızdı senin annen.

Eda göz bebeği olan bir erkek evladın sonradan neden hiç gelmediğini, anneannenin niçin yıllarca onlarla beraber yaşamak zorunda kaldığını, şimdi bile dayısının neden hiç uğramadığını sormanın artık gereksiz olduğunu fark ediyordu.

Büyümek önce aileyi mi anlamaktı? Kadınları, kendine uzak veya yakın kadınları mı anlamaktı? Anneyi düşünmek, onu hem sevmek hem de ona kızmak mıydı? Annesi neden hiç sesini çıkarmamıştı hayatta? Ama Eda ile ablasının her yaptığına karışıyordu işte.

Zekiye Teyzenin, anneannenin ve kocaları uzun yıllar önce ölmüş yaşlı kadınların yaşadığı bu mahalle, birlikte oturulan bahçeler, anlatılan eski yeni hikâyeler, ne olursa olsun her gün mutlaka ocağa konan yemekler, edilen şükür duaları, istenilen saatte yatmak, istenilen saatte kalkmak, gece oturmaları, akşam çayları ve yaygınlaşmaya başlayan televizyonla geçen bu hayat yaşlı kadını mutlu ediyordu, belliydi. “Son yıllarımda verdi Allah’ım bana bu evi, şükürler olsun, kaç günlük ömrüm var ki şu dünyada,” diyen anneanne âdeta bir yaşama sevincine kavuşmuş gibiydi. Eda kendi evlerinde sabahları torunlar veya damat uyanmasın diye ayaklarının ucunda yürüyen yaşlı kadının şimdi bu evde tahta kapıları çarparak dolaştığını görüyordu. Küçük radyo hiç susmuyordu.

Anneanne günlük işler deyip geçilen düzenin, çoğu kişi için sıkıcı olan bir hayatın, akıp giden günlerin huzur verici tadını çıkarttı. Mutlu bir anneanne oldu.

Yıllar sonra öldüğünde pasta tabaklarından biblolara kadar eşya dolu, küçük bir ev bıraktı geride. Eda ve ablası bütün çocuklukları boyunca merak ettikleri bavulun bir gün anne tarafından açıldığını gördüler. İyice eskimiş bavulun içinden tanımadıkları kuzenler dâhil bütün torunlar için yapılıp kolalanmış ve yıllardır saklanmış sayısız dantel işi çıktı.

Anne o gün hiç ağlamadı.