ÖYKÜ KÜRSÜSÜ: Suavi Bey’in Sabah Duası – Aylin Kılıç

SUAVİ BEY’İN SABAH DUASI
Aylin Kılıç

Bir haftadır bitmeyen. İnadına genişleyen, uğursuz bir boşluk duygusuyla, yeni bir güne başladı Suavi Bey. Sanki biri yüreğini avucuna almış sıkıp sıkıp bırakıyordu. Ardından davul gümbürtüsüyle atan yüreğini gırtlağında hissediyordu.

Bu sabah da yüreği ağzından çıkıp gitmesin diye dişlerini sımsıkı kenetleyip yataktan fırladı.

Diğer odaya gitti. Camı açtı. Derin derin nefes almaya çalıştıysa da kırk yıldır sigarayla dumanlanan ciğerleri buna izin vermedi. Boğulurcasına öksürmeye başladı. Bitecek gibi değildi. Suna Hanım uyanmasın diye kapıyı kapattı. Sandalyeye çöküp gözlerinden yaşlar gelene kadar öksürdü. Boğazı yanıyordu.

İçinde kötü bir sıkıntı vardı. Sanki şimdi telefon çalacak, birinden kötü bir haber alacakmış gibi huzursuzca odanın içinde döndü durdu. Oğlu aklından çıkmıyordu. Ona kondurmamaya çalıştı. Derken aklına karısı geldi. Korkan adımlarla yatak odasına girdi. Suna Hanım’da hiç kıpırtı yoktu. Eğilip nefesini dinledi. Çok hafifti. Yok gibi. Bir parça rahatladı.

Bu sabah olmasa da bir sabah bu soluk duyulmayacak. İnşallah benden önce ölmez. Önce o göçerse ben ne yaparım? Ben nasıl böyle tedbirsiz davrandım. Yaşlanacağımı düşünmedim. Allah’ım önce benim canımı al!

Sabahları insanlar neden böyle kokar? Yaşlılık kokusuyla birleşince ne kadar da ağırlaşıyor! Sonra kendini kokladı. Kokusundan iğrendiği karısı kendisinden on yaş büyüktü.

St. Benoit Lisesi mezunu, Hukuk Fakültesi son sınıftan terk Suna Hanım, otuz sene boyunca herkesin tanıdığı ünlü ceza avukatının sağ koluydu. Kaç defa af çıkmışsa da fakülteyi bitirip yargıç olması konusunda kimse onu ikna edemedi. Kocasına her zaman hayran Suna Hanım, ‘Erkeğinin önüne geçmek bir hanımefendiye yakışmaz,’ deyip mesleğinde yükselmek istemedi. Şimdiyse, bu karı kocanın, abla kardeşin, ana oğlun birbirlerine besledikleri tek his koruma ve acımaydı.

Kendisine değer veren tek kadını, dikildiği yerden uzun uzun seyretti. Odaya göz gezdirdi. Her yer temiz ve düzenliydi. Beyaz işli yatak örtüsü katlanıp sandığın üzerine konmuştu. Çarşaf, yorgan, tüller perdeler her zaman kar gibi beyaz ve ütülüydü.

Bir şeylerin sonuna yaklaştığını hissediyordu Suavi Bey. Bunalarak bir köşede oturmak gibi bir lüksü yoktu. Çünkü acilen iş bulması gerekiyordu. Para kazanma zorunluluğu bir bıçak gibi kemiğe dayanmıştı. Geçmişte aldığı bütün yanlış kararlara bir kez daha lanet etti. Bir kez daha elden ayaktan düşmeden, Suna Hanım’dan önce ölmeyi diledi.

Günlerdir süren ayaz, kar, yağmur, fırtına dörtlüsünden sonra bahara hızlı bir geçiş yapmıştı doğa. Giyindi. Markete gidip ekmekle iş ilanları gazetesi aldı.

Döndüğünde Suna Hanım seyrelmiş boyalı saçlarını arkada toplamış, çin iğnesi işlemeli beyaz sabahlığını giymiş onu bekliyordu. Camlar açık olduğu için baharın taze kokusu evin içinde esiyordu.

“Hava çok güzel! Fenerbahçe Parkı’na gidelim.”

“Günlerdir gri gökyüzüne bakmaktan bunalmıştık. Kek yaparım. Termosa çay da koyarım. Saatlerce kalırız.

Kahvaltıdan sonra Suavi Bey bir umutla iş ilanları sayfalarını taramaya başladı. Suna Hanım da eşine hissettirmeden ağrı kesici ilaçlarını ve merhemlerini alıp odasına çekildi. Aslında hiç dermanı yoktu. Gidene kadar biraz olsun düzelmeyi umut etti.

Saat bire doğru hazırladığı piknik sepetini kapının yanına koyup, oturduğu yerde uyuyan Suavi Bey’i uyandırdı. İlan edilmemiş bir ayinin törensel hareketleriyle ağır ağır giyindiler. Ocağı, muslukları kontrol ettiler. Kapıyı üç kere kilitleyip sokağa çıktılar. Ilık bahar havasında üşümekten korkan Suna Hanım eşine iyice sokuldu.

“Acelemiz yok. Yavaş gidelim,” dediyse de takati çabuk tükendi.

“Uzun yürüyüşler yapmak da geride kaldı. Otobüse binelim,” dedi. Fazla beklemediler. Otobüs geldi.

Fenerbahçe Parkı cıvıl cıvıldı. Erguvanlar da tomurcuklanmaya başlamıştı. Parkın en ucundaki boş piknik masasına doğru hızlandılar. Açıklarda Adalar, sisli puslu denizin üzerinde yüzergezer hayali manzaralar gibiydi. Esen rüzgâr ikisini de titretti.

Suna Hanım çantadan çıkardığı iki şaldan biriyle dizlerini sardı. Diğeriyle de eşini. Denizi seyre daldılar. Açıklardan kalabalık bir yunus sürüsü geçiyordu. Gözden yitene kadar takip ettiler.

Çantadan termosu, keki ve bardakları çıkardılar. Acelesiz, dingin hareketlerle üçüncü bardaklarına geldiklerinde Murat’ı sağ yanlarında dikilir buldular.

“Gelsene!” deyip oturdukları yerde sola kayıp ona yer açtılar. Önüne bir bardak çay koyup kek ikram ettiler. Şimdi üçü de parkın şamatasını arkalarına atmış, yüzleri denize dönük yan yana oturuyorlardı. Uzun süre konuşacak bir şey bulamadılar. Açılışı Murat yaptı.

“Biliyorum ben senin derdini. İş bulamadığın için bozuksun. Bulamamaktan korkuyorsun. Ama haklısın. İnan biz de çok zor iş bağlantısı kuruyoruz. Fakat ben az malzeme gerektiren basit çekimlere seni göndereceğim. Makineni temizle, bakımını yap. Hazır tut.”

Yaşlı karıkocanın umutsuzluktan feri kaçmış gözlerinde ışıklar dolaşmaya başladı. Teşekkür etmek istediler. Murat sol eliyle arkadaşının omzuna hafifçe vurdu. Konuşmasına devam etti;

“Elli liram var. Kaç haftadır cebimde gezdiriyorum. İhtiyacım olmazsa onu sana vereceğim.”

Suavi Bey bu son söze kahkahayla gülmemek için kendini zor tuttu;

“Eyvallah… Düşünmüş olman yeter. Sana birini soracağım. Bizim ressam Mehmet Nuri nerede? Ne yapıyor?”

“İyi! Sinema televizyon sektörüne girdi. Sanat yönetmenliği yapıyor.”

“Onunla görüşmek istiyorum. Sende telefonu var mı?

Murat biraz durdu. İnce, seyrek bıyıklarını burdu, çekiştirdi. Biraz kıvrandı. Cep telefonunu çıkarıp rehberinde arıyormuş gibi yaptı.

“Hayret! Numarasını kaydetmemişim. Yeri Taksim’de. Film platosu hazırlıyor.”

Suna Hanım’dan hayal kırıklığıyla yüklü hafif bir inilti yükseldi. Bunu sadece Suavi Bey duydu. “Sadece merhaba demek istemiştim. Uzun zaman burada olmayınca kimseyi bıraktığın yerde bulamıyorsun,” dedi üzüntüyle. Son sigarasını çıkarıp yaktı. Paketini buruşturup cebine koydu. Derin bir nefes çekti.

“Hatırlar mısın bilmem?” diye söze başladı Suavi Bey; “Seneler önce ben Cağaloğlu’ndaki o büyük gazetede çalışırken haftanın üç günü Vedat’la sen yanıma gelirdiniz. Akşamları da Cemiyet’e gider yer, içer uzun sohbetlere dalardık. Siz henüz Osmanbey’deki o daireyi alıp stüdyo yapmamıştınız. Evinizin karşısındaki dükkânı kiralamıştınız.”

“Evet. Dükkânın kirasını çıkarmak için önünde patates soğan satıyorduk. Daha çok para kazanıyorduk.” Güldüler.

“Mehmet Nuri de gelirdi sizinle Cemiyet’e. Yeni evlenmişti. Tabelacılık istemiyordu. Tutkuyla resim yapıyordu. Yazmayı da çok seviyordu. İbrahim Çallı hakkında yazı yazıp getirmesini istedim. Getirdi de. Çok iyi bir yazıydı. O yazı basıldı. Ardından kültür sanat sayfasının başına geçirdim. O zamanlar boyalı dergiler yeni yeni yayınlanmaya başlamıştı. Yayın yönetmenleri bir fotoğrafçı istediklerinde sizi koşturuyordum. Benim için az koşturmadınız İstanbul’da. Bir uçtan bir uca.”

“O zamanlar arabamız yoktu. Taksi tutacak para da yoktu zaten. Bir bavulda ışıklar, omzumuzdaki çantada makineler, ellerimizde demirden, ağır tripotlarla otobüse binerdik. Şoförler bizi almak istemezlerdi. Tesisatçı zannederlerdi. ‘Her gün bu borularla nereye gidiyorsunuz?’ diye sorarlardı.

“Biz de yemedik içmedik eski bir pikap aldık. Sonra işler açıldı. Yürüdük gittik. Senin hatan gitmekti. Gittin. Kalelerini terk ettin. Kalsaydın. Güneşli’deki binanın tepesinde şimdi sen oturuyordun. Bizler de hâlâ senin köpeğindik.”

İleri gittiğini anladı. Sözünü toparlamak istedi. Vazgeçti.

Uzun bir sessizlik oldu. Suavi Bey, Suna Hanım’ın kaskatı duruşundan sessizce ağladığını anladı.

Öfkeyle yanıtladı Murat’ı: “Güneşli’deki o binanın üst katına liyakatle değil, siyasetle çıkılır. Bunu sen de biliyorsun. Ama yine de haklısın. Gitmemeliydim.”

Ufukta bulutlar toplanıp, rüzgâr yağmur kokularıyla sert esince hızlıca toplanıp parktan ayrıldılar. Murat durağın yanındaki büfeden iki paket sigara alıp arkadaşına verdi. Önlerinde bekleyen taksiye atlayıp gittiler.