ÖYKÜ KÜRSÜSÜ; Ulaş Vural; ‘Kuzgun’un Ötesinde’ – Öykü

KUZGUN’UN ÖTESİNDE

Ulaş Vural

Koltuğa uzandığımda saat gece üçü buluyordu. Ömrümde görüp görebileceğim en berbat mekaniğe sahip koltukta, zihnen ve bedenen bitmiş şekilde yatıyordum. Uykudan bihaber yatarken eksikliği hemen fark ettim. Kalkıp kulaklığımı buldum ve bir çırpıda kulaklarıma geçirip koltuğa döndüm. Gün içerisinde halamla birlikteyken unuttuğum bütün sıkıntılar koltuğa geçtiğimde boğazıma yapışıyordu. Sözde finallere çalışmak için buraya kaçmıştım fakat seneyi tekrarlayacağımı adım gibi biliyordum. Son dokuz ayda hiçbir şey yolunda gitmemişti, en sancılı kısmıysa, işlerin yoluna girmesini ben engellemiştim. Olayın beni buraya kadar sürükleyeceğine ihtimal vermemiştim. Tercih ettiğim aydınlıkların karartısında boğuluyordum.

Her gece olduğu gibi, bu gece de müzik dinleme arzum beni sıkıştırıyor, nefes almaya vakit bırakmıyordu. Hiç düşünmeden telefonu açtım. Neler dinlemiştim en son? Within Temptation, Nightwish, Eluveitie, Midlake… Adını hatırlayamadığım o şarkıyı açtım ve devamında benzer şarkıların çalması komutunu verdim.

Yine mi Folk Metal? Değiştir. Post-Rock? Değiştir. Gothic Metal, Neo-folk, Doom Metal? Hayır! Şarkıları beğenmeyip değiştirdikçe değiştiriyordum. Artık şarkının adına veya sesine bile bakmıyor, güdülenmiş bir şekilde ileri tuşuna dokunuyordum. Değiştir, değiştir…

Durdum. Adını dinlenilecekler listeme eklediğim o müzik grubunu fark ettim. “Omnia” adlı grubun “The Raven” (Kuzgun) şarkısı… Albüm kapağına göz atarak grup hakkında çıkarım yapmaya çalıştım. Sepya tonlarda birkaç insan ve fantastik figür; kimi dans eder, kimiyse düşüncelere dalarcasına karakalemlenmişti. İlgimi çekmişti, daha da incelememe fırsat vermeden kulağıma davetsiz bir misafir gibi dalıveren o sese kendimi bıraktım:

“Once upon a midnight dreary, while I pondered, weak and weary,
Over many a quaint and curious volume of forgotten lore”

Gözlerim baygın hallerinden sıyrılmış, zihnim tüm dikkatini kulaklarıma yöneltmişti. Bir büyü inmişti üzerime; öyle büyü ki, kelime sonları mırıltılı erkek sesi ve yağmurlu gök gürlemesi beni tepeden tırnağa esir almış, anlamını bilmediğim kelimeleri harf harf kafama tıkıp yerleştirmeye başlamıştı. Sözcükleri havada yakalamak, anlayabildiklerimi seçip rahatlamak istiyordum. Vokal, sakinliğini bozmadan etkisini sürdürürken birkaç melodi duymaya başladım. Bu sonu gelmez etkinin derinliklerine doğru çekiliyordum. Sözcüklerin birbiriyle uyumuna, söyleyişin karşı çıkılamaz melodisine yenik düşmüştüm. Bir dakikaya yakındır arkada tınlayan enstrümanı, güçlenip notalarıyla bana doğru taarruza geçtiğinde fark ettim. Arka plandaki notalar Keltlerin o ozansı müziklerine çok benziyordu, bir anlığına kendimi ortaçağ hanlarından birinde gibi hissettim. Enstrüman lavta tınısı veriyordu ama dikkatim bunları ayırt edemeyecek kadar dağınıktı.

Sözlerin ikinci durağından sonra ses artık daha kararlı, daha sert geliyordu. Baştaki durgunluk yerini korkuya bırakmış gibiydi. Sözlerden sökebildiğim anlatıcının üzerine üşüşen o karanlık düşünceler olduğu gibi tepemdeydi. Söylenen her şeyi, hayat şeridimden geçermişçesine hissediyor, her bir cümleyle biraz daha diplere ilerliyordum. Tam o anda vücuduma müthiş bir ürperti bırakan o sözler geldi.

“Quoth the Raven, ‘Nevermore’”

Olaya, şarkının adında geçen bir kuzgunun dâhil olması, beni yaratılan bu ürkünç ortama tamamıyla bağlamıştı. Bu andan sonra, parçayla ilk münasebetim olan dokuz dakika boyunca kulağıma çalınan kelimelerin her biri beni kara bir çekiçle benliğimin bilmediğim boşluklarına çakmaya devam etti. Anlatıcı artık kendi kendine konuşmuyor, kuzgunla ciddi şekilde tartışıyor, ona bağırıyordu. Son sözler, aynı ilk sözler gibi, belli bir sakinlik, belki de vazgeçmişlik havasıyla söylendi ve şarkı bitti. Aklımda tek düşünce vardı: Derhal bu sözleri Türkçeye çevirecektim. Hızla doğruldum ve internette şarkı sözlerini aradım, kâğıt kalemimi aldım, işe giriştim.

İlk düşüncede görevim çok kolaydı; her zamanki gibi kelimelerin arasındaki alakaları bulacak, bunları kısım kısım birbiriyle ilişkilendirecek ve bu anlamdan çıkmadan çevirmeye başlayacaktım. Durum hiç de öyle olmadı. Öncelikle kulaklarıma ıska geçen bu anlatıyı tümden kavramak için birkaç defa okudum fakat hiçbir fayda göremedim. Gözüm satırlara değdiği anda bir terzi titizliğiyle işlenen kelimeleri fark ettim. Tanımadığım kelimelere gözlerim de şahit oldukça kendime olan güvenim azalıyor, içimde titrek bir korku beliriyordu. Anlamını az buçuk tahmin edebildiğim kelimelerin okunuşundansa hayli uzaktım. On üç kısımdan oluşan sözleri lügatsiz takip etmek benim için çok güçtü, öyle yaptığımda hikâyeyi kaçırıyor, tam tadına varamıyordum. Yine de kendime ve içimdeki o endişeye –bilmeyişin ve öğrenecek çok fazla bilginin olduğu endişesine- baskın gelmeye çalışarak telefondan İngilizce-Türkçe sözlüğü açtım ve kelimelere birer mana yakıştırarak ilk adımımı attım. Yaklaşık yarım saat boyunca kelimeleri buldum, yerlerine yerleştirdim ve orijinal dilindeki nefes kesici varlığını sürdürmesini umarak birkaç dokunuşta bulundum. İlk iki parça bitmişti bile, fakat sonuç rezaletin de ötesinde utanç verici bir şeydi. Manasını ve etkisini bozmadan bir kelimeyi bile tercüme edememiştim, karşısında kalakaldığım o yapıt aniden sönük ateşin kül yığını gibi kalıntıları üzerine düşmüştü. Bu sonuç hem İngilizceme hem de özgüvenime can sıkıcı bir çelme takmıştı. İşin böyle gidemeyeceğini kabul edip başka bir yol izlemek istedim; dilimi geliştirmek ve şarkıyı en azından anlayabilmek için çeviriye devam etmeliydim. Tabii, esere hak ettiği tercümeyi veremeyeceğimin bilincindeydim. Çeviri teşebbüsümü lisede dil bölümünden mezun bir arkadaşıma attıktan sonra çarpık koltuğuma geri döndüm ve beni ölüm diyarlarından ziyarete gelen bir kuzgunu düşleyerek uykuya daldım.

Ertesi gün, saatleri bir şekilde geçirip akşam tekrar işimin başına oturdum. Dilci arkadaşım da aynı benim gibi kelimeleri tanımamış ve çok karmaşık bulmuştu. Daha detaylı bir çalışmaya giriştim; bilmediğim kelimeleri tespit edip onların hepsini önceden bir kâğıda çevirdim. “Tamam,” dedim kendi kendime, “şu olaylara toptan bir göz atalım.”

Ve devam ettim: “Anlatıcı endişeli birisi, kelimelerinden belli oluyor; gece yarısında, sevdiği kadının ölümünü unutmak için kitap okurken kapısı tıklanıyor. Onu şöyle bir anmışken endişeleri artık korkuya dönüşüyor ve kendini teskin etmeye çalışıyor. Kibar bir dille kapıya sesleniyor, ardından kapıyı açıyor ve karanlıktan başka bir şey göremiyor. O anda gayriihtiyari, ölen sevgilisinin adı, ‘Lenore!’ ağzından çıkıyor, karanlıktan bu ad ona geri dönüyor. Kapıyı kapatıp içeri girdiğinde artık korkularına hâkim olamaz haldeki anlatıcı, tıklamaları duymaya devam ediyor. Şüphelendiği pencereyi açar açmaz bir kuzgun içeri dalıveriyor.”

Tam bu esnada ensemden aşağıya doğru, ürpertiyle karışık anlık bir titreme yaşadım. Anlatılan şeylerde alt, kapalı anlamlar sezsem de bunları açığa çıkartamıyordum. Bahsi geçenler içimde karanlık bir hava oluşturmakla kalmıyor, mideme fiziksel bir huzursuzluk veriyordu. Bu beni aynı anda hem rahatsız hem de hoşnut ediyordu. Duraksamam çok sürmedi: “Anlatıcı hemen havaya giriyor, ne idüğü belirsiz bu kuzguna övgüler yağdırıyor, onu yüceltiyor, adını soruyor fakat kuşun, kendisine, ‘Hiçbir zaman!’ cevabını vermesiyle tekrardan korkulara düşüyor. Artık iç dünyasında kurmaca kurmacayı açıyor, durumu iyice vahimleşiyor. Kendi kendine mırıldanmasına da kuş aynı cevabı tekrarlayınca o yücelttiği kuzgun, gözünde ağır ağır düşmeye ve şer temsili bir varlık olmaya başlıyor, fakat hâlâ kuştan aklını alamıyor. Bu yoğun, korkunç düşüncelerle boğuşurken aklına tekrardan sevdiği kadını anımsıyor ve kuzgunun ölümün kıyısından geldiğini farz ederek ona ölümle ilgili sorular sormaya başlıyor. Aldığı ‘Hiçbir zaman!’ cevabı değişmedikçe sorduğu soruların yükü omuzlarında iyice ağırlaşıyor, kuş, yüreğine artık külfet gibi geliyor. Son bir sıçramayla kuşa bağırıp çağırıyor, onu defediyor, kuşun cevabını tekrarlaması üzerine usul usul içine çekilip siniyor ve kuşu da kaderini de sonsuza dek kabul ediyor.”