ÖYKÜ KÜRSÜSÜ; Taner Korkmaz; Kâhin – Öykü

KÂHİN

Taner Korkmaz

Aynı zamanda müdür yardımcısı da olan matematik öğretmeni Fatma Hanım’ın son saatte şamata yapıp dersi kaynattıkları için cezaya bıraktığı Samet ve Özgür herkes dağılıp okulun ışıkları sönünceye kadar sınıftan çıkamamışlardı. Bu nedenle okuldan her zamankinden geç ayrılan ikili yağmur altında koşar adım otobüs durağına vardığında yarım saat önce caddeye doğru sel halinde akan öğrenci kalabalığından eser kalmamış, durak çoktan tenhalaşmıştı. Kış soğukları kendini hissettirmeye başladığından beridir öğrenciler eskiden olduğu gibi saatlerce sohbet ederek durakta vakit geçirmiyor, gelen ilk otobüslere atlayarak evlerinin yolunu tutuyorlardı.

Duraktaki boş oturağa yüzleri birer karış asık halde oturan Samet ve Özgür sessizce otobüs beklemeye koyuldular. Hava karardığından cadde boyunca düzenli aralıklarla sıralanmış aydınlatma direklerinin lambaları ve arabaların farları yakılmıştı. Yerlerin ıslak olmasının da etkisiyle o akşam cadde trafiği her zamankinden daha sıkışıktı. Birbirinin arkasına dizilmiş arabalar önlerinden merasim geçidi yapar gibi ağır ağır geçiyorlardı. Bunların çoğu akşam trafiğine takılmamak için işyerlerinden erkenden çıkan patron takımını evlerine taşıyan, yolcu sayısı ikiyi geçmeyen lüks otomobillerdi. Yağmurun azizliğine uğradıklarından bu kez sıkışıklıktan kurtulamamışlardı.

Her akşam aynı durakta otobüs bekleyen öğrenciler caddeden hangi saatte kimlerin geçtiğini artık ezbere biliyorlardı. Hatta Samet bu kadarla da kalmaz, bazı akşamlar sıkışan trafikte durağın önünden geçen arabaların içindekileri yakından tanıyormuşçasına yorum yapmaktan geri durmazdı: “Doktor Bey bugün erkenci. E tabi, evde genç karısı bekliyor.”

“Hangi doktor?” diye sorarlardı yanındakiler.

“Şu cipin içindeki. Yukarıdaki büyük hastanede estetik doktoru.”

“Nerden biliyorsun?”

Cevap vermek yerine kaşlarını kaldırıp başını hafifçe yana atardı Samet.  “Ben bilirim,” demekti bu. Ötesini sorgulamak yersizdi. Samet’in neyi ne kadar bildiği, bildiklerini nasıl bilebildiği, söylediklerinden hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğu her zaman muammaydı arkadaşları için. Bazen hiç olmadık konularda ortaya bir iddia atar, söylediklerinin aynen gerçekleşmesiyle herkesi şaşkına çevirirdi. Bazen de kimsenin bilmediği şeyleri bilerek yapardı bunu. Bir gün sınıftan Yeliz’in kulağına eğilip “Ağbin için meraklanma yakında cezaevinden çıkacak” diye fısıldamıştı. Ağbisinin cezaevinde olduğunu en yakın arkadaşlarından bile gizleyen Yeliz, semtinin yakınından bile geçmemiş olan Samet’in bunu kendisine söylemesi karşısında ağzı açık kalakalmış, “Nereden biliyorsun?” diye sormayı bile akıl edememişti. Yeliz daha büyük şaşkınlığı ise bir hafta sonraki duruşmada ağbisi tahliye edilince Samet’in bu kehanetini hatırlayarak yaşadı.

Bir keresinde derste öğrencileri aşağılayarak ahlak vaazı veren din kültürü hocasına vaazını keserek “Hocam kumar günah mıdır?” diye sormasıyla başlayan tartışma ise unutulmazdı. Sözünün kesilmesine fena halde bozulan hoca sesin geldiği yöne, “Kim o densiz?” dercesine dik dik bakarak cevap vermişti: “O nasıl soru, tabi ki günah.” Hocanın tehditkâr bakışlarından zerrece etkilenmeyen Samet’in yeni sorusu hazırdı: “Peki hocam at yarışı oynamak kumar sayılır mı?” Sınıfın içi birden yay gibi gerilmiş, kırk çift şaşkın göz birden Samet’in yüzüne çevrilmişti. Bu yüzdendir ki cevap vermeden önce hocanın yüzünden geçen tereddüdü Samet’ten başka kimse fark etmemişti. “Tabii,” demişti hoca yutkunarak, sesi bu kez öncekiler gibi haşin değildi ama: “At yarışı da kumara girer.”

“Madem öyle Hocam,” diye kendinden emin bir sesle devam etmişti Samet: Siz niye at yarışı oynuyorsunuz?”

Bu kadarı fazlaydı artık. Yüzü pancar gibi kızaran Hoca elini sertçe masaya vurarak yerinden kalkıp Samet’in üstüne yürümüştü. “Ne diyorsun sen terbiyesiz, şimdi ayaklarımın altına alırım.”

Hışım gibi ilerleyen Hoca’nın yolu üzerindeki sıralarda oturan öğrenciler korkuyla sağa sola sakınırken Samet hâlâ istifini bozmamış, hoca tam tepesine geldiğinde aynı sakinlikle gözlerini kaldırıp konuşmuştu: “Ceketinizin sol iç cebinde bugün oynanmış altılı ganyan kuponu yok mu?” Samet bunu sorarken hocanın ceplerinin içini görüyormuşçasına güvenliydi ve gözleriyle, “Hadi çıkar göster cebini,” diye meydan okuyordu. Süngüsü düşen “ahlakçı” hoca hınçla yumruğunu sıksa da daha ileri gitmeyi göze alamamış, tam da o sırada çalan teneffüs zili imdadına yetişmişti.

Sadece sınıfta değil, okuldaki bütün öğrenciler arasında da günlerce konuşulan bu olay Samet’in ününe ün katmıştı. Fizik sınavında çıkacak soruları önceden eksiksiz bilip yakın arkadaşlarına söylemesi gibi irili ufaklı başka pek çok kehaneti de tutunca okulda adı çoktandır “Kâhin”e çıkmıştı. Gerçi arada tutmayan birkaç kehanette de bulundu ama bunlar çabucak unutulmuştu. Kimse onun doğaüstü güçleri olduğuna inanmıyordu belki ama yine de bazen bir sözü ile karşısındakinin aklını başından almayı başarıyordu.

Samet ve Özgür durakta otobüs beklemeye devam ederlerken caddenin karşı tarafındaki durağa genç bir kız gelerek beklemeye başladı. Kız tam da aydınlatma direğinin altında durduğundan, ince ince yağan yağmurla tamamlanan alacakaranlıkta omuzlarına dökülen lüle lüle saçları, biçimli yüzü ve başı hafif öne eğik duruşuyla masalsı bir görünüşü vardı. Bakışlarıyla kızı aynı anda kıskaca alan Samet ve Özgür için üzerindeki üniformadan onun yakınlardaki kız lisesinin öğrencisi olduğunu anlamak zor değildi. Kız Lisesinde çoğunlukla hali vakti yerinde ailelerin zeki çocukları okuyordu. Dış görünüşüne bakarak bu kızın da onlardan biri olduğu kolayca tahmin edilebilirdi. Üzerinde, modelini tüm öğrencilerin iyi tanıdığı, marka bir mont vardı zira. Ayaklarındaki, caddenin bu tarafından bile seçilebilen botların dudak uçuklatıcı fiyatından da haberdarlardı.

Arkadaşının kızdan gözlerini alamadığını fark eden Samet tamamen ilgisiz ve uzak bir sesle konuştu: “Adı Tuğba.”

Kızdan güçlükle aldığı bakışlarını Samet’e çeviren Özgür, “Nereden biliyorsun?” diye soracaktı ama son anda vazgeçti. Başını tekrar karşıya çevirdiğinde durağa bir otobüsün girdiğini görünce yüzü asıldı. Arkadaşının yüzündeki hayal kırıklığını fark eden Samet sesine yine gizemli bir hava katarak konuştu: “Merak etme bu otobüse binmeyecek.”

Otobüs duraktan çıkınca kızın olduğu yerde beklemeye devam ettiğini gördüler. Samet “kehanetinin” çıkmasından memnun, Özgür de kızı biraz daha görebileceği için sevinçli gülümsedi. “İlerideki Levazım Sitesi’nde oturuyor,” diye iyice güvenli bir sesle devam etti Samet: “Babası albay. Aslında evleri yakın olduğundan okuldan çıkınca genelde yürüyerek gidiyor ama bugün geç kalmış, yağmur da var diye otobüse binmeye karar vermiş.”

Daha fazla dayanamayan Özgür, arkadaşına dönüp yarı alaycı konuştu: ”Amma da attın ha! Sus da biraz kızı keseyim. Bakarsın bir şansımız olur.”

“Laf!” dedi o sırada cep telefonuyla uğraşan Samet gülerek. Telefonunu montunun cebine soktuktan sonra ellerini çıkarmadan devam etti: “Bir kere, şansın olmasını istiyorsan caddenin karşısına geçip gözlerine yakından bakmalısın ki o da seni görebilsin. Ama boşuna ümitlenme hiç, erkek arkadaşı var.”

Arkadaşının söyledikleriyle ilk kez yakından ilgilenir görünen Özgür bir süre mütereddit kaldıktan sonra dayanamayıp sordu: “Nereden biliyorsun?”

Avının kapana kısıldığını gören bir avcının şehvetiyle gözleri parlayan Samet kaşlarını kaldırıp başını hafifçe yana atarak klasik “ben bilirim” hareketini yaptı ve yine gizemli bir sesle konuştu: “Çocuğun adı Vural. Sevgilisinin. Onun da babası asker. Aynı sitede oturuyorlar…” Konuşurken Özgür’ün kendisine inanmaz özlerle baktığını görünce çenesiyle kızı işaret ederek ekledi: “Bak istersen şimdi arayacak.”

İkisi birden gözlerini kızın üzerine diktiler. Henüz saniyeler geçmemişti ki kızın elini çantasına attığını, ardından cep telefonunu çıkarıp kulağına götürdüğünü gördüler.

Şaşkınlıkla elini ağzına götüren Özgür öylece kalakaldı. Samet’le yakın arkadaşlardı. Başkaları gibi o da daha önce Samet’in tutan kehanetlerine tanık olmuş ve şaşırmıştı. Bunları nasıl tutturduğunu bilemese de işin içinde bit yeniği olduğundan şüphesi yoktu. Samet’i birkaç kez sıkıştırsa da ağzından laf alamamıştı. Bu sefer tanık olduğu şey ise gerçekten inanılmazdı. Çünkü her şey anbean gözlerinin önünde cereyan etmişti. “Telefonu çalacak” demiş ve saniyeler sonra kızın telefonunu kulağına götürdüğünü gözleriyle görmüşlerdi. Tesadüf olma ihtimali milyonda bir bile değildi. Ama aklına başka bir olasılık da gelmiyordu. Kendini toparlayıp Samet’e döndüğünde yüzünde takdir eden bir ifade vardı: “Attın tuttu!”

Onun bu yorumundan zerrece etkilenmeyen Samet’in yüzünde ise muzaffer bir gülümseme parlıyordu. Kollarını göğsünün üstünde bağlamış, oturduğu yerde iyice kaykılmıştı. Başını öne arkaya birkaç kez salladıktan sonra tekrar konuştu: “Dediğim gibi, Vural aradı.”

Özgür dalga geçer bir sesle sordu: “Ne diyor peki?”

“Söyledim ya, kız bugün geç kalmış. Şimdiye çoktan evde olması gerekiyordu. Gecikince sevgilisi meraklanmış, nerede kaldığını soruyor.”

“Hadi ordan,” diye tepki gösterdi Özgür. Arkadaşının kitaptan okur gibi konuşması sinirlerine dokunmuş, taşkalaya alındığı hissine kapılmıştı: “Biraz yavaş at!”

Göğsünün üstünde bağladığı kollarını çözen Samet ellerini iki yana açtı. “İster inan ister inanma” demekti bu. Sonra ellerini yeniden montunun ceplerine soktu. Bir süre konuşmadan öylece durdular. Neden sonra oturduğu yerde iyice kaykılan Samet, meydan9 okuyarak konuştu: “İnanmıyorsan bak gör, birazdan Vural yine arayacak.”

Nefeslerini tutup beklediler. Bir dakika bile geçmeden kız bir kez daha elini çantasına attı, telefonunu çıkardı ve kulağına götürdü. Bütün bunları keyifle seyrederken Özgür’ün yüzünde ise bu kez şaşkınlıktan çok öfke okunuyordu. Kulakları kızarmış, gözleri anlayamamanın ve inanamamanın dehşetiyle yuvalarında kocaman büyümüştü.

“İstersen bekle gelip seni arabayla alayım diyor,” diye konuşmanın içeriğini de açıkladı Samet arkadaşını iyice ifrit etmek ister gibi.

Özgür teslim olmuş bir sesle karşılık verdi: “Vural mı?”

Samet başını sallayarak onayladı.

“Kız ne dedi, yani Tuğba?”

“Gerekmez, şimdi gelir otobüs, dedi,” diye kulak misafiri olduğu bir konuşmadan bahseder gibi arkadaşının merakını gideren Samet hemen ardından başıyla karşı yönden gelen otobüsü işaret edip ekledi: “Geldi işte, bu otobüse binip gidecek.”

Kızın beklediği durağa giren otobüs görüntüyü kapattı. Ve ikisi de meraklı gözlerle bakakaldılar. Nedense bu kez Özgür’ün yüzünde kehaneti çoktan kabullenmiş bir ifade vardı. Gerçekten de otobüs hareket edince kızın artık durakta olmadığını gördüler.

“Böyle bir kız arkadaşım olmasını isterdim,” dedi Özgür iç çeker gibi bir sesle. Samet teselli edercesine karşılık verdi: “Tanımıyorsun ki… Nasıl biri olduğunu bile bilmiyorsun.”

Beriki umursamazca elini salladı; “Güzel kız.” Neden sonra hüzünlü gözlerini Samet’inkilere dikip öylece kaldı. Samet o zaman arkadaşının kendisini mutlu edecek bir kehanet duymak istediğini anladı. Bir sözüyle onu bulutların üstüne çıkarabilir veya karanlıklara atabilirdi o sırada. Kısa bir tereddüdün ardından usulcacık bir sesle konuştu: “Dünyalarınız başka. Ama sen üniversiteye gideceksin. Orada bir kızla tanışacaksın, evleneceksiniz. Sonra iyi bir işin de olacak.”

“Ya sen?” diye sordu Özgür. Aldığı cevaptan memnun olup olmadığı sesinden anlaşılmıyordu.

“Benim yolum başka” dedi Kâhin. Tam da bu sırada bekledikleri otobüs durağa yanaşmıştı. Yerlerinden kalkıp otobüse bindiler.

 

İki ay önce, okuldan erken çıktığı bir gün aynı caddede tanışmıştı Tuğba’yla. Kaldırımın orta yerinde dikilen kız gözleriyle yerde bir şeyler ararken bir eli kahverengi lüle lüle saçlarındaydı. Samet elli metre kadar geride yerde turuncu renkli, üstünde yıldız olan güzel bir toka görmüş, bir an eğilip almaya niyetlense de son anda vazgeçmişti.

“Saç tokanı mı arıyorsun?” diye sordu kıza hiç düşünmeden.

Kız ona hiç bakmadan cevap verdi: “Ay, evet.” Neden sonra başını kaldırıp karşısında hiç tanımadığı bir akranını görünce kaşlarını birbirine yaklaştırarak sordu: “Sen nereden biliyorsun?”

Kaşlarını kaldırıp başını hafifçe yana atan Samet gülümsedi. “Boşuna burada arama. Yıldız süslü turuncu tokanı okulda düşürdün ve maalesef bir daha bulamayacaksın.”

Merak dolu bakışlarını onun yüzüne diken kız gülümseyerek sordu: “Nesin sen, medyum falan mı?”

“Öyle bir şey,” dedi Samet. Bu arada kız tokasını aramaktan vazgeçmiş, yan yana yürümeye başlamışlardı. “Kız lisesindensin di mi?”

Kız başıyla onayladı, “Sen?”

Samet’in parmağıyla okulunun olduğu tarafı göstermesi kızın anlamasına yetti. Elini uzatan Samet adını söyledi. Kız da kendininkini. Tokalaştılar. Kızın güzelliği kadar pahalı giyim kuşamı da Samet’in dikkatinden kaçmamıştı ama kalbinin pır pır atmasına engel olamadı ve onunla yürümeye devam etti. Tuğba’nın oturduğu sitenin önüne kadar birlikte geldiler. Babasının Albay olduğunu, daha önce İzmir’de görev yaptığını, İstanbul’a o yıl taşındıklarını, Vural adında bir kardeşi olduğunu da o zaman öğrenmişti. Ayrılırlarken kız ona eşlik ettiği için teşekkür etti. Samet de cesaretini toplayıp “Yine görüşür müyüz?” diye sordu. Kız gülümseyerek cevap verdi: “Olur.” Samet onun verdiği telefon numarasını telefonuna kaydetti ve el sallayarak ayrıldılar.

O günden sonra Samet pek çok kez ”Buluşalım,” demek için Tuğba’yı aramaya niyetlense de bir türlü cesaretini toplayıp arayamamıştı. Ayrı dünyaların insanlarıydılar. Ne onun gibi giyinebilir, ne onun gezdiği yerlere yaklaşabilirdi. Kızı şöyle eli yüzü düzgün bir kafeye götürmek istese hesabı ödeyebilir miydi, ondan bile emin olamıyordu. Ve işte o gün, iki aydır her gün çıkarıp telefon ekranından baktığı ama aramaya bir türlü cesaret edemediği numarayı ilk kez aramıştı. Numarasını karşı taraftan, mont cebinde tuttuğu telefonu ise yanındaki arkadaşından gizleyerek.

“Buluşalım,” demek için değil arkadaşını işletmek, kâhinlik numaralarına bir yenisini eklemek için.