ÖYKÜ; Nurdane Özdemir Sağkan; Sadık Aslankara’nın Ondancı’sı

Sadık Aslankara’nın Ondancı’sı

Nurdane Özdemir Sağkan

Bazen nelere sahip olduğumuzu bilmeden yaşarız da, önümüze çıkan saman çöpünü engel sanırız. Oysa bazı insanlar o kadar büyük yoksunluklar içindedirler ve biz bunların farkında bile değilizdir.

‘Ondancı’yı okurken kendimize de ayna tutuyoruz. Engelli insanların yanlarından yürüyüp geçiyoruz, hem de küçücük dokunuşlarla hayatlarına bir değişiklik, bir umut katabileceğimizi düşünmeden yürüyüp geçiyoruz. İşte Sadık Aslankara, belki empati, belki yazar duyarlılığı, belki de toplumsal sorumluluk bilinci ile bu konuyu edebiyata taşıyor. Onların zor hayatlarına dikkat çekiyor.

‘Ondancı’ adıyla da, okurda kitabı eline aldığı andan itibaren bir merak ve okuma isteği uyandırıyor.

Yazarın, çocukluğunda mahallesinde yaşayan, çocuk felci geçirdiği için yürüyemeyen, her yere annesinin sırtında taşınan bir çocuktan yola çıkarak kurguladığı ‘Ondancı’, kitabın kahramanı çocuğun ağzından anlatılan öykülerden oluşuyor.

Kitaptaki her öykü hem birbirinden bağımsız, hem de bir bütünlük içinde. Bu yönüyle   ‘Ondancı’yı İster bir öykü kitabı, isterseniz bir roman olarak düşünebilirsiniz.

Öyküler ‘İlkten’ başlığıyla bir masal tadında, trenlere olan sevgiyle başlıyor: “Tıslıklı buhara, kapkara dumana, bir film şeridinden geçercesine gözden yitişine…”

Aslankara’nın kullandığı arı dil, doğal ve sahici anlatım, okuyucuyu da ana oğulun dünyalarına ortak ediyor, bir duygudaşlık yaratıyor. Onlarla birlikte üzülüyor, birlikte seviniyoruz. Belki de Aslankara’nın tiyatrocu kimliğinin gücü, bizi öykülere dâhil ediyor.

Öykülerin bu kadar dayanaklı ve gerçekçi kurgusu, Aslankara’nın empati ve gözlem gücü yanında, toplumsal ve bireysel konulardaki duyarlılığını da bize gösteriyor.

Ondancı’da; günleri pencere önünde geçen bir çocukla, kendisini çocuğunun yaşamına adayan, evlerde gündelikçi olarak çalışan bir annenin yaşam öyküsüne tanık oluyoruz.

Bu cadde en iyilerinden, hareketli, pencere önü sıkmıyor insanı, can sıkıntısından patlanmıyor… Günümü geçirmek, zamanı doldurup yatağıma çekilmek için bedava bilet…”

“Yazar olacakmışım ben, pencere önü hikâyeleri topluyormuşum. Getirip yığıyor da yığıyor kitapları. Hepsini okudum. Küçük Prens’i de, Tom Sawyer’ı da, Gulliver’ı de neleri neleri… Hatta David Copperfield’i bile…”

Annesinin sırtında okula gidip gelerek ilkokulu bitiren kahramanımız, sonrasında da annesinin getirdiği kitaplarla öğrenme isteğini gidermeye çalışıyor. Ayakları dışında bütün organları ve duyularıyla etrafa odaklanan, tüm gününü pencere önünde gözlem yaparak geçiren meraklı bir çocuğun iyi bir yazar olacağı fikri bize de sıcak geliyor.

Askere gidip bir daha geri dönmeyen bir baba figürü var. Çocuk kendi dünyasında babasının cephede ölen bir kahraman olduğuna inanıyor,annesinden başka hiçbir yakını olmaması da çocuk için ayrı bir merak konusu.

Kaybolan kocası, engelli çocuğu ve geçim derdiyle baş etmeye çalışan annenin, küçük kaçamaklarla kadınlığını yaşamaya çabalaması oğlunu kızdırırken, bizi de gülümsetiyor.

Karşımızda çok zeki, akıllı, bilgili ve meraklı bir çocuk var. Etrafında gördüğü her canlının; sineğin, böceğin, kuşların hareketlerini inceliyor.Polis Necati’nin karşıdan gelişinden nasıl bir tavır sergileyeceğini tahmin ediyor. Muz fidanının rüzgârda salınırken perdesine yansıyan gölgesinden, hayalinde onlarca şekil çıkartıp bir sinema ekranına dönüştürüyor. Kısacası her fırsatı değerlendirip, dünyasını zenginleştirecek bir oyun haline getiriyor.

Anne çalıştığı evlerin her birinden, çocuğun deyimiyle “Akıl taşıyor.”Bu akıllardan birisi de yanına yoldaş olsun diye alınan kedi yavrusu…Her şeyi kırıp döküp, eve pisliğini yapınca,  hayvanevine geri vermek zorunda kalıyorlar.

Annenin ablalarının birinden kâğıt katlama sanatını duyup, elinde bir sürü malzemeyle geldiği gün, çocuk ona, kağıttan bin turna kuşu katlayan insanın dileğinin olacağı efsanesini anlatıyor.

İkinci Dünya Savaşı’nda Hiroşima’ya atılan atom bombası yüzünden hastalanan Sadako Sasaki’nin 644 turna kuşu yapıp bine ulaşamadan ölmesinin öyküsünden söz açıyor. Annesi “Vah yavrum, vah kızım,” diye bütün gece ağlarken kahramanımız şunları söylüyor: “Anlamıştım ki o, yalnız Sadako için ağlamıyor, yaşlarımız da yakın olduğundan benim için ağlıyor, bu arada belli ki kendi yazgısını düşünüp kendisi için de ağlıyordu.

“Bombalardan biri de şimdi İstanbul’a, yaşadığımız şu kente atılsa, ben de Sadako olacağım… Sadako’yla ben, bir de Berkin aynı bombaların altındayız o parkta. Ben de Sadako’nun arkadaşları gibi bine tamamlasam turna kuşlarını Berkin için dileğim gerçekleşir mi?… Şu son zamanda canım hiç böyle yanmamıştı. Ötekinin yerine geçip de hiç böyle görmemiştim kendimi… Öteki olmak istemiyorum ben…”

Bazen eyleme dönüşen küçük iyilikler de görüyorlar. Annenin çalıştığı evlerden birinin, yüzme havuzlu spor salonu işleten oğlu, bir gün bunları alıp havuza götürüyor. Çocuk için havuza girmek, hayatındaki en mutlu anlar arasındaki yerini alıyor.

Yine bir gün, annenin çalıştığı bir evden atılacak bir cibinliği alıp getirmesiyle başlayan oyunları, hayatlarının bir dönemini renklendiren unutulmayacak anılara dönüşüyor.

“Ev içinde cibinlikten bir başka ev, cibinlik ev… O gün bin türlü oyun kurdum cibinlikle oynayabileceğimiz. Tünel oyunu, su kanalı, sınır, uzay istasyonu, tabii denizaltı. Oynuyor muyuz anne? Ne oynuyor muyuz oğlum? Allah Allah unutmayayım mı o şeyin adını… Ondan anne, ondan işte… Derken derken oyunumuzun adı olup çıktı, ondancılık… Annemle ben birer ondancıydık…. İki ondancı olarak müthiş bir masal dünyası kurmuştuk kendimize. Evden taşınıp çıkana dek sürdü bu aşkımız… Evin en büyük anısı olarak kaldı ondancılık, ikimiz için de…”

Çocuk büyüdükçe, tekdüze yaşamının sıkıcılığı, yalnızlığı, yoksullukları, annesinin onun için gösterdiği aşırı çaba, yürüyememesinin isyanı, öfkesi, karamsarlığı artıyor.

“ Gündüz pencere önünde, gece de annemle birlikte televizyon karşısında geçiyor günler.. Ama ne hayata dokunabiliyorum ne de bu hayatın peşine takılmış hayallerle avunabiliyorum. Benim derdim hörgüçlü deve gibi yerimden bir türlü kalkamamak… Annemin yaşamına ulanmış asalaktım…”

“Hayat en güzel hediye,” diyen sözü doğrulayan zamanlar da oluyor.  Mahallede çekilen bir dizi film çalışanının elinde bir kamerayla gelip, “Kendini ekranda izledin mi hiç?… Hani artistler gibi ekranda gördün mü kendini? Dizinin jönü sensin bu bölümde” deyip filmini çekmesi ve akşam yemeğinde filmi üç kez birlikte seyretmeleri…

“ Ne güzel bir duygu Allahım. Herkesin kolayına yaşayamayacağı bir büyünün içinde yüzüyordum. Mucizeydi bu.”

Bir gün yeniden eski mahallelerine taşınırlar.“Avucumun içi gibi bildiğim tek semt. İlkokulunda okumamın sonucu tabii. Annem her gün sırtında okula getirip götürmüş, onun sayesinde ilkokulu bitirmiş okuma yazma öğrenmiştim. Birgün annemin Pazar dönüşü kapıdan biri girdi bu… Kürt Mustafa! Tüm çocukluğumun tek arkadaşı Mustafa. Annemden sonra hayatımda en geniş yeri o kaplıyor. Mustafa’nın Kürt, benim felçli oluşumuz bizi eşitlemişti belli ki, aynı sıraya oturtmuşlardı okulda. Öteleyip en arkaya. Beş yıl boyunca da ayırmadılar. Mustafa tornetiyle pazarla evler arasında taşıyıcılık yaparak para kazanıyor.

Pencere önü masasında resim yapan, yazı yazan çocuk kahramanımız, hayal kurmaktan da hiç vazgeçmiyor. Bir kâşif ya da mucit olmayı, kimi zaman da Stephen Hawking olmayı düşlüyor. “Hani mucize olsa, Allah kulağıma fısıldayıverse de pat, bir formül atıversem ortaya. Herkesler hayran hayran baksa bücür bilgine… Ah, yapsam, etsem hep… Bana yazmak kalıyor o zaman. Öyküler yazmak acıklı, gülünç olayları paylaşmak…”

Çocuğun kaderi, annesinin çalışmaya gittiği evlerden birinde karşılaştığı yine annesinin deyimiyle “Adam sana benziyordu,” dediği bir üniversite hocasının varlığıyla değişiyor. Çalışma odası bir kütüphane gibi olan bu hoca, uğradığı terör saldırısında omuriliğine gelen kurşunla sakat kalmıştı.

“Müthiş bir şeydi bu. Aramızdaki nice yaş farkına karşın bir benzerimle karşılaşmıştım işte. Bana aşı yapılmamıştı, ona ise ölümcül kurşun atılmıştı, sonuçta ikimiz de bacaksız kalmıştık… Annem profesöre benim durumumu anlatmış, çaresizliğimizi de. Profesör de beni davet etmişti. Profesör tekerlekli sandalye ve evin içindeki asansör sayesinde yerinde hiç durmuyordu. Yenisini aldığından, beni kendisininkine benzer bu tekerlekli sandalyeye oturttu. Annemin gözleri yaştan ışıl ışıldı. O muazzam kitabevinden içeri girdik, kimse yardım etmiyordu; bir- iki hareket, nasıl davranmam ne yapmam gerektiğini buldurmuştu bana hemen.

“İnsan dedim kaybolur bunca kitabın arasında.” “Yoo, dedi, tam tersine yitirmişse eğer, yolunu bulur ya da kendisine yol haritası çıkarabilir. Oturduğumuz yerde bizi besleyip zenginleştiren, dünyamızı genişletip geliştiren tek şey kitap,”dedi…

…Yanına vardım.Birlikte gelirsiniz bundan böyle,hem yarım kalmış şu okulunu programlarız hem de bana asistanlık yaparsın. Hıı, ne dersin?”Ne diyeceğim, sevincimden düşüp ölebilirim…. Güzel annem, iyi ki buldun bu insanları. Bak, şimdiden değişti hayatım!”

“Hadi sevgili asistanım, kanatlarını tak, uçuşa geçiyoruz!” Raftan boyumun ulaştığı herhangi köşeye uzandım; iki kitap çekip adlarına bile bakmadan koltukaltlarıma yerleştirdim, önüne geldim profesörün. Bakıştık. “Evet, dedim, uçmaya, ondan olmaya hazırım! Ondancıyım ben!

Bitiş ise yine bir masal tadında ‘Sondan’ başlığıyla anneye sevgiyi, özlemi dile getiriyor: “Bahçemize uçarak gelirdi, sonra başlardı masallar anlatmaya…” “Sonra bir gün ölüverdi. Annem öldü.” “Ondancılığı, ondancı olmayı bana bıraktı… En öteki olup çıktı gitti dünyamdan.” Hah dedim, filmlerin son kareleri de böyle olur işte…”Öyküler, trenlerin gidişiyle sonlanıyor: “Tren derleyip topladıklarını yutar, isini pasını saçarak kaybolur gider. Sondancı benim bu dünyada… Bir masal da böyle biter işte…”

Sadık Aslankara yaşamını edebiyata, sanata ve insan sevgisi üzerine odaklamış bir yazar.  Aslankara’nın 2009’da Ondancı için başladığı yazma eylemi; Bodrum, Datça, Lara ve Beşiktaş’ta sürerek 2016’da bitiyor. Ondancı  iki yıl da, yayımlanmayı bekliyor ve yazımının başlamasından tam dokuz yıl sonra okuyucuyla buluşuyor.

Babil kültür Sanat Evi’nde, Sadık Aslankara okurları için ‘Ondancı’ üzerine bir tanıtım ve söyleşi toplantısı yapıldı. Sadık Aslankara’nın ayakta ve tiyatral bir anlatımla, izleyicileri de dâhil ettiği tanıtımda, birden fazla sürprizle de karşılaştık. Birinci sürpriz; dinleyiciler arasında ön sırada oturan ve Sadık Aslankara’nın çok özel bir genç diye bize tanıttığı Ekin Karahan’dı. Ekin, serebral palsi hastasıydı, küçüklüğünden beri çok uzun saatler fizik tedavi görmüş ve bu hastalığı alt etmiş, engellerini aşmış bir gençti.

Bilkent’te iktisat okuyordu, felsefe eğitimi almıştı ve kendisini çok iyi ifade ediyordu. Psiloloğunun sayesinde ‘Ondancı’ ve Sadık Aslankara’dan haberdar olduğunu ve kitabı okuduğunu söyledi. Edebiyatta, engelli insanları anlatan fazla eser olmadığını belirtti. Kitaptaki çocukla empati kurduğunu ve o yaşlarda annesiyle kendisinin de benzer şeyleri yaşadığını söyledi.  Ekin’in beni en çok etkileyen cümlesi ise şu oldu:“Kitaptaki çocuk, ayağa kalkıp yürüyebilse, hayatla kavgasının biteceğini sanıyor ama kendimden biliyorum yürüse de; insanın ne kendisiyle ne de hayatla kavgası hiç bitmiyor.”Ekin, kitabı çok başarılı bulduğunu ve beğenerek okuduğunu da dile getirdi.

Ekin Karahan’ı dinlerken, karşımdaki bu aslan gibi delikanlının, bugünkü durumuna ulaşabilmek için verdiği zorlu mücadele ve azmi beni ağlattı, kalkıp  onu yanaklarından öptüm.

Toplantıdaki ikinci sürprizde; Aslankara’nın yakın arkadaşı tiyatro sanatçısı Nusret Çetinel’in gelişi idi. Çetinel’le Aslankara’nın birbirlerine esprili sözleri ortamın hüznünü dağıtıp bizi gülümsetti. Tıpkı Ondancı’daki çocuğun hüzün ve sevinç gel gitleri gibiydi ortam.

O günkü toplantı, önceden planlanmamış, doğaçlama gelişen bir tiyatro oyunuydu sanki… Etkileyici bir öykü kitabının sahnelenmesi gibi, oyun sonrası hissedilen yeni yaşamlara tanıklıktan duyulan haz gibi…

Teşekkürler Sadık Aslankara, Ondancı’yı bize ve edebiyatımıza kazandırdığınız için…

 

(Yukarıdaki yazı, Edebiyat Nöbeti dergisinin Mayıs Haziran 2019 tarihli 22. sayısından alınmış, yazarının ve derginin hoşgörüsüne sığınılarak aktarılmıştır.)