ÖYKÜ: Ulviye Alpay; UYKUSU SAKIZ

UYKUSU SAKIZ
Ulviye Alpay

M.Sadık Aslankara ‘Uykusu Sakız’ adlı yapıtıyla bu yıl 56’ncısı verilen Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü aldı.

Yazar, okurlarını ‘Uykusu Sakız’ adlı yapıtıyla alışılmışın dışında, şaşırtıcı bir yolculuğa çıkartıyor. Ayrıca kimi zaman okuru muzır bir yerde duraksatıp hoş duygularla gülümsetmesini bildiği gibi, ansızın çıkan fırtınayla belleğini altüst edip sarsıyor da.

Egenin küçük kentlerinde geçiyor olaylar. Ellili yıllar. Savrulup giden, yine de yaşamın bir ucundan yakalamaya çalışan insanların öyküsü ‘Uykusu Sakız’. Acı, tatlı ayrımına varamadığımız, görüp de görmezden geldiğimiz yaşamlar var öykülerde.

M.Sadık Aslankara’nın çoğu öyküsünün kahramanı küçük bir erkek çocuğu. Çocuğun, yalın, nahif, duyarlı anlatımı içindeki yolculuğumuzda ilerlerken, yazar, okuru yaşamımızdaki ince ayrıntılara salıyor. Çoğu zaman duyarsız kaldığımız, boş verdiğimiz ayrıntılara. Ancak bunların ne denli önemli oluşu, insanın tinsel hırpalanışı -yine çocuk gözünden- çocuk duyarlılığı, arılığı, içtenliği içinde, incecik bir oya gibi işlenmiş M.Sadık Aslankara’nın kalemiyle.

Öyle ki, düşle gerçeğin büyülü sarılışı içindeki bu öykü yolu, mıknatıs gibi çekiyor okuru.

Biz buraya dışarıdan gelmişiz, İzmir’den.

Hayvanat bahçesindeyiz, kopuk kopuk görüntüler, anımsıyorum…

Elim, avcunda. Üzerimizde iri yapraklı ağaçlar, yerlerde insana sulanmış duygusu veren serin gölgeler. Sonra zürafa. Başka? Fille aslan.

Onun yüzü yok. Başımı çevirdikçe, güneş akıyor gözlerime. Her seferinde böyle. Dudakları görünüyor bu şavkımanın bir kıyısında. Kıvrılmış, gülümsüyor. (s.15)

Gece. Yaz mı? Esintisi, çıplak kollarımın dikenlerinde. Dönme dolaptayız, nefesimi tutuyorum. Kucağına almış, sıkıca basmış göğsüne. Her yükselişte başımı gömmek istiyorum. Yüzü yine yok.

Babam olmadığını biliyorum onun. Beni döveni nasıl unuturum, babam o.

Belleğimi karıştıran asıl annem. Bir görüntüyü ötekine ulayacakken tam, ne söylüyorsa, olanaksızlaştırıyor kurguyu, yıkılıyor saraylarım…

Ben o adamı seviyorum, babamı değil! (s.16)

Yazar, dört beş yaşındaki çocuğun keşfettiği cinselliği, bu cinselliği kadının egemen olduğu aileler arasında yetişirken nasıl beslendiğini, kimi yerde yalın, kimi yerde ironik bir dille anlatmış.

Memet Fuat, ‘Uykusu Sakız’ için: “Bu oldukça garip bir tutum. Övünerek söylemiyorum bunları, övünülecek bir şey değil. Yazma gücünüz varsa bunu engellememelisiniz. Yazmak, yayımlamak gerekir. Ama ben kendimi hep engelledim,” demiş.

‘Uykusu Sakız’, çocukluğumuza gönderiyor bizi. Bir türlü ardı kesilmeyen düş dünyasına salıyor. Çocuk gözün çakımlarında üzgü de var, yutkunduracak denli sevgi de var. Nedense susup kaldığımız, anlatamadığımız paylaşmaktan korktuğumuz duygular bunlar. Öyle ki, neşenin, içtenliğin yanı sıra sessizce acılara gömülmek de var bu öykülerde, bir çocuğun nahifçe başkaldırısı, kendisiyle, en yakın bildikleriyle, hatta anne babayla hesaplaşması da var. Kimi yerde düşsel, kimi yerde de gerçek bıçak sırtında yürümek var Aslankara’nın öykülerinde.

Sancıyla, kaygıyla karılmış bu yolda karşı koyuşlarla, başkaldırılarla ilerliyoruz. Okuru çocuk çığlığı da sobeliyor, gülüşü de. Yazar, ince bir duyarlıkla insanı anlatıyor. Çoğumuzun usunun kanyonlarındaki tortuya bir çomak batırmış, incecik kanatmış.

Aslankara, yazarlığının yanı sıra, bir tiyatro adamı. Yıllarca oyun yazmış, sergilemiş, yönetmiş, oynamış. Belgesel film çekmiş. Kısacası sanatın, edebiyatın patika taşlarında boyuna gezinmiş, geziniyor da. Öykülerinin bu denli ustaca kotarılmasında elbette Aslankara’nın sanatçı gücü var, çok yönlü oluşu var. Okuru hem duygusal, hem de görsel açıdan doyuruyor.

Yazar, Uykusu Sakız’daki on üç öyküsünü üç bölümde toplamış. Yalın, pırıl pırıl, duygulu anlatımını yöresel sözcüklerle varsıllaştırmış. Okurda hoş duygular uyandırıp, içini ısıtan ya da onu sarsıp uyandıran çarpıcı betimlemeler var. Örneğin:

‘Uçurtmalar Ağlar’ öyküsünde: Kar kalır mı hiç? Kar kaçıcı, yeşil kalıcıdır Sarayköy’de. Bahar gerindikçe gerinir, yaz uzandıkça uzanır… Bahar söğüt kokusuyla girer, tefek kokusuyla çıkar; yazsa akasya çiçeğiyle başlar, kurumuş toprağı sulayan belediye arazözleriyle yerleşir, damar damar yayılır toprağa. Yufka sular gibi serpeleyip sularını, tomurcuklandırır toprağı… (s.128)

Yazar, ‘Sinemalar Yollar’ öyküsünde: Kestane çıtırdarken sobada, siz de katılmalısınız sese, görüntüye… Kına gecesinde oyuna kalkmış genç kız gibi hop etmeli yürek! Diyelim, tek mi kalmış kestanecik; büyümeli büyümeli de, kapıya çıkmalı sizi karşılamaya. Gevremiş gülücüğü, genlemiş çehresiyle… Yani çıtırtısını allayıp çoğaltarak,  kırıtmaların en gizemlisini katarak sesine… (s.130)

M.Sadık Aslankara ‘Uykusu Sakız’la okurunu gizemli koylarda, şiirsel bir anlatımla büyüleyerek yüzdürüyor. Ancak kimi yerde de sessiz soluksuz yutkunuveriyor, diliniz tutulmuşçasına susuyorsunuz…

Ben daha babamla Burhan’ı bile öyküleyememişken, onları kim yazacak peki?

Geçtim onları, benim öykümü kim yazacak? diyor.

Yazarın bu sözlerinden sonra, okura yeni öyküleri beklemek düşecektir, öyle değil mi?

Eline sağlık Aslankara.

 

Uykusu Sakız, M.Sadık Aslankara, Can Yayınları, 2001, 166 sayfa.

(E Dergisi, Ekim, 2002)