Ayşegül Çelik…
M.Sadık Aslankara
Ayşegül Çelik, yayımladığı üç kitabıyla öykücülüğümüzü 1990’larda kuşatmaya başlayan, giderek gelişip büyüyen farklı bir anlatı damarının taşıyıcılığını yapanlar arasında yer aldı, bunun yayılmasında rol oynadı: Korku ve Arkadaşı (2003), Şehper, Dehlizdeki Kuş (2008), Kâğıt Gemiler (2010).
Her yazar hiç kuşkusuz her veriminde, kendine özgü kılmaya çalıştığı biçemi yansıtırken beri yandan kitap şöyle dursun hemen her öyküsünde okur karşısına farklı bir biçim, biçemle çıkmak için da çabalar. Ayşegül, bu konuda alabildiğine titizleniyor gördüğümce. Birbiri içinde gezindirdiği, birbirine giriştirdiği öykülerinde bunları biçimsel olduğu kadar biçemsel dayanaklarla yoğurmak istemesi, birer leitmotiv olarak öykülerine kattığı öğeleri apayrı kılmaya dönük çabası, onun bu farklı tutumundan kaynaklanıyor.
Bu açıdan yaklaştığımızda, şair yanını da dikkate alarak Ayşegül’ün bütün öykülerinden yayılan ana duruşla her kitabından ya da öyküsünden yayılan hava konusunda neler söyleyebiliriz, bunun üzerinde duralım biraz.
Ayşegül Çelik öyküleri, kendini somut biçimde ele vermeyen şiiril bir evren üzerinde kayarken, kişiler de anlatı omurgasında bu yönde masal, söylen dokusuna dayalı olgu, imge bağlarıyla kuşatılmış, örüntülenmiş halde geliyor önümüze. Bu, onun bütün verim örnekleri için söylenebilecek bir temel yargı bağlamında alınabilir. Ardı sıra buna izleksel anlamda bir aidiyet bağı taşıma-taşımama, bir yerden olma-olamama, tanrı-insan, doğa-insan, erkek-kadın, aşk-cinsellik, erişkin-çocuk çatışkısıyla çelişkisi, hatta şiddetinin odağa alındığı eklenmeli. Son olarak şamanik öğe bağlamında “doğum-ölüm” tapıncının bu söylenenleri kucaklayıp örttüğü de. Gerçekten onu okurken gizli bir Sedat Veyis Örnek külliyatı içinden geçercesine halkların kültürüyle soluklanıyor insan.
Verisel bu dökümler ardından tüm öykülerde geçirgenliğe dayalı sarmaşık-ardışık yaklaşımdan, ilmekli-teyelli sıçrayıştan bir kök gövdeye dayalı bağlamlılıktan, zincirleme yol alıştan söz edilebilir. Nitekim bunların yansımalarına öykülerden yükselen, bir açıdan klasik çağ tragedyasını çağrıştıran ele alışlarda, dramatik örgülerde, söyleşim dilinin sözdizimlerine vuran görüntülerinde, yer yer mitleştirilen kişilerin söz öbeklerinde, yanı sıra korosal söyleyişlerde parlak örneklerle rastlanıyor.
Ayşegül’ün, öykülerine giydirdiği yapısal özellikler, her kitabına ya da genelde tekil öykü örneklerine biçtiği farklı giysiler, bunların yerleştirilişi, yukarıda özetlediğim temel dayanakların birer göstereni aynı zamanda.
İşte yazarın öykülerine buyur ettiği doğasal, toplumsal, bireysel kırılmalar böylesi bir biçimlendirmeyle ağırlıklarını daha da artırmış konumda, somutla soyut, varlıkla yokluk, büyüyle çıplaklık arasında gidip gelen ikizil duygular, karasızlıklar, çelişkiler eşliğinde anlatıda kendine yer buluyor. Yazarın da “tanrıyla aşık atan” metin kurmasının, buna aracılık yapan kadın varlığı yeniden yapılandırmasının önünü açıyor. Böyle olduğunda karşımıza bir kadın meddah çıkageliyor, hem de apaçık biçimde.
Bu yüzden bir gözünüz masala dikili kalıyor, öteki gözünüzle söylenlere, daha da öteye giderek şamanik anlatılara, zamandan arındırılmış çağlara dalıyorsunuz. Bir tür yeni bir Dede Korkut ya da taşa kazılı kitabe havasında almak olası görünüyor Ayşegül Çelik anlatısını.
Böyle olunca sanrıyla sayrılığın, korkaklıkla yürekliliğin, cinlikle deliliğin, dövüşle sevişin birbirine karıştığı, pek çok ağzın, bedenin gerçeküstünün işe karışıp, “toplumsal ıvır zıvır”a karşı tek bir anlatıcı bedenle kendisini somutladığı, kimi de “bahtsız yalnızlar”ın bir “dönme dolap” seslenimiyle “monolog”a dönüşen manifestosu bağlamında okumak olanaklı hale geliyor öyküleri. Sözgelimi “Balçık Çiçeği”, bu yaklaşımın özgün bir örneği olarak alınabilir bana göre.
Öyleyse Ayşegül Çelik’in öykülerinde gezinmek, özetle, bir anlatı serüveninin kapısından içeri girmek anlamına da geliyor.