ÖYKÜCEK; M.S.Aslankara; BANU ÖZYÜREK ÖYKÜCÜLÜĞÜ

BANU ÖZYÜREK ÖYKÜCÜLÜĞÜ

M.Sadık Aslankara
(5 Kasım 20 Yazısıdır.)

Banu Özyürek, yayımladığı iki kitapla öyküde dikkati çekmekle kalmadı, aynı zamanda üzerinde durulması gereken bir ad olduğunu da gösterip kanıtlamış oldu bana göre: Bir Günü Bitirme Sanatı (Everest, 2020; Alıntılar için bak.: Raskol’un Baltası, Üçüncü Basım, 2017) ve Poz (Everest, 2019).

İlk ağızda Banu Özyürek’in, oyunsu süreçlere dayalı kavrayışla, bir tür “oyun içinde oyun” diyebileceğimiz biçemle öykülerini kaleme aldığı söylenebilir. Böyle olunca anlatıda açık biçimin egemen olduğu gerçeği kendiliğinden çıkıyor ortaya. Üstelik o, bunları aynı zamanda birer zekâ oyunu bağlamında kuruyor göründüğü kadarıyla. Okuru da bu oyuna ortak kılıyor ayrıca. Nitekim öykü anlatıcısına göre eğer, “ölüm bile yaşamak için çevrilen bir oyun”sa (Poz, 33) daha başka ne düşünülebilir?

Gide gide deftere, kitaba sığmaz bir yalnızlaşma olgusu da derinlerden çıkıp su yüzüne sızmaya koyuluyor, aynı şekilde yine oyunsu süreçlerle. Öyküler de bireyin kendi yalnızlığını aşamayışının nefis örneklerine dönüşüyor bu arada. Yoksa, “insanlar(ın), “dilleri olmasa daha iyi olmayı becebil(eceklerini)” (Bir Günü Bitirme Sanatı, 44) düşünmenin bir anlamı kalır mıydı?

Öyküler, böylelikle bizi, distopik anlatı yapısının önüne getirip bırakmış oluyor. Nasıl bir distopya peki bu? Dışında gezinebildiğimiz halde içine kolayca giremediğimiz çekirdek bağlamında alınabilir bu pekâlâ. Ancak sevgi, bu karamsar kunt yapıya karşı “kesin” çözücüdür, çünkü “bir kere var oldu mu belki de hiçbir zaman, ölümün kara deliğine rağmen kaybolma(z)” artık o; “iyi bir insan ol,” bu kadar basit işte. (Poz, 52, 50)

Yine de bütün bu anlatı öğeleriyle biçemlerinin bizi büyük bir yalnızlaşma, yabancılaşma eğretilemesiyle yüz yüze getirdiği de görülmüyor olamaz. Bu olgu, derken örtük de tutulsa belirgin bir groteskle kol kola giriyor.

Öte yandan olgunun kadın için taşıdığı anlam üzerinde de özellikle durmak gerekiyor. Çünkü kadın olmak, bu yalnızlaşma-yabancılaşma içinde neredeyse tek başına paydaşlık yapmak anlamına gelebiliyor. Banu, işte bu çerçevede kadının fiziksel, psikolojik yapısından gelen her ne rahatsızlık varsa bunların da ayrıca kökenine inerek alabildiğine deşiyor sorunu, bunu bir izleğe de dönüştürerek.

Yalnız kadın değil bu sorunsalda başı çeken. Homofobik bakışın ötekileştirdiği ya da bir tür yok saydığı insanlar kadar yaşam alanlarının tümünde haksızlık, acımasızlık yüklü olgular ortasında apaçık göründükleri halde görmezden gelinen her yaştan insan söz konusu yapıtlarda. Kendi gizil, gizemli dünyalarını dışa açamayanlar kadar mahremiyetini yitirenler de öykülerde yerini buluyor. Bunlar söz konusu alanlara yönelik belirgin bir ivme yakalamasını sağlıyor yazarın, bu da okurda zengin bir açılım yelpazesi yaratıyor denebilir.

Zaten böyle olduğunda okur, öykünün derinlerine inerken içinde kök salmasına yol açan kavrayışlar kazanma olanağı yakalıyor Buna alaysamalı göndermeler eşlik edip farklı bir albeninin de önünü açıyor Banu.

Aynı zamanda “bağlamlı öykü” niteliğiyle güzel bir örnekçe dizisi oluşturan, “bizim büyük yalnızlığımız”a özgülenen bu öyküler, “mutasyon geçir(en)” öykü kişilerinin rol aldığı farklı bir “bağlamlılık” nedeniyle de üzerinde durulmayı gerektiriyor.  (Bir Günü Bitirme Sanatı, 65, 73)

Yukarıdan bu yana sıraladığım yazarlık hüneri, hiç kuşkusuz öykülerden ciddi, hoş bir okuma tadı yayılmasını sağlıyor ve insan, Banu’nun öykü dünyasına girdiğine seviniyor.

Bundan böyle artık bir yazarı daha öyküleriyle dikkate alacağız demektir: Banu Özyürek.