ÖYKÜCEK: M.S.Aslankara; İnan Çetin

İnan Çetin

M.Sadık Aslankara

İnan Çetin, üç öykü kitabıyla öykücülüğümüzde kendine yer edinmeyi başarmış bir yazar: Bin Yapraklı Lotus (2003), İçimizdeki Şato (2005), Kureyş’in Kurtları (2015).

Öykücülerimiz, bir öykü-roman boyunduruğu varmışçasına verimlerini sürdürürken 1990 kuşağı ardılı İnan, bu yoldaşlığa “uzun öykü”yü de ekleyip dikkati çekiyor. Kısa öykü, küçürek öykü, uzun öykü, tür yelpazesi içinde kendine özgü dinamiklere sahip alt türler. Bu çerçevede İnan’ın, uzun öykünün de hakkını verdiği söylenebilir.

Öykülerde kişiler, sessizliği koyultarak geliyor. Bu olgu, öykülere bir yandan farklı anlam katmanları kazandırırken, süreğenlik sergileyen yaklaşımla “anlık başkalaşım”a da yol açıyor.

Bunlar, bir yolla içte çöreklenmiş koyu pusu tanımlarken söz konusu bulanıklık, kişiler tarafından alabildiğine uzatılıp yayılıyor. Biz, yaşanılanlara bakarak insanı kuşatmış varoluş kaygısının bir yansımasıyla karşılaşıyoruz aslında. Öykü kişileri, kendi iç dünyalarından kalkıp dıştaki dünyaya yelken açarken böyle bir sendromla damgalı gerçekliği kuşanıp ötesinde bunu güçlü bir zırha dönüştürüp de geliyor önümüze.

İç dünya böylece daha da güçlenip yaldızlanıyor. İşte İnan, iç dünyayla dış dünya arasında kurduğu bir sarmala tutunarak geliştiriyor anlatısını.

İlk ağızda ele vermese de kişiler, yine dıştan bakarak iç dünyalarında koyulttukları suskunlukla öne çıkıyor. Nitekim ıssızlık, dilsizlik, sessizlik, hüzün, keder, rüya, ölüm sözcükleri sıklıkla önümüze çıkarken bunlar aynı zamanda birer sessiz doluluk olarak öykü evrenleriyle kişilerin sıkılanmasını sağlıyor,

Genelde böyle bir öyküleme ister istemez ileri geri sarışlar, açılırken kapanan sonra yeniden açılıyormuş gibi görünen yaklaşımla yol alıyor. Öykü kişileri, yaşadıkları gerçeklik neyse, her anımsayışta bunu değiştirip yeniden şekillendirmeye girişiyor. Anbean yaşanan başkalaşım, öykü kişileriyle evren uyumsuzluğunu gidermek gibi bir işlev de üstleniyor ayrıca.

Anlatının üzerine tül perde halinde serilen büyülü, düşsü, masalsı evren, kişilerde gözlenen “anlık başkalaşım” nedeni olarak “ansal çöküntü”nün gerekçelerini döşüyor.

Değişim ya da başkalaşım yoluyla ortaya çıkan çöküntü, hayatın dayattığı zorunlu dönüşümle gelen bildik, tanıdık diyalektik zincirleniş aslında. Ancak yazar, bunları doğudan batıya mit-söylen kol kolalığında örüntülüyor hep. Nitekim masalsılık, “belirsizlik”le örülü.

İnan Çetin, bu yöndeki öyküsel gereçleri, donatıları kullanıp sözdizimlerinde ses-deyiş temelinde yankıya, parlamaya yatkın sözcüklere, söyleyişlere önem verip enikonu dilsel bezeme sergiliyor. Ancak böylesi bezemeye aykırı deyiş, söyleyiş örnekleri de yok değil. Yine de öykülerine farklı bir anlamsal açılım kazandırdığı görülebiliyor onun.

Öyküler, geniş bir evrenle geniş zamanda geniş açıda, ama bunun tam tersi, alabildiğine daraltılmış bakışla en kısa âna odaklanıp konserve edilen zaman-mekân algısıyla kuruluyor. Bunu hemen her öyküsünde gözlemek olanaklı yazarın.

Kısa öyküyle yola çıkan İnan, “İçimizdeki Şato”, “Avlu”, “Kureyş’in Kurtları” adlı uzun öykülerinde, atalar arası ilişkileniş bağlamında şamanik metin örüntüsü oluştururken birbiri içinden geçen ya da çıkan iç/dış mercek yaklaşımıyla periskopik anlatı kurmaya çalıştığı izlenimi uyandırıyor aynı zamanda. Bunların yanı sıra taş bank, naaş vb. nesnel, “içsel şato”, “kurt” vb. düşsel leitmotivlerle, anlatıdan yayılan görecelik, uzun öykülere kıvraklık kazandırıyor enikonu.

Tüm verimlerinde doğu masalsılığıyla batı söylenselliğini harmanlayan, anlatısını doğu-batı aksına oturtan yazar, öyküde bir yandan yerelliği korurken öte yandan evrensel düzeyden ödün vermemek için çabalıyor.

Ayrıca bunlara gizemci bir perspefktifle doğum-ölüm ritüelleri ekliyor İnan Çetin. Ama gizemi, mistik bir örüntülemeyle değil daha çok büyü gereci bağlamında yapılandırıp öykülerini böyle temellendirmeyi, bu yolla anlatısına kıvraklık, kışkırtı kazandırmayı yeğleyen bir tutumu benimsediğini gösteriyor.