M.SADIK ASLANKARA İLE SÖYLEŞİ
Özgür Soylu
Özgür Soylu: Öncelikle çok sevdiğinizi bildiğim Ankara’ya hoş geldiniz. Yazarlık, tiyatroculuk, belgesel sinemacılık gibi çok yönlü kimliğinizi biliyoruz. Diğerleri bir yana yazarlığınızı düşünüyorum. Bir ara on kadar dergiye düzenli yazdığınızı hatırlıyorum. Genç öykücülere bir rehber olması açısından bir gününüzü yazmak adına nasıl değerlendiriyorsunuz?
M.Sadık Aslankara: Ben güne, hatta bütün günlerime aşağı yukarı okuyarak başlarım. Eğer çok sıkışık bir çalışma temposu içerisindeysem o zaman bir gün önce yazdıklarımı okuyarak başlarım. Ama kalktığımda yazarak başlamam. Hiç kimseye de kalkar kalkmaz yazmaya başlamasını önermem. Tiyatroda da vardır bu. Herkes uyandığında nasıl bir hamlık taşıyorsa sanat yapan insanın da her anlamda hamlığı olabilir yataktan kalktığında. Hamlığı açmanın yollarından biri, beyni çalıştırmaktır. Biz tiyatroda sahneye çıkmadan önce mutlaka birtakım hareketler yaparız. Yazıya geçmeden önce de aynı şekilde yazma yönündeki yetimizi dürtmeliyiz. Bu da beyne yöneliktir, bu bakımdan beyne onu çalıştırıcı bir gereç vermek gerekir. Ben, beynim biraz açılsın diye okumaya girişirim. Okurken okurken zaten bir yükseliş başlar, bu yükselişi insan duyar, içinde duyar ve yazmaya geçebilir.
Sadık Aslankara deyince benim aklıma hemen genç öykücüler geliyor. Genç öykücülere verdiğiniz emek, sabır, sevecen yaklaşımınız tabii unutulmayacak. Bu noktada yazmaktan yayımlamaya genç öykücülere dönük özel tavsiyeleriniz varsa onları alabilir miyiz?
* Yaşı yirmilere henüz gelmemiş bir genç öykücü her şeyi yayımlayabilir. Ama yaşı yirmileri bulmuş, yirmilerde yol almış bir öykücünün her yazdığını yayınlamamasını öneririm. Sonra çok pişmanlık duyabilir, ama yirmi yaşından önceki verimlerinde o pişmanlığı duymasına gerek yok. Çünkü hiç kimse yirmi yaş altında bir genç öykücüye ileriki yıllarda “Ya bak sen işte yirmi yaşından önce bunları yazmışsın, bunlar ne kadar kötü örnekler,” diyemez. Olmaz, saygısızlıktır, ayıptır. E, o genç de bu şekilde kendi denemelerini yapacaktır, ama yirmilerini aşınca artık birkaç yıllık deneyimi var demektir. Her öyküsünü yayımlamamak gibi bir alışkanlık kazanmış olması gerekiyor. Bir dosyası olacak onun, ürettiği öyküyü birinci dosyaya koyacak. Sonra bir ikinci dosyası olacak. İlkinden elediklerini oraya alacak ve ikinci dosyadakiler üzerinde yeniden çalışacak. Birinci dosyada onun, diyelim ki eski aşkları gibi gönül bağı olan öyküleri olacak. Ona yalnızca kendisi bakacak. İlerde eğer çok ünlü bir yazar olursa, onu da kendi belgeleri arasında bırakabilir. İnsanlar bu yazarın, yirmi yaşından önceki çalışmaları konusunda bilgilenmek istediklerinde ona dönebilirler o zaman, bakabilirler, ilginç olabilir belki bu, ama o kadar.
Ben de sözü yayımlatma konusuna getirmek istiyordum zaten. Sizin yayımlamadığınız ödüllü dosyalarınız var. Bunun yanında yanlış hatırlamıyorsam Adam Öykü’ye verdiğiniz bir söyleşide, yayımlama konusunda Haldun Taner’in diliyle bir şey söylemiştiniz. “Evet ben bunları yayınlamazsam, insanlık ne kaybeder?” Dedim, genç öykücüler bu kadar katı mı davranmalılar? Fakat genç öykücüler tanımını şöyle kullandım. Yazarlıkta genç anlamında.
*Özgür senin beni izlediğini biliyorum, yazılarımı sıkı takip ettiğini. Haldun Taner’den bu aktarımın doğru. Kuşkusuz şöyle bir sözümü de bir yerlerden anımsıyor olmalısın: İnsan hangi yaşta olursa olsun, her bir verimini kutsamaya hazırım onun. Hangi yaşta çiçek açmış olursa olsun o ağaç benim için nasıl kutsalsa, ilk ürününü vermiş olan her yazara da aynı içtenlikle yaklaşırım. Bu yüzden ben, genç öykücülerle öykülerini yenice yayımlamaya koyulmuş, ilk kez kitap yayımlamış öykücüleri bir açıdan aynı çerçevede değerlendirmeye girişiyorum. Biri o yola yenice girmiş, belki bir süre sonra o yoldan çıkabilecek ama görünen o ki, verimini şimdilik o alanda sürdüren biri. Öteki, e orta yaşlara ulaşmış birinin o alana duyduğu ilgiyi gösteriyor bize. Uzun dönem komada olup da aradan yıllar geçtikten sonra komadan çıkanlar var, yaşanıyor bunlar. Adam kendine geldiği zaman gençlerle çevresini tanıyamıyor, aradan yıllar geçmiş oluyor. Biraz böyle düşünürsek olayı, ilk kez öykü alanıyla ilgilenmeye koyulan ama yaşı kıyaslanmayacak biçimde ilerlemiş olan birinin de o alandaki bakışını ben bir bebek bakışı gibi görüyorum. Bakıyor, dokunuyor. Burada o ilginin tazeliğidir önemli olan. Bebek ilgisi sürüyor. Yaşı diyelim ki kırk, öykü yazmaya yeni girişmiş ama…
Edebiyat açısından genç bir öykücü?
* Evet, edebiyat açısından bir bebek gibi bakıyor. Ben onunla da ilgilenmek zorundayım tabii. Biz onlarla hiç ilgilenmeyelim mi? Yani Kenan Evren’in dediği gibi onları da beslemeyip asalım mı? Ben her yaşta insanın, eğer bir alana emek veriyorsa, emeğinin kutsanması gerektiğini düşünüyorum. Bilmiyorum bu senin sorunun yanıtı oldu mu?
Oldu, evet. Son yıllarda çok duyduğumuz bir söz var, “öykü patlaması”. Duruma okurdan çok yazar var, diyerek yaklaşanlar var. Bunun dışında herkes yazmasın diyenler var hatta. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
* Ben bu görüşlere katılmıyorum, biliyorsun. Ama işin derinliğine indiğimizde bu söyleşinin çerçevesinde onlara da yaklaşmalı mıyım, bilemiyorum Özgür. Çünkü şimdi burada ikili bir bakış getireceğim. Popüler düzlemde söyleyeceklerime karşın belki kuramsal düzlemde olaya bir başka açıdan yaklaşılabilir. Bunlar çelişiyor gibi görünebilir. Oysa ben çelişik bir düşünce dile getirmiyorum, öyle düşünmüyorum. Şimdi popüler düzlemde elbette olağanüstü bir büyüme var. Yani bir nefes alıyoruz ve o nefesi alırken ciğerlerimiz genişliyor. Aldığımız o nefes var, yani somut bir şey bu. Genişlemişsiniz bir kere. Yoksa bunun üzerinde kimse durmazdı. Ama duruluyor, Var böyle bir şey. Bir öykü olayı var. Olay bu. Hem de bu, ülkede olay.
Öykü nefes açıyor diyebilir miyiz?
* Evet, öykünün ciğerleri genişliyor, öykü nefes açıyor. Çok güzel söyledin, bu başlık da senin olsun. “Öykü nefes açıyor”, evet. Ne anlayalım biz bu nefes açmadan? Şimdi gençler var, her yaşta insan var alana erke üreten, alana erke katan, enerji katan ve bunlar bir de sinerjiye dönüşüyor. Buna bakarak bizim “Yok hayır, böyle görünüyor ama göründüğü gibi değil,” deme hakkımız olabilir mi? Bir kere bu görünüşün anlamını çıkaralım, bu görünüşle ilgili değerlendirmelerimizi koyalım ortaya. Bana göre evet öykü nefes açıyor. Bu alana katılan her genç öykücü yaşı ne olursa olsun, bir halatın ucunu tutuyor, bir kadırgayı belki Fatih’in yaptığı gibi karadan çekmeye koyuluyor. Bu çok önemli bir olay. Ha, bu da bir sinerji yaratıyor. “Çekin uşaklar çekin,” diyen o iş türküsündeki gibi. Burada bir öykü türküsü var. Topluca söyleniyor bu. Bu da bir sinerji yaratıyor, buraya yani Ankara Öykü Günlerine ya da herhangi bir öykü etkinliğine gelen bir insanın gelmeden önceki öykü kavrayışıyla buradan ayrıldıktan sonraki öykü kavrayışının aynı olduğu kanısında değilim ben kesinlikle. Çünkü bunu görüyorum, öykü verimlerinde görüyorum. Burada ad verirsem olmaz, ama yazdıkları öyküler değişiyor insanların. Öyküleri başka başka renklerle bezeniyor. E, nasıl oluyor da bu öykü yazarları değişiyor? Haa, öykü pek okunmuyor, işte bin kitap satılıyor deniliyor. E kardeşim bir yılda kaç öykü kitabı yayımlanıyor? Bin okur hepsini birden nasıl okuyacak? Daha önce on beş yirmi kitap ancak yayımlanırdı bir yıl içerisinde. Oysa şimdi seksen yüz kitap yayımlanıyor. Her bir kitabın ortalama okurunun bin dolayında olduğu düşünülürse, seksen yüz bin dolayında öykü okuru var demektir Türkiye’de. Ama bin kitap tükenmiyor. Yani ben her bir kitap için beş yüz okur varsayalım diye söyleyeyim, satın alan olsun, özür dilerim düzeltiyorum, satın alan. Hadi biraz daha inelim, üç yüz olsun. Her bir öykü kitabına ortalama üç yüz satın alıcı düşüyor ortalama ve bunlar değişik üstelik. Her bir kitabın farklı bir okuru var. Otuz bin satın alıcı var. Öykü kitabı satın alıcısı var. Ama bizim öykü yazarlarımızın burada söylemeye çalıştığı bana göre, “Benim kitabım bin tane basıldı tükenmiyor,” ee, benim de basıldı bin tane, tükenmedi. Ne yapalım yani, şimdi buradaki kaygı, ille benimki satılsın, benimki tükensin, benimki yeni baskısını yapsın, beşinci baskısını yapsın on beşinci baskısını yapsın, öteki de nal toplasın, biçiminde. Olmaz, hayır. Eğer öykü kitapları okunacaksa el ele tutuşacağız hep birlikte onu okuyacağız, hepsine birden bir güç vereceğiz. Yoksa o zaman AKP’yi iktidara getirir gibi bazı öykü kitaplarına fazla ilgi göstermiş oluruz, temelsiz biçimde. Ki, bazıları zaten yapay onların. Kaldı ki estetik anlamda sorgulanabilecek kimi öykü kitaplarına okurun yüz verdiğini görüyoruz. Bu demokrasiyse, o zaman AKP’nin de gerçekten alnının akıyla geldiğini söylememiz gerekir. Hayır efendim, ne kadar cahil varsa, onların desteğiyle geldi. Bazı best seller dedikleri yazarlar da bu yönde uçmaya çalışıyor. Hayır efendim o insanı uçurmaz, kişi uçtuğunu sanır, bir gün pat diye düşer. Düşer ama bunu yaşamında görmeyebilir. Ama görebilir de. Düştüğünde gerçek de yerine oturur. Bir öyküye dışarıdan güç katılamaz, o öykünün gücü kendi içindedir. Kendi içinde gücü varsa onu her zaman karşımızda öykü olarak buluruz. Elli yıl sonra da okunur, iki yüz elli yıl sonra da. Biz Boccacio’yu yıllardır okuyoruz, yüzyıllardır okuyoruz. Çehov’u yüz yıldır okuyoruz. Sait Faik’i, Sabahattin Ali’yi elli küsur yıldır okuyoruz. Yani bugün çok sattığını düşünen bazı yazarların “Hah, demek ki benim öyküm çok iyi,” demesi doğru değil! Biraz uzunca oldu galiba.
Yoo, ben de zaten çok satanlar kısmına gelecektim. Çok satanlara baktığımızda romanlar biraz önde gidiyor gibi. Bunun yanında öykü daha hareketli bir alan. Öykünün bu hareketinin çağımızla bir ilişkisi var mutlaka. Soruyu açmak açısından şunu da ekleyeyim; çağımızda sanki her şey kısa; aşklar kısa, ilişkiler kısa, yemekler kısa… Bu noktada, olumsuz yaklaşmak istemiyorum ama öykü de kısa diyebilir miyiz?
* Ben buna katılmıyorum. Yazılı metnin emek gerektirişinden ötürü bir sevimsizliği var. Örneğin insanlar sinemaya gidiyorlar. En kolay izlenen sanat sinema. Televizyon da bu kadar yaygınsa eğer, bu kadar çok izleniyorsa bundan yararlandığı için. Oysa insanlar sinemaya gitmek için bir saatlerini yola harcıyorlar. Bir saat de dönüş, eder iki saat. İki saat de filme zaman ayırıyor, dört saat. Dört saatte yüz sayfalık bir öykü kitabı okunur. Çünkü yüz sayfa dört saatte yirmi beşer sayfa yapar. Ben bile yirmi beş sayfa okuyorum, ben bile derken, sözcük sözcük, harf harf okuyorum. Kimse bunu zaman sorunsalıyla ilintilendirmesin. Bunu yalnız okur için değil, yazar için de söylemiş olayım. Her gittiğim sinema etkinliğinde yazar kısmını görebiliyorum. Ama tiyatroya gidiyorum, tiyatroda yoklar, operada yoklar, belgesel sinemada yoklar. Galerilerde hiç görmedim. Bu yıl konsere gidemedim onun için bir şey söyleyemeyeceğim. Ama büyük olasılıkla -klasik müzik konserlerinden söz ediyorum- orada da yoklar. Ama sinemadan konuşabiliyorlar oturduklarında. Falan filmi gördünüz mü? Ben de o zaman onlara hemen şunu soruyorum. Siz falan kitabı okudunuz mu? Sinemanın alımlanması kolay. Ama okumaya gelince okumuyor. E, sen bile okumuyorsan eğer, niye yazıyorsun o zaman kardeşim? İnsanların zamanı olmadığı için öykü sanatı hareketlenmiş değil, alanda yaratılan eylemlenmeden kaynaklandı bu bana göre.
Bunu yazmak açısından da düşünmüştüm. Yazmaya yeni başlayanlar açısından şöyle düşünülür genelde: Roman uzun bir uğraşının işidir, aylar vermek gerekir, uzun bir metindir. Fakat öykü kısa bir metindir. Kısa bir zamanda çıkar, kısa bir zamanda sonuç alınabilir. Artı dergilerde yayımlanabilir şeklinde düşünerek öyküye yöneliyor olabilirler.
* Evet, tabii tabii. Şimdi öykünün dolaşımı daha fazla olabilir. Çünkü en başta insan bir dostuyla paylaşabilir öyküsünü. Bak bir öykü yazdım der gösterebilir. O diğerine gösterebilir. Bu şekilde bir dolanımı var öykünün. Yazarlar arasında yine bu anlamda bir alışveriş olabilir. Dergiler de tabii ki ona ilgi duyuyor. Oysa, romanın öyle bir şansı yok. Bir de söz sanatına daha çok olanak veriyor öykü sanatı. Bir açıdan şiir gibi, genç yazarların ya da yazar adaylarının o alanda kendilerini sınamasına olanak sağlıyor. O bakımdan gençlerin edebiyatla ilişkilenişinde bence öykü sanatı ideal bir tür. Buna, belki şiir ve deneme eklenebilir. Deneme dediğim tabii kendileri öyle söylüyorlar ama deneme yazmak için aslında bir hayli yaş almış olmak gerekir. Onlar “deneme” diyorlar, ben de kendilerine onların diliyle söylüyorum, deneme derken günce, işte anı, öyle şeyleri yazmaları uygun düşer, şiir eneyebilirler.
Deneme, çok ciddi bir entelektüel birikimdir bence.
* Evet, deneme yazınsal tür olarak öyle herkesin altından kalkabileceği bir iş değil. Örneğin iki usta denemecimizi anımsayalım hemen, Nermi Uygur, Salah Birsel. Bugün bu düzeyde bir denemecimiz var mı bilmiyorum.
Uykusu Sakız’a gelmek istiyorum. Benim için önemli bir kitap. Onca öykü emeğinize karşı yayımladığınız tek öykü kitabıydı Uykusu Sakız. Uykusu Sakız’ı ilk okuduğumda öncelikle dikkatimi çeken öykülerin ağırlıklı olarak benanlatıcıyla kurulmasıydı. Yazarın yaşamı ve yapıtı arasındaki bağlantı noktasında bu benanlatıcınız ne anlama gelir?
* Orhan Kemal, Murtaza’yı elöyküsel bir anlatımla aktarmıştır. İki yüz elli dolayında öyküsü var Orhan Kemal’in. Bu öykülerinin de bir bölümünde yine elöyküsel bir anlatımı yeğlemiştir. Ama öz öyküsel ya da benöyküsel anlatımlara da rastlanabilir tabii onun öyküleri arasında. Ancak burada bir karşılaştırma yaparak girmek isterim konuya. Murtaza da elöyküsel olduğu halde, Orhan Kemal olağanüstü bir içtenlik yakalamış. İnanılmaz bir içtenlik bu. Sanki anlatan Murtaza. Oysa Murtaza’yla ilgisi yok. Orhan Kemal anlatan. Ama öyle bir büyü kurmuş ki, biz etkisi altına giriyoruz bunun. Ben, öyküde özöyküsel anlatımın daha doğru olduğu kanısını taşıyorum. Çünkü kısacık bir metinde içtenliğinizi yansıtabilmeniz için fazla zamanınız yok. O zaman derim ki ben, o kısacık zamanı öyküye içtenlik katması açısından özöyküsel anlatımla değerlendirmek daha doğru bir tutum sanki. Romanda elöyküsel anlatımla da o inandırıcılık yakalanabilir. Ama öyküde, eğer bunu tutturamazsa, bir müzik oluşturamazsa özöyküsel anlatımla kısa öykü yazmak da yazarına sıkıntılar getirebilir. İnandırıcılık sorunu var, gerçektenlik duygusunu yayamamak var, içtenliksizlik çıkabilir ortaya, soğukluk çıkabilir.Öykünün anlatımı sıcacık olacak. Örneğin Necati Tosuner’in bütün öyküleri öyledir, hem olağanüstü sıcaktır, hem arada bir mesafe de vardır. Popülist bir yaklaşımı olmayacak öykü yazarının, asla. Hem içten olacak, hem de cıvık olmayacak. Oysa bazı öyküler cıvıklaşabiliyor, yazar cıvıklaştırıyor kendi metnini. Bunun için ben, özöyküsel anlatımla yazarın kendini de denetleme olanağı bulabileceğini düşünüyorum. Orada cıvıklaşamaz, kendisiyle ilgili nasıl cıvıklaşacak?
Otosansür yapar, kontrol etmek zorunda kalır kendisini.
* Evet, elöyküsel anlatıyorsa yazar, anlatıcı ya, anlatıcı olduğu için de başkası hakkında atıp tutabilir, ama “ben” dediği anda durum değişir. O zaman çok ölçülü olacak, hem sıcak olacak, içten olacak, ama bu arada her şeyini ele veren biri de olmayacak. Böyle gizli yanları olacak, okur bulacak bunları. Bunun için öyküde özöyküsel anlatımı ben bütün yazarlara öneririm.
Sığınak romanınızı ilk okuduğumda anlatım yöntemleri çok dikkatimi çekmiş, hayran olmuştum onlara. Bir paragrafta iki ayrı kişinin iç konuşmaları vardı. Bunları italik ve düz yazıyla ayırmışsınız. Bir telepatik sohbet haline gelmişti, tabii okurun duyabildiği, okurun fark edebildiği. Bu da aslında az önce konuştuklarımıza dahil. İç konuşmalar bence bir samimiyeti de gösterir. İnsanlar, savunma mekanizması kullanmazlar. Samimiyet açısından ben bunun çok özel olarak üstünde durduğunuzu düşünüyorum.
* Evet.
Ben daha önce mektuplarımızda da söylemiştim: Uykusu Sakız’ı öykü üzerine bir ders kitabı gibi okumuştum.
* Evet, çok iyi anımsıyorum. Çok onurlandırmıştın ayrıca beni Özgür, sağ ol.
Teşekkür ederim. Öykü isimleri, bölüm isimleri, kitap ismi bence çok özel bir söyleşinin konusu ama yine de kısaca üzerinde durmak istiyorum. Sizce öykü isimleri, kitap isimleri, bölümlendirmelerin isimleri için çok uğraşılması gerekir mi, çok önemli midir? Yani illa ki kitabın içerisinde geçen şeyler mi olmalıdır, öykünün bir üst kimliği gibi mi görülmelidir yoksa isimler?
* Bu son sözüne yürekten katıldığımı belirteyim Özgür. Bir üst kimlik oluşmalı, bir kitap bir üst kimlik yansıtmalı. Bu öykü olur şiir olur ama bu, iki tür için özellikle böyle olmalı. Şimdi bizim bazı şiirler üretmemiz elbette hem doğaldır hem de belki zorunludur, öyledir ama Nâzım nerdeyse bütün şiirlerinde hep bir üst kimlikle de yansıtmış onları. Yani o zaman şunu düşünüyor insan, bir şair ya da bir öykücü, yola bir kitabın üst kimliği doğrultusunda onu bütünlemek üzere yola çıkabilir hatta çıkmalıdır. Ama bunun içindekileri sanki öyle bir bağlantısı yokmuş gibi tek tek düşünmelidir, tek tek dönüştürmelidir, yapılandırmalıdır yine de. Belki en doğru sonuç bu. Nâzım’ın Saat 21-22 Şiirleri çok büyük bir üst kimlik yansıtıyor. Ben Uykusu Sakız’a getireyim sözü şimdi buradan. Uykusu Sakız’daki bütün öyküleri üç ayrı bölümde yapılandırmakla birlikte kitap adının başlangıçta okuru yönlendirici olmayışına özel bir önem verdim. Okur, ancak kitabı okuduğunda bu ad somutlaşsın istedim. Başlangıçta Uykusu Sakız adı onun için hiçbir anlam taşımayabilir ama okuduktan sonra artık aa evet, bu öyküler Uykusu Sakız diyebilsin isterim. Ha bununla ilgili bir sağlama yapabildim mi, e bir ölçüde oldu gibi sanki Özgür, çünkü kimi alımlayıcılar çok sevdiklerini söylediler. Hele öyküleri okuduktan sonra bunun bu imgeyle çok örtüştüğünü bana belirtenler oldu. Bu da beni doğrusu sevindirdi, yüreklendirdi, ikinci öykü kitabımda bunu sürdürmek doğrultusunda karar aldım. Ben tek tek öykülerin adlarını değil, yalnızca kitabın adını anımsamaya kışkırtırken okuru, aslında oradaki tek tek öykülerin bile sonunda bir tek öyküye dönüşebileceğini söylemeye çalıştım. Hatta belki de tek bir tümceye… “Uykusu sakız”. Bu kadar, bu bir yanıt oldu mu?
Oldu evet. Söyleşilerinizde eylemli okurdan bahsediyorsunuz sürekli, eylemli okur kimdir?
* Benim. Ben, bir eylemli okurum. Onun için ilkin, bu konuda tevazu göstermeye gerek görmeksizin, eylemli okur olarak ne yaptığımı söyleyeyim. Bir kere ben kitapları kim yazmış olursa olsun yanımda renkli kalemlerimle birlikte okuyorum. Benim yanımda şu anda mavi, yeşil, kırmızı ve siyah tükenmezkalemler var. Onlar bana yazılarımda her okumamı bana ayrı ayrı göstermeye yarıyor. Birinci okumam mavidir, ikinci okumam siyahtır, üçüncü okumam kırmızıdır, dördüncü okumam yeşildir. Tabii bu aynı metnin üzerinde çalışmak durumunda kaldığımda ortaya çıkıyor, yolculuklarımda bazen sıkışıyorum; böyle de çalışıyorum. Yoksa her okumamı, çıktılar üzerinde “tek okuma”lı eylem olarak srdürüyorum. Kitap okurken kullandığım kurşunkalemlerim için de geçerli bu. Yanımda böyle kalem açacağı olmuyor, olmayabiliyor, o zaman üç dört tane, beş tane kurşunkalem taşıyorum. Bunlar küçük oluyorlar, evde kullandığım küçülmüş kalemlerimi çantama atıyorum, şu kadar şu kadar kurşun kalemi şimdi de gösterebilirim bunları, sonra mavi, kırmızı kurşunkalemlerim oluyor. Bu kalemlerle okurken yanısıra minik minik kağıtlar da kullanıyorum. Okuduğum kitapların her tarafını doldururum ben, her taraflarına bir şeyler yazarım. Kendimce imlerim var, ünlemlerim sorularım, ondan sonra koyduğum çarpılar, büyük çarpı ayrı, küçük çarpı ayrı, yıldız ayrı. Onları ben biliyorum, ama yardımcım Okan Çançin vardır belgesel sinemada, arkadaşım aynı zamanda. O da bilir, düzeltmelerimi hemen uygulayabilir. Bunları okuyorum ama bazen de farklı bir ayırma gereği oluyor, onlara ayrı bir işaret koymak gereği doğuyor. O zaman o küçük küçük kağıtları koyuyorum ama üste koyarsam ayrı, alta koyarsam ayrı oluyor, onların da anlamı değişiyor benim için. Bir de benim başucu kitaplarım var. Bir kere sözlüğüm var. Türkçe sözlüğüm var, Osmanlıca sözlüğüm var. Zaman zaman sözcükler beni zorlarsa İngilizce, Fransızca sözlüklere de yönelmek gereği duyabiliyorum. Bir kere yazım kılavuzum var, tek yazım kılavuzu da değil, iki yazım kılavuzu. Biri Dil Derneği’ninki, öteki Ana Yazım Kılavuzu. Ben eylemli okurum. Şimdi yazarın böyle çalışmadığını adım gibi biliyorum. Nereden biliyorum? Şurdan biliyorum Özgür, okuduklarımdan biliyorum. Adam, yazım kılavuzuna bakmadan, adam Türkçe sözlüğe bakmadan yazmış, onu ben saptıyorum. Öyle yazıyorsa eğer bir sözcüğü, o adam sözlüğe bakmamış demektir. Yazım kılavuzuna zaten hiç bakmıyor, çünkü biliyor ya aklınca, bir kez bakmış ya… Olur mu, ben günde ortalama elli kez bakıyorum.Yani benim günde ortalama yarım saatim bu başucu kaynaklarına bakmakla geçiyor. Ansiklopediler ayrı. Ben yirmi üç buçuk saatle başlıyorum güne, yarım saat başucu kaynaklarıma gidiyor. Eylemli okur bu. Böyle değilse, o eylemli okur değildir. Ama biri alıyor, plajda kitap okuyor. Ha ben de plajda okuyorum tabii. Öyle kitaplar var. İki saatte okuduğum kitaplar da var. Hızla okuyabiliyorum, zzzzt diye geçiyor. Ha o ayrı tarzdadır, ne olmuş kim kimi dövmüş kim kime âşık olmuş, kim kimi dolandırmış. Ama edebiyat bu değil. O zaman televizyon dizisini seyretmek gibi olur. Edebi bir metin televizyon dizisi izler gibi okunmaz. Zaten edebiyat metni bir televizyon dizisi gibi de yazılmaz. Evet, eylemli okur işte tam bunun bileşkesidir ve eylemli okur tabii ki her zaman yazarlık yapabilir ama bir yazınsal yazar olmayabilir o ayrı. Yani eylemli okur her an yazabilir. Onun yazdıkları ciddidir, onun yazdıkları ciddiye alınabilir metinlerdir. Ama yazınsal tatlar içermeyebilir. Belki okumuşsundur ben ayırıyorum, yazınsal eleştiriyle yazın eleştirisini. Yazınsal eleştiri, yazınsal tat bırakır ama yazın eleştirisinde yazınsal tat aramak gerekmez ille. Onda ille böyle bir tadın bulunması gerekmez. İşte eylemli okur, bu türde yazın eleştirisi yazabilir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Ama öyküye, şiire geldiğinde iş, öykü yazamayabilir, şiir yazamayabilir. Eylemli okurluk, yazınsal metni matematik işlemlerine ayırabilme, analitik yaklaşabilme yeteneğidir. Eylemli okur, kolayca yazar olabilir, yazdıkları öykü, şiir tadına varamasa da… Yazınsal tatlar salacak öyküler, şiirler yazabilmek için her yazarın böyle eylemli okurluk gibi bir aşamadan geçmesi gerekiyor ama. Sonuçta şunu söyleyebiliriz. Her eylemli okur, belki yazar olamaz ama her yazar, eylemli okur olmak zorunda.
Bir başka altını çizdiğiniz konu kentlilik. Öyle ki bu konuda romanlar yazdınız. Sığınak’ı örnek verebiliriz. Kentlilik ve sanat bağlamında neler söyleyebilirsiniz bize?
* Kentli olmak bir kere birey olmak anlamına geliyor. Kentli, yani birey. Bu ikisi konusunda kendi sorgulamasını tamamlamamış, bu yönde taraf olup bir yakada yer almamış biri yazarlık yapmaya kalktığında anlatıcı oluyor yalnızca. Olayı anlatıyor, olayın anlatıcısı oluyor. Bir yazar için aslında kentli ve birey demek biraz kabalık, çünkü bir yazar kentlidir, bireydir. Kendisi köyde yaşayabilir o önemli değil, ama kentlidir. Kentli kimdir, çokseslidir, dogmaları yıkmıştır, özgürlükçüdür, hiçbir tabu yoktur artık onda. Eğer henüz bazı dogmaları varsa bir yazarın, henüz çoksesliliğe ulaşamamışsa, nasıl yazarlık yapacak, kahramanlarını nasıl yapılandıracak? Bu çok önemli bana göre. Bu yüzden kentli olması gerekiyor yazarın. Kendinde bunu duyacak, kendini kentli kılacak, kendini kentli olarak görecek Özgür. Böyle düşünüyorum, o zaman birey olunuyor. Örneğin köylülük değerleriyle örülü toplumdaki insanlar birey değiller. Birey, kendi özgür iradesiyle karar alır. Oysa köyde yaşayanlar daha çok var olan değerler yönünde hareket eder.
Bunlar aslında siyasal dille çok söyleniyor biliyor musunuz? Feodalizmde insanlar birey değildirler. Kapitalizmde bireydirler. Romanın bireyi anlatması ve kapitalizmle başlayan bir edebi tür olması bu konuda önemli bir veridir. Siyasetin diliyle söyleyince bir şey olmuyor da edebiyatın diliyle söyleyince “Vay, köylülere laf atıyorsunuz,” deniliyor.
* Evet Özgürcüğüm. Sana yürekten katılıyorum, çok iyi bir çözümleme bu. Evet, ben aslında yeni bir şey söylemiyorum. Dünkü oturumda halka sırtını dönmeyen öyküler konuşulurken (9.Ankara Öykü Günleri; “Halka Sırtını Dönmeyen Öyküler” başlıklı panel / 18.5.2005), Aydın Çubukçu’nun söyledikleri kuramsal açıdan ve öykülere yaklaşım bağlamında ne kadar temellendirilmiş sözler olarak yansıdı. Hep dinledik, bütün arkadaşlar, değerli düşünceler dile getirdiler. Ama Çubukçu, örneklediği bir öyküde işçinin durakta soğukta beklerken patronunun soğukta aslında kendisi gibi beklemediğini düşünmesinin olanaksız olduğunu, fizik koşullarının buna elvermeyeceğini bu nedenle de öykünün inandırıcılığını yitirdiğini, böyle bir öykünün de hiçbir işe yaramadığını söyledi. Şimdi bunun için kentli olmak gerekiyor, orda onu söyleyivermek değil. Kentli bunu yapılandırsaydı, düşünecekti o zaman, oysa şimdi teksesli bir bakış var burada, o kadar. Evet hepsi birleşiyor, tabii ki Özgür, katılıyorum tabii.
Eleştirmen kimliğinizi de açmak istiyorum ben. Yine Türkiye’de çok sık duyduğumuz bir sözdür. Türkiye’de eleştiri yoktur denir. Bu söz belki sistematik bir eleştirinin yani eleştiri kurumunun olmamasına atıf yapıyor. Her yayınlanan kitabın eleştiri açısından yankısını bulmadığını kastediyor belki, ama siz bu konuda sanıyorum biraz farklı şeyler düşünüyorsunuz. Gerçekten Türkiye’de eleştiri yok mudur sizce?
Var tabii ki, yok diyenler okumayanlar. Ama her kitaba dönük bir eleştiri yok. Benim verdiğim kavgalardan biri de bu. Bunun için de tabii eleştirmen sayısının çoğalması gerekiyor. Yoksa eleştiri kurum olarak var. Eleştiri üstelik çok köklü bir geleneğe sahip Türk edebiyatında. Beşir Fuat’ı alalım başlangıç olarak, Beşir Fuat’ın ardından Cumhuriyet tarihi boyunca da çok değerli eleştirmenler geldi ve bugün de bunlar varlıklarını sürdürüyorlar. Şimdi buna bakarak bizim Türk edebiyatında eleştiri yok demeye hakkımız olabilir mi? Bu doğru olmaz, bu gerçeği yansıtmaz. Çünkü eleştiri var!
Araya girersem, eleştiri adına onca kitap, makale yayımlanıyor, bir külliyat halinde bunlar. Bunların hepsi eleştiri kurumuna konmuş birer tuğladır. Bence bu konuda üzerinde durulması gereken yön, eleştirinin de yaratıcı yazarlığın içerisinde olduğunun unutulmaması. En azından okurun ilgisini doğuracak tarzda eleştiri yapmak, okuru yönlendirebilmek. Bu konuda sizin denemeleştiri tarzınız var, bunu Adam Sanat’ta yazmıştınız, özel bir yazı konusu olarak da ele almıştınız. Bu bir anahtar işlevi görebilir mi sizce? Yani bildiğimiz teknik terimlerle yazılmış bir eleştiri değil, daha deneme tarzına yakın bir eleştiri…
* Evet
Bu konuyu biraz açsanız, denemeleştiriyi…
* Deminki soruya yönelik bir katkı daha yapmak istiyorum. Şimdi Türkiye’de eleştiri bir üniversiteye bağlı akademik eleştiri çerçevesinde yapılıyor; bu yazın eleştirisi. Bir de dışarıda yapılan sivil bir eleştiri var. Bu öyle söyleniyor, sivil bir eleştiri de deniyor, ben buna şiddetle karşıyım. Çünkü eleştiri zaten sivildir. Eğer sivil değilse eleştiri değildir o. Sivil kentlidir, uygar demektir. Yok sivil eleştiri, yok resmi eleştiri. Ha, resmi diyorsan eğer, o zaten eleştiri değildir. Eleştiri resmi değildir, eleştiri kendisi içindir. Bilim gibi. Bilim de işi gereği, kendisi içindir, kendisi için vardır bilim. Güneş bizim için dönmez, kendisi için döner.Ha bize bazı günler çok güzel gelir, güneş sıcacık oh bee, iyi oldu güneş çıktı deriz, sanki sipariş vermişiz gibi, bazı günler de deriz ki, güneş de hiç görünmüyor yahu, kızarız güneşe. İlgisi yok, güneş kendi kendine kendisi için vardır, eleştiri de kendisi içindir. Burada onun da biricik temel dayanağı işte odur, sivil olmaklığıdır. Yani tabular yoktur, uygardır, dogma yoktur. Eleştiri yargılayan bir yazınsal türdür. Özelliğini koruyacaksa eleştirmen, eleştirmen yazar, bu yanıyla oraya koyar, bana göre der, benim yazılarımda çok bol geçen, sözcükleri ben sayayım. Bana göre, kanımca, görebildiğimce, yanılmıyorsam… Ben bu sözcükleri niye kullanıyorum, niye bunlar benim öykülerimde romanlarımda yer almıyor da dergilerdeki yazılarımda bunlar yer alıyor? E, bunların üzerinde durulsun, düşünülsün. Benim Fethi Naci’nin okumadığım tek satırı yoktur. Semih’in de öyle, Semih Gümüş’ün. Berna Moran’ı kim okudu, kim biliyor? Akşit Göktürk’ten kimin haberi var? Bunlar edebiyatımızda o kadar kilometre taşı insanlar ki. Yazar dediğimiz kişi, bunları okumuyor, ondan sonra da eleştiri yok diyor. Kendi kitabına dönük bir şey yazılsın istiyor, beklentisi bu aslında, ilgisi de bununla sınırlı. Oysa kitabı üzerine yazılamamış o kadar çok yazar var ki, işte ben bunun için çok yoğun ağlıyorum. Her kitap mutlaka bir şey görsün, bir değerlendirme alsın istiyorum, ama alamıyor. İşte buna yetişilemiyor. Buna yetişebilmek için eleştirmen sayısının artması gerekiyor. E, eleştirmen de artmıyor yani, herkes öykü yazmaya girişiyor ama bence eylemli okur olmak gerek. Böyle okuyacaksın. Plajda da okuyoruz metroda da okuyorum, işte yolda okuyorum, otobüste okuyorum, ama onlar sinema seyreder gibi bir okuma oluyor, televizyon dizisi izler gibi okuma oluyor. Oysa eylemli okuma derken; bayağı masa başında okuyacaksın. Ben gidiyorum, hazırlanıyorum yani, böyle işte, masama geçiyorum, yazı yazar gibi okumaya başlıyorum. Eylemli okur demek, her an eyleme hazır olmaktır. Yani yazmaya hazır, yani kutsanmış bir ortam o. Böyle poponu devirip, yatağın içine kıvrılıp … Öyle kitapları öyle okuyorum, Yani yazar nasıl kitap yazmışsa ben de o yazar gibi okuyorum. Her okur kendini okur der, Akşit Göktürk, her yazar kendini yazar, ona göre okuruz biz o yazarı. Eğer kendini öyle yazmışsa o zaman biz de sayfaları böyle şşşttt diye çevirir okuruz. Ama yazar, diyelim ki Bilge Karasu gibi yazdıysa o zaman otururuz, önümüzü ilikleriz, yanımıza başucu kitaplarımızı koyarız, kalemlerimizi koyarız, işte ayıraçlarımızı koyarız falan, Kuran gibi okunmalık bir kitap. Ama nasıl, burada biçemsel olarak bunu söylemiş oluyorum; ona katılarak, onu kutsayarak okunmalı. İçi Kuran gibi okunmamalı tabii. Bizimkiler Kuran’ı nasıl okurlar, bütün herkes, öyle nasıl okur din kitaplarını, İncil’i de böyle okurlar Hıristiyanlar, ötekiler de kendi kutsal kitaplarını okurlar, ezberlemiş olarak okurlar. Oysa evet, dıştan bir Kuran gibi, bir İncil gibi okunmalı törensel olarak ama içten, ilk kez okunuyormuş gibi okunmalı. İlk kez, ilk kez. Ne demek bu ilk kez? Ne kadar büyük bir olay, ilk kez. Okuma eyleminin kendisi bile ilk kez. Alacaksın önce kitabını, tabii seveceksin onu, hani Kuran’ı halkımız saklar değil mi, bir kılıfın, zarfın içine koyar, asar, böyle tavanlara duvarlara bilmem göklere asacaktır nerdeyse, onun gibi seveceksin, kitabı kutsayacaksın, temiz olacak kitabın, pırıl pırıl şöyle bakacaksın ona seveceksin yani kitabı. Ondan sonra, haaa içinden okurken de hiç acımayacaksın, devamlı böyle yazılacaksa yazacaksın üstüne, kıvıracaksan kıvıracaksın. Burada duyguları yansıtmaya çalışıyorum, bilmem anlatabiliyor muyum? O çünkü farklı bir ortam, tapınım ortamı o, bir kitap okuma, eylemli okur budur. Ama okurken sayfa kırılırmış efendim yok kapak bilmem ne olurmuş değil, tabii çalışıyorsun, çalışırken olacak. Söylemeye çalıştığım biraz çelişik gibi geliyor ama böyle bir şey yani. Biz eleştirmenden buraya geldik, ha şimdi üniversitede akademik eleştiri yapılıyor; bunlar işte bazı çeşitli bilimsel nitelemelerle kavramlarla teknik terimlerle yapılıyor. Bunlar okunduğunda bunlardan yazınsal tat alınamayabilir. Ne ki yararlı olmadığı da düşünülemez bunların. Çünkü hepsi de yazın eleştirisidir bunların Ama öteki gruptaki yazarları alalım, yazınsal eleştirinin kalemlerini, onlar büyük tatlar salarlar. Ben bugün ne zaman bir Berna Moran’ı okusam, ondan sonra Akşit Göktürk’ü okusam, Semih Gümüş’ü okusam, Fethi Naci’nin kimi metinlerini okusam olağanüstü tatlar alırım. Yani böyle bırakamam kitabı elimden, sanki roman okuyor gibi okurum. Fusün Akatlı’dan da söz edeyim. Bunları ben böyle, şey okur gibi okuyorum, roman okur gibi okuyorum, o kadar büyük tat alıyorum ki, Allah Allah ne demiş, şimdi ne olmuş falan, tabii bir yandan da notlarımı alarak okuyorum. Böyle okumak gerekir.
Yazılarınızın birinde kendi kendinin eleştirmeni olmayı tavsiye etmiştiniz. Salim Şengil’in Seçilmiş Hikâyeler’inde dergiye öykü gönderen yazarlardan bilhassa genç yazarlardan birer tane eleştiri yazısı göndermeleri isteniyor. Bu, yayımlanması için ön elemeyi geçmesi için de bir şart gibi konulmuş. Sizin bugünkü dergiciler için bu tür bir öneriniz var mı, yani bu öneri canlandırılabilir mi sizce?
* Bunu Yordam dergisinde, bugün artık aramızda olmayan Hüseyin Cöntürk’ün bu yöndeki tutumundan kalkarak Hüseyin Peker canlandırmaya çalışmıştı bir toplantıda. Bunu ben de çok iyi anımsıyorum. Yordam dergisinde okumuştum o yıllarda. Çok gençtim tabii. Dergiye ürün gönderecek olan genç yazarlar, kitaplar üzerine yazdıklarını, eleştirilerini de ekleyecekler ürünlerine diye. İşte, eleştirerek öğrenecekler gibi bir uyarı var bunda. Hüseyin Peker bir toplantıda, belki İzmir Öykü Günleri’nde bunu birden dillendirerek, dedi ki: “Bir tarihte böyleydi, işte eleştirmen yok evet ama biraz da böyle teşvik edelim. Gençler ürünlerini gönderirken eleştirilerini de göndersinler.” Ama bu da bir zorlama olabilir. Yani insanlar ilkin istek duymalılar bu alana ve biz de bu istekle çalışanlara elimizden gelen her türlü desteği verelim… Ben, örneğin Nurgül Ateş var, ondan sonra Erdem Öztop var, bunlara hep destek veriyorum, çok açık bir biçimde zaten dile getiriyorum bunu. Bu tür gençlerin böyle ürün vermeye yönelen gençlerin desteklenmesi alana yeni gençlerin katılması yönünde bir kışkırtma yaratabilir, bir elektriklenme, bir kıvılcımlanma yaratabilir. Bunun daha önemli olduğunu düşünüyorum. Ve dergiler eleştirilerine yer verirken bu genç insanların, bunlar daha önemsenmiş gibi yöneltilmesinde yarar görüyorum. Ve genç insanlar, bu tür tutumlarından ötürü onur duymanın tadına varsınlar. Aa, benim eleştirim işte Adam Sanat dergisinde yayımlandı, aa işte Turgay Fişekçi, yazımı en başa koymuş gibi. Yani böyle yirmi yaşlarında bir genç eleştirmenin yazısı da orada önemli bir yer bulsun kendine. Böyle katkılar yapılsın diye düşünüyorum genç eleştirmen adaylarına. Yoksa adam şiir yazıyor ya da öykü yazıyor. Hadi bakalım bir de şimdi eleştiri yazsın, dediğimizde olumlu bir yanıt gelemeyebilir. Kendisini öyle biçimlendirmemiştir…
Kutlamamızı en sona bıraktım. Bu yıl yazarlığınızın kırkıncı yılı aynı zamanda. Kırkıncı yılınız sanıyorum yayın yılınız da olacak. Peş peşe kitaplarınız yayımlanıyor. Daha neler yayımlanacak? Bu yıl içerisinde ikinci öykü kitabınızı okuyabilecek miyiz?
* Bu yıl Can Yayınlarına iki dosya vereceğim, bir roman, bir öykü. Ama birkaç ay içerisinde vereceğim, herhalde 2005 çıkmadan yazarlığımın kırkıncı yılında -bu benim sanatımın kırkıncı yılı değil, yazarlığımın kırkıncı yılı diyebiliriz- o iki kitap okura ulaşsın istiyorum. Her ikisi de Can’a vereceğim dosyalar olacak. Yanısıra farklı dosyalar üzerindeki çalışmalarım hâlâ sürüyor. Kent tiyatrosu olgusu üzerine bir kuramsal deneme kitabı. Konuştuk zaten yayın yönetmeniyle, Yılmaz Öğüt’le, Mitos-Boyut’a vereceğim. Oraya vereceğim. Yine çocuk oyunlarım vardı benim Özgür, onlar da bu yıl içinde Bu Yayınları’nda yayımlanacak. Belki yetişkin oyunlarım yetişirse onları da yeni oyunlarım olarak ‘Toplu Oyunları’ gibi Mitos-Boyut ‘a verebilirim. Ardından tabi yeni romanlar da var. Onlar için de biraz bekleyeceğim. İlk ağızda bu dört, beş kitabı düşünüyorum.
Bize zaman ayırdığınız için kendim ve Lacivert okurları adına çok teşekkür ediyorum.
* Sağ ol, eksik olma, ben çok teşekkür ederim Özgür’cüğüm, sağ ol.
20.05.2005
9. Ankara Öykü Günleri